Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden
İktibaslar

Hz. İsa, İsrâiloğullarının çoğunun bu dâveti
kabul etmeyip inkâr edeceklerini ve kendisini öldürmek isteyeceklerini
anlayınca: ?Allah'a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?? dedi. Hz.
İsa'nın seçkin ashâbı olan Havârîler dediler ki: ?Allah'ın rasûlünün ve dininin
yardımcıları biziz. Allah'a iman ettik. Sen de şâhit ol ki, şüphesiz biz
Allah'ın emir ve yasaklarına zâhiren ve bâtınen teslim olan müslümanlarız.?

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?İsa'nın
tevhide dâveti üzerine İsrâiloğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu
etmemişti. İman etmeyenler bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İsa (a.s.)'ya
hissettirdiler. İsa da bunlardan bu küfrü hissedince; ?men ensârî ilâllah?
(Allah yolunda bana yardım edecek kim var?? dedi. Kendine, özü Allah'a doğru
yardımcılar aradı. Bu cümlede, "ilâllah" kaydının, "Ensâr"dan veya "yâ"dan
hâl olmasına ve ?ilâ?nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali vardır.

1- Ben Allah'a giderken yardımcılarım kimler?

2- Allah'a teslim ve uymuş olarak bana yardım
edecekler kimler?

3- Benim, Allah için yardımcılarım kimler?

4- Allah ile beraber olup, yardımcım olacak
yardımcılarım kimler?

5- "Allah'a iman etmiş ve müslüman olmuş,
nefsini Allah'a teslim etmiş olup da, yardımını Allah'a bağlayarak ve Allah
rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana Allah yardımı yapacak, özetle özü
Allah'a bağlı, Allah'a doğru yardımcılarım, dostlarım kimler?"

Bu mânâ hepsini toplayıcıdır. Cevap da buna daha
uygundur. Hz. İsa'nın bu isteği ilk olarak bir sosyal tesir yapıyordu. Kelime
başlangıçta Meryem'in rahminde ilâhî seçim ile cisimlendiği gibi, şimdi de
dışarıda belirlemeye başlıyordu ki, İsa'nın dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu
andan itibaren tevhid dini maneviyatta kalmayacak, maddiyata da geçecekti. Bu
isteğe, İsa'nın ölüyü diriltme mucizesinin kazanç meyvesi olan en güzide ashabı
(arkadaşları) havârîler cevap verdiler: Havârîler bir ağızdan dediler ki: O
Allah yardımcıları, Allah dostları biziz. Yani biz, Allah için sana yardımcıyız.
Zira sana yardım, Allah'a dostluktur, Allah rızasına uygundur. Çünkü sen O'nun
peygamberisin. Bundan, "Sen Tanrı değilsen, biz sana yardım etmeyiz." gibi veya
"Sen Tanrı'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız." gibi bir kötü anlam
çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani biz Allah'a iman ettik ve
sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve Resulüne itaat ediciyiz. İşte
nasâraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan) denmesinin sebeplerinden birisi,
İsa ile havârîler arasındaki bu yardım anlaşmasıdır. Onlar o zaman böyle
müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış idiler. Bununla İslâm dinine ve Muhammed
aleyhisselâm'a âit dâvete de mânevî bakımdan ikrar vermişlerdi.

?Havârî? Kelimesi Hakkında: Arapça "havâri"
kelimesi hemen hemen "ensâr" kelimesi ile eş anlamlıdır. Kitab-ı Mukaddes'te
bunlar "şâkird" bazı yerlerde "rasûl" olarak adlandırıldılar. Hz. İsa (a.s.)
diğer insanlara mesaj ulaştırmak gayesiyle onları görevlendirmiş, bu nedenle
onlara bu ad verilmiştir; Allah onları kendi elçileri (apostles) olarak seçtiği
için değil (Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınları: 1/229).

?Allah'ın Yardımcıları? İfadesi Hakkında:
İslâm'ın ikamesine yardımcı olan kişiler Allah'ın yardımcıları olarak
isimlendirilirler. Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan
eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır.
Çünkü O, serbestlik bahşettiği alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul
ettirmez. Bilâkis nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları
tavsiye ve nasihatle doğru yola ulaştırmak Allah'ın işi olduğundan Allah,
İslâm'ı yaymak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları "yardımcıları
ve dostları" olarak adlandırır. Gerçekte bu, bir kulun ulaşabileceği en üst
derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri
yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah'ın dininin
yayılmasına çalıştığında, Allah'ın "dostu ve yardımcısı" olma gibi eşsiz ve yüce
bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu dünyada ruhî yücelme ile
kazanabileceği en yüksek makamdır (Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınları,
1/229).

?Rabbimiz, indirdiğine iman ettik ve Rasûl'e
tâbi olduk, artık bizi şâhit olanlarla beraber yaz!?
(3/Âl-i İmrân, 53)

Havârîler sözlerine şöyle devam ettiler:
?Rabbimiz, Kitabında indirip açıkça bildirdiğin hükümlere tüm kalbimizle iman
ettik ve Rasul'e tabi olduk, hayatımızı İsa'nın getirdiği Tevrat ve İncil'e göre
düzenleyeceğiz, İsa'nın tavsiyelerine uyacağız. Artık bizi rasullerin
getirdiklerine şahitlik eden ve hayatını buna göre düzenleyen mü'minlerle
beraber yaz, bizi onlardan kıl!?

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Bunun
için havârîler cevaplarını şu duâ ile bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin
indirdiğin emre inandık ve peygambere (yahut o resûle) uyduk, şu halde bizi
yalnız bir şâhit olan İsa ile değil, birliğine şâhitlik eden bütün erbâb-ı şühûd
(şehâdet ehli) ile beraber yaz. Yani melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve
özellikle "Siz insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun."
(2/Bakara, 143) âyeti gereğince âhirette bütün ümmetlere şâhit olacak olan o
peygamber Muhammed ve ümmeti ile yaz. Görülüyor ki "şâhitlerden" demediler,
"şâhitlerle beraber" dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şâhitlerden"
değildiler. Hz. İsa, havârîlerin İslâm'ına ve bu duâsına şâhit olduğu gibi,
Muhammed (s.a.s.) ve ümmeti de buna şâhitlik eder. Havârîler, mânevî bakımdan,
Muhammed ümmeti ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile beraber
peygamberlerin tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz."
(2/Bakara, 285) diye şâhitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz.İsa'yı
ve havârîleri beraberlerine almışlardır.

Yuhanna İncili'nin birinci babında yahudilerin,
"Sen kimsin?" diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın Mesih'e (İsa'ya) şâhitliği
hakkında şöyle bir kıssa vardır: "Yahya inkâr etmeyerek, 'Ben Mesih değilim.'
diye ikrar etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?' diye sorduklarında; 'O da
değilim." dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde, 'Hayır' diye cevap verdi.
O zaman, 'Sen kimsin söyle ki, bizi gönderenlere cevap verelim. Kendi hakkında
ne dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin dediği gibi, Rabbin yolunu
doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi ve o gönderilenler
firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih yahut İlya, ya o
peygamber olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler. Yahya onlara cevap
olarak: 'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi." (İstanbul'da basılmış Türkçe İncil
Tercemesi, 1930). İşte burada "er-Rasûl", "en-Nebiyyu" tercümesi olan "o
peygamber", "şu peygamber", Tevrat'ta Mûsâ'ya benzer, "Mûsâ gibi bir peygamber"
olarak geleceği açıklanan o peygamberdir ki, Hz. Yahya'nın şahitliğiyle o
peygamberin ne Yahya, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı açıklanmıştır. bunun için
İncil'e, Yahya'ya, Mesih'e iman, gelecek olan "o peygamber"e de imana bağlıdır.
Şu halde havariler Hz. İsa'yı ?Amennâ billâh, ve'şhed biennâ müslimûn
(Allah'a iman ettik, şâhit ol ki, biz muhakkak müslümanlarız? diye şâhit
getirdikten sonra Allah'a ?Rabbenâ âmennâ bimâ enzelte... (Ey Rabbimiz, Senin
indirdiğine iman ettik...)? diye duâ ettikleri zaman ?mâ enzelte (inzâl
ettiğin)? cümlesinde şüphesiz "o peygamber" de dâhil olmakla ?er-Rasûl?den
kasıtları ya bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya resul cinsine uymanın
gereği olmak üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle) Muhammed Rasûlullah'a bakmakta
veya kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile mânâ bakımından şâmildir ki
"Allah'a ve Rasûle uyun" emrinden beri ?er-Rasûl? kelimesinin ilk
defa burada tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız ?Rasûlen ilâ benî
isrâîle (İsrâiloğullarına gönderilen Rasûl)?e masrûf (çevrilmiş) olmayıp,
bütün peygamberlerin tasdikçisi olan o Rasûle, "o peygamber"e bağlanması ve bu
şekilde Rasûl cinsini kapsamına alması sözün gelişinin tümüne daha uygundur.
Bunlar düşünüldüğü zaman ?fe'ktübnâ mea'ş-şâhidîn (bizi şâhitlerle beraber
yaz)? duâsının tefsir yönü de anlaşılır. "Allah'a inandık, her şey
Rabbimizin katındandır." (3/Âl-i İmrân, 7) "Vallahu a'lem (Allah daha iyi
bilir)."

Seyyid Kutub Diyor ki: Burada âyetlerin
anlatımında büyük bir boşluk göze çarpmaktadır. İsa'nın doğuşu, annesinin onu
topluluğa göstermesi ve kendisinin de beşikte onlarla konuşması, yetişkin yaşta
kavmine çağrıda bulunması anlatılmamıştır. Ayrıca annesinin müjdelenmesinde sözü
edilen bu mucizelerin onun tarafından kendilerine. sunulması söz konusu
edilmemiştir. Kıssanın bu kesiti Meryem suresinde anırtılmıştır. Kur'an
kıssalarında bu tür boşluklara rastlanmaktadır. Zira bu kıssalarda, bir taraftan
aynısı ile tekrara yer verilmiyor, bir taraftan da yalnız surenin konusu ve
temasıyla ilgili halkalar ve buna ilişkin sahnelerin verilmesi yeterli
görülüyor. Herbirinin ardından, Allah'ın varlığına tanıklık ettiği, Allah'ın
kudretinin kendisini desteklediği gibi insanların gücünü aşan mucizelerin
hepsini gözler önüne seren Mesih, İsrailoğulları'nın birtakım bağlarım ve
yükümlülüklerini hafifletmek için gönderilmiş olmasına rağmen, İsrailoğullarının
inkara kalkışacaklarını anlıyor. İşte bu sırada nihâî çağrısını yapıyor:
"Allah uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak olanlar kimlerdir?"

Allah'ın dinine, mesajına, sistemine ve düzenine
çağırmada kim bana destek olur? Kim bana yardım eder ki ona tebliğde bulunayım
ve onunla görevimi yerine getireyim? Her inanç ve dâva sahibinin yanında,
kendisi ile beraber hareket eden onun davranışını yüklenen, savunan,
ulaşabildiklerine ulaştıran ve ondan sonra davasını yaşatan destekçilerin
bulunması gerekir.

"Havârîler: Biz Allah'ın destekçileriyiz Allah'a
iman ettik. Şahit ol ki müslümanız." Havârîler burada İslâm'ı, dinin özü
anlamında kullanıyor. İsa'yı (selâm üzerine olsun) bu müslümanlıklarına ve
Allah'ın yardımına... Yani onun Peygamberlerinin, dininin ve hayat sisteminin
yardımına koşmalarına tanık tutuyorlar. Sonra Rablerine yöneliyorlar ve pratik
olarak yaşadıkları bu olaylarda doğrudan Allah ile ilişki kuruyorlar: "Ey
Rabbimiz! İndirmiş olduğun mesaja inandık ve Peygamber'e uyduk. Bizleri bu
mesajın canlı şâhidleri yaz."

Allah ile doğrudan sözleşmek için bu yönelişte
önemli bir nokta var. Mümin başta Rabbi ile sözleşme yapar. Peygamber onu tebliğ
ettiğinde inanç hususunda Peygamberin görevi biter, Allah ile sözleşme
gerçekleşir. Bu sözleşme peygamberden sonra da mümini bağlayıcı niteliktedir. Bu
sözleşmede peygambere uyulacağına dair söz verilmiştir. Mesele, vicdanda yer
alan bir inançtan ibaret değildir.

Burada önemli olan belirlenen yolu izlemek ve bu
yolda Peygambere uymaktır. İşte İslâm'ın bu anlamı, gördüğümüz gibi aynı zamanda
surenin öteden beri üzerinde yoğunlaştığı ve değişik üslûplarla tekrar ettiği
bir olgudur. Havârîlerin sözlerindeki başka bir ifade ayrıca dikkat çekiyor:
"Bizi şâhitlerle beraber yaz." Ne şâhitliği ve hangi şahitler? Allah'ın
dinine iman etmiş müslümanın, bu dine tanıklık etmesi istenmektedir. Bu
tanıklık, dinin hayatta kalma hakkını pekiştirecek bir tanıklıktır. Bu dinin
insanlara vermek istediği hayırlı mesajı destekleyen bir şâhitliktir. Kişi
canıyla, ahlâkıyla, yaşantısıyla, hayatıyla bu dinin canlı bir şekli olmadıkça
bu şâhitliğin gereğini yerine getirmiş olamaz. Bu öyle canlı bir tablodur ki
insanlar onda bu dinin var olmaya daha lâyık olduğunu, yeryüzünde var olan diğer
sistemlere, düzenlere ve organizasyonlara oranla daha iyi ve daha üstün olduğunu
rahatlıkla görebilmektedirler.

İnsan hayatının temelini, toplumun düzenini,
kendisinin ve toplumunun yasasını bu dinden almadığı, bu çerçevede bir toplum
kurmadığı, bu sağlam ilâhî sisteme uygun olarak işlerini idare etmediği,bu
toplumu kurmak ve bu yaşam biçimini gerçekleştirmek uğrunda cihad etmediği,
toplum hayatında Allah'ın sistemini gerçekleştirmeyen başka bir toplumun
gölgesinde gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde yaşamaktansa ilahi
nizamın uğrunda ölmeyi tercih etmediği sürece bu şehâdetin gereğini ödemiş
olmaz.

Böylece insan, bu dinin bizzat yaşamaktan daha
hayırlı olduğuna, yaşayanların elde etmeye çalıştığı en değerli varlıktan daha
aziz olduğuna şehâdet etmiş olacaktır. Bu nedenle o "şehid" diye anılacaktır.

İşte bu havârîler, kendilerini Allah'ın dinine
şâhitlik edenlerle birlikte yazması için Allah'a dua ediyorlar. Yani bu dinin
canlı bir örneği olabilmeleri için kendilerine yardım etmesini ve başarılı
kılmasını, O'nun hayat sistemini gerçekleştirme, bu sistemin pratik olarak
yaşandığı bir toplum kurma uğrunda cihad etmeye göndermesini diliyorlar...
İsterse, bu dinin gerçeğine "şâhitlik edenlerden olma kendilerine hayatları
pahasına mâl olsun!

Bu duâ, kendisinin müslüman olduğunu iddia eden
herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir niyazdır. İşte Havarilerin anladığı
İslâm budur. Gerçek müslümanların vicdanlarındaki İslâm budur! Dinine karşı bu
şâhitlikte bulunmayan ve onu gizleyen, kalben günahkârdır. Kişi müslüman
olduğunu iddia edèrde kendisi İslâm'ın öngördüğü bir hayat yaşamaz veya bunu
kendi içinde yaşar, fakat onu hayatın her alanında uygulamaz da kendi yaşamını
dinin yaşamasına tercih edip Allah'ın hayat için öngördüğü yaşam biçimini
yürürlüğe koymak için cihad etmezse o şahitliğinde gedik açmış olur. Veya bu
dinin tersine bir şehâdette bulunmuş olur. Böyle bir şehâdet, başkasının da bu
dini kabullenmesiyle engel olacaktır. Çünkü başkaları, bu dine bağlı olanların
ondan yana değil onun aleyhine şâhitlik ettiklerini göreceklerdir! Kendisi iman
edenlerden olmadığı halde, bu dine iman ettiğini iddia etmek suretiyle
başkalarını Allah'ın dininden alıkoyanlara yazıklar olsun.

Şüphesiz Allah kendi dinine yardım edene, yardım
edecektir. Çünkü dinin ihtiyarî olan fiillerle alakası olduğuna göre, o konuda
arzu edilen gayenin gerçekleşebilmesi için, Allah'ın iradesi kulun cüzî
iradesine bağlı olduğundan, kulların cüzî iradelerini kullanarak bir çaba sarf
etmeleri, Allah'ın iradesinin işlemesine vesile olması itibarıyla bir yardım
gibidir. Onun için müminleri savunmayı söz veren Yüce Allah, yardımının kesin
olarak gerçekleşmesini onların yardım ve çalışmalarına bağlamıştır. Yoksa Allah
şüphesiz çok güçlüdür, her şeye gâliptir, yardıma ihtiyacı yoktur. Yardım ettiği
kimseler de her zaman üstün olup hiçbir zaman mağlup olmazlar. (Elmalılı,
22/Hacc, 40 âyetinin tefsirinden)

"Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni
verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır."
Bunun yanı sıra Allah'ın kendilerini
koruyacağından ve kendilerine yardım edeceğinden emin olmalarını da
vurgulamıştır: "Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."

Sonra mü'minlerin savaşa girmeleri için önemli
bir gerekçeleri de vardır. Çünkü onlar büyük bir insanlık görevi
üstlenmişlerdir. Bu büyük görevin iyiliği sadece kendilerine dokunmaz, bunun
yanında bütün mü'min cephe bu iyilikten yararlanır. Bu aynı zamanda inanç ve
ibadet özgürlüğünün de garantisidir. Üstelik onlar zulme uğramışlar, haksız yere
yurtlarından çıkarılmışlar: "Onlar sırf ?Rabb'imiz Allah'tır' dediler diye
haksız yere yurtlarından çıkarıldılar." Bu söz; "Rabb'imiz Allah'tır" sözü,
söylenen en doğru sözdür. Söylenmesi gereken en gerçek sözdür. Onlar sadece bu
sözü söyledikleri için yurtlarından çıkarılmışlar. Çünkü bu söz saldırgan
zorbalar açısından, şüpheye yer bırakmayan kesin isyankârlığın ifadesidir. Ama
bu, haksızlığa uğrayanlar açısından her türlü kişisel hedeften soyutlanmanın
ifadesidir. Onlar yalnız ve yalnız inançlarından dolayı yurtlarından
çıkarılmışlar. Şu yeryüzü nimetlerinden biri uğruna başlatılan bir mücadele
değildir bu. İnsanların ihtiraslarını kamçılayan, çıkar çatışmalarına neden
olan, değişik eğilimlerin, karşıt isteklerin sahnelendiği dünya değerleri için
bir çarpışma değildir bu.

Bütün bunların ötesinde genel kural yer alıyor;
inancın savunulması gereği evrensel bir kural olarak vurgulanıyor: "Eğer
Allah bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığı ile savmasaydı, nice
manastırlar, havra ve içlerinde Allah'ın adı çokça anılan cami yıkılıp giderdi."
Manastırlar, rahiplerin içinde ibâdet etmek amacıyla inzivaya çekildikleri
yerlerdir. Havralar ise yahûdilerin ibâdet yerleridir. Mescidler de
müslümanların içinde ibâdet ettikleri yerlerdir. Bunların tümü -kutsallıklarına
ve Allah'a ibadet için ayrılmış bulunmalarına rağmen- her zaman yıkılma ile
karşı karşıya kalırlar. Çünkü batıla göre buralarda Allah'ın adının anılmış
olması bir ayrıcalık sayılmaz. Bazı insanların, bazısının saldırılarını
püskürtmelerinin dışında hiçbir şey buraları yıkılma tehlikesinden koruyamaz.
Yani inancı koruyanların, inancın saygınlığını tanımayan, inancı benimseyenlere
haksızlık eden düşmanları savmaları buraları yıkılmaktan korur. Çünkü batıl
şımarıktır. Kendisine saldıran, kendisini püskürten denk bir kuvvetle
karşılaşmadıkça azgınlığından vazgeçmez, saldırganlığından geri kalmaz. Hakkın
sırf hak oluşu düşmanların ona saldırmasına engel oluşturmaz. Aksine hakkı
koruyan, onu savunan bir gücün bulunması zorunluluktur. İnsan bu özelliklere
sahip bildiğimiz insan olduğu sürece değişmez genel bir kuraldır bu.

Şu, kelimeleri az, ama anlamları derin ayetler
üzerinde ve bunların ötesinde hem ruhlar dünyasında hem de hayatta yer alan bazı
sırların üzerinde durmamız gerekir. Yüce Allah, müşriklerin savaş açtığı, batıl
ehlinin saldırısına uğrayan kimselere kendilerini savunma amacı ile savaşma
iznini verirken, "Allah'ın mü'minleri savunacağını ve kendilerine saldıran hain
kâfirleri sevmediğini" ifade ederek başlıyor: "Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri
destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah emânetine hıyanet edeni ve nankörü
sevmez.

Buna göre Yüce Allah mü'minleri düşmanlarına
karşı savunacağını garanti etmiştir. Yüce Allah kimi savunursa o, kesinlikle
düşmanlarının vereceği zarardan korunmuş demektir. Ve o kesinlikle düşmanından
üstündür. Peki niçin onlara savaş izni veriyor? Niye üzerlerine cihad farz
kılınıyor? Neden kendilerine savaş izni veriliyor da bu yüzden öldürülüyorlar,
yaralanıyorlar, büyük eziyetler, meşakkatler çekiyorlar? Halbuki sonuç bellidir.
Ve yüce Allah, hiçbir zorluk, hiçbir meşakkat çekmelerine, büyük fedakârlıklara,
dayanılmaz acılara, öldürme ve savaşlara katlanmalarına gerek kalmadan bu
akıbeti gerçekleştirebilir?

Verilecek cevap şudur: Bu konudaki yüce Allah'ın
hikmeti son derece yücedir. En kesin kanıt onun katındadır. Ama insan olarak
bizim bu hikmetten kavradığımız, bilgi ve deneyimler sonucu aklımızın ve kavrama
yeteneğimizin çıkardığı sonuç şudur: Yüce Allah mesajını yüklenen ve onu koruma
pozisyonunda olan kimselerin beceriksiz "tembeller" olmalarını dilememiştir.
Büyük bir vurdumduymazlıkla yan gelip yatan, bir sıkıntıya uğradıkları ya da bir
saldırı ile karşı karşıya kaldıkları zaman, sadece namaz kılmak, Kur'an okumak
ve Allah'a dua etmenin dışında hiçbir çaba sarf etmeden gayet kolay biçimde
zafer kazanan kimseler olmalarını istememiştir.

Evet, namaz kılacaklardır. Kur'an okumaları,
bollukta ve darlıkta dua ederek Allah'a yönelmeleri gerekecektir. Ama tek başına
bu tür bireysel ibadetler onların Allah'ın mesajını omuzlamaya lâyık kimseler
olmalarını sağlamaz. Bunlar savaş için önceden hazırladıkları azık, çarpışma
esnasında kullanmak üzere depoladıkları gıda, batıla karşı koyarken güvenip
dayandıkları cephane niteliğindedirler. Bunu, takva, iman ve Allah'a bağlılık
duygularıyla arttırırlar.

Yüce Allah, mü'minlere yönelik savunmasının
bizzat kendi elleriyle gerçekleşmesini, böylece savaş meydanında
olgunlaşmalarını dilemiştir. Çünkü tehlikeyle karşı karşıya kaldığı, savmak ve
savunmak durumunda olduğu, saldırgan kuvveti püskürtmek için var gücünü
topladığı durumların dışında, insanın bünyesinde yer alan potansiyel enerji her
zaman uyanıp harekete geçmez. Bu durumda insanın bedensel yapısında yer alan her
hücre rolünü oynamak için kendisine bahşedilen yetenekleri devreye sokar, ortak
operasyon için diğer hücrelerle dayanışma içine girer, sahip olduğu yetenekleri
son noktaya kadar kullanır, özünde barındırdığı gücü sonuna kadar harcar.
Kendisi için takdir edilen en son noktaya, kendisi için hazırlanan kemal
derecesine ulaşır.

Allah'ın dâvâsını yüklenen bir ümmetin tüm
hücrelerinin uyanması, tüm güçlerinin toplanması, tüm yeteneklerinin işlevini
yerine getirir durumda olması, tüm enerjilerinin biraraya gelmesi gerekmektedir.
Bu ümmetin gelişmesini tamamlaması, olgunlaşması, bunun sonucunda da o büyük
emaneti yüklenip gereğini yapması için bu bir zorunluluktur. Uğruna hiçbir
meşakkat çekilmeyen ve yan gelip yatan tembellerin elde ettiği kolay bir zafer
insanın işaret ettiğimiz yetenek ve enerjilerinin ortaya çıkmasına engel olur.
Bu dùrumda bu enerji ve yetenekleri harekete geçiremez, onları kullanamaz.

Bunun yanı sıra çabuk ve kolay elde edilen bir
zaferin kaybolup gitmesi de kolay olur. Birincisi, böyle bir zaferin değerinin
ucuz olması ve uğruna büyük fedakârlıkların çekilmemiş olmasıdır. İkincisi böyle
bir zaferi elde edenler, bunu korumak için tüm güçlerini kullanmazlar, onu
kazanmak için enerjilerini toplayıp devreye sokmazlar. Onu savunmak için
yeteneklerini, enerji ve güçlerini toplayıp harekete geçirmezler.

Kuşkusuz burada zafer ve yenilgiden, hücum ve
kaçıştan güç ve zayıflıktan ilerleme ve geriye çekilmekten, ayrıca bunlara eşlik
eden duygulardan, arzu ve ıstıraplardan, ferahlık ve hüzünden, huzur ve
bunalımdan zayıflığı ve güçlülüğü duyumsamadan kaynaklanan vicdanı bir eğilim,
pratik bir alıştırma sözkonusudur. Bunun yanında, inanç ve toplum adına bir
araya gelmek, kişisel duygulardan vazgeçmek, savaş anında, öncesinde ve
sonrasında eğilimler arasında uyum sağlamak, zayıflık ve güçlülük noktalarını
ortaya çıkarmak, her durumu göz önünde bulundurarak işleri planlamak... Evet
bütün bunlar, davayı omuzlayan ve gereklerini yerine getirmek ve insanların ona
uymasını sağlamak durumunda olan bir toplum için zorunludur.

Bütün bunlar ve bunların dışında sadece yüce
Allah'ın bildiği hususlar nedeniyle yüce Allah mü'minlere yönelik savunmasının
bizzat onların eliyle gerçekleşmesini ve uğruna hiçbir zorluğa katlanmadan
gökten inen bir buluntu olmamasını dilemiştir. (Buna rağmen İslâm, savaşı başlı
başına bir hedef olarak öngörmez. Ateşkesten ve saldırmazlıktan daha büyük ve
daha Önemli bir amaç olmadığı sürece savaşa izin vermez. Kur'ân-ı Kerim'de yer
alan birçok âyette de vurgulandığı gibi İslâm'ın amacı barışı sağlamaktır. Ama
haksızlık, zulüm, azgınlık ve düşmanlığın olmadığı bir barış... İnanç ve ibadet
özgürlüğü, yönetiminde ve cezalandırmada adaletli olmak, mal ve serveti, hak ve
sorumlulukları adilce paylaşmak, kişisel ve toplumsal olarak Allah'ın
belirlediği sınırlar içinde hareket etmek gibi üstün insani değerlere karşı bir
saldırı, bir tecavüz sözkonusu olduğu zaman... İşte bu değerlerden herhangi
birine, herhangi bir şekilde, bir saldırı ve tecâvüz ister bir fertten diğerine,
ister bir fertten bir topluma, ister bir toplumdan bir ferde ya da topluma,
ister bir devletten diğerine yönelik olsun, İslâm bu durumda böyle bir
haksızlığa dayanan bir barışa razı olmayacaktır. Çünkü İslâm'a göre barış
saldırmazlık ve statükoyu korumak değildir. İslâm göre barış, yüce Allah'ın
kulları için belirlediği sistem dairesinde iyilik ve adaletin gerçekleşmesidir.

Zulme uğrayan ve "Rabb'imiz Allah'tır" demekten
başka suçları olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarılanlara yönelik zafer
kimi zaman gecikebilir. Kuşkusuz bu gecikme yüce Allah'ın dilediği bir hikmetten
dolayıdır.

Zafer gecikebilir, çünkü ümmet henüz
olgunlaşmamıştır, henüz gerekli eğitimi tamamlamamıştır. Bütün enerjilerini bir
araya getirmemiştir. Bütün hücreler içlerindeki tüm güç ve yetenekleri son
noktasına kadar belirleyip ortaya çıkarmak için. henüz bir araya gelip harekete
geçmemişlerdir. Bu ümmet bu durumda olduğu halde zafer elde edecek olursa, uzun
süre bu zaferi koruyacak güce sahip olmadığından çok çabuk yitirecektir elde
ettiği zaferi.

Mü'min ümmet, gücünü son noktasına kadar
kullansın, bütün birikimlerini harcasın, üstün ve değerli gördüğü her şeyi feda
etsin, bunları Allah yolunda kolay ve ucuz harcamasın diye zafer gecikebilir.
Mü'min ümmet var gücünü denesin ve Allah'ın yardımına dayanılmadığı sürece
yalnız başına bu güçlerle zaferin kazanılmayacağını anlasın diye, yüce Allah'ın
söz verdiği zafer gecikebilir. Mü'min ümmet elinden gelen her şeyi bu uğurda
harcadıktan ve bundan sonrasını Allah'a bıraktıktan sonra yüce Allah'ın verdiği
zafer sözü gerçekleşir.

Mü'min ümmet, büyük zorluklar çekerken, acılara
katlanırken, bütün gücünü bu uğurda harcarken, Allah'tan başka bir dayanağın
olmadığını sıkıntı anında ancak O'na yönelinileceğini bizzat yaşarken, Allah'a
olan bağlılığı daha bir artsın diye zafer gecikebilir. Çünkü, yüce Allah
kendisine izin verip zafere ulaştıktan sonra Allah'ın sistemi doğrultusunda
hareket etmesinin ilk garantisi Allah'la kurduğu bu bağdır. Ancak bu şekilde
azgınlaşmaz, yüce Allah'ın kendisine zafer bahşetmesine neden olan haktan,
adaletten ve iyilikten sapmaz.

Allah'ın verdiği zafer sözü kimi zaman
gecikebilir. Çünkü mü'min ümmet giriştiği savaşta, yaptığı fedakârlıklarda, can
ve mal konusunda yaptığı harcamalarda bütünüyle Allah için, davası için
bunlardan soyutlanmamış olabilir. Bir ganimet için ya da kendisini korumak için
veya düşman karşısında kahramanlık ve cesaret gösterisinde bulunmak için
savaşıyor olabilir. Oysa Yüce Allah cihadın sadece kendisi için, sırf kendi
yolunda, ve diğer bütün endişelerden uzak olmasını istiyor. Nitekim,
Peygamberimize (s.a.s.) "Bir adam kendini korumak için, bir kahramanlık için,
biri de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolunda savaşıyor" diye
sorulduğunda "Allah'ın sözü en üstün olsun diye savaşan Allah yolunda
savaşıyor" diye cevap vermiştir (Buhârî, Müslim)

Mü'min ümmetin savaştığı, kötülüğün bünyesinde,
bir iyilik kalıntısı bulunduğu için de zafer gecikebilir. Bu yüzden yüce Allah
kötülüğün bütünüyle iyilikten soyutlanmasını, tek başına kötülük olarak
kalmasını, içinde bir zerre dahi olsa iyiliğin de yok olmaması için sadece
kötülüğün mahvolmasını ister. Mü'min ümmetin savaş ilan ettiği batıl, olanca
çıplaklığı ile halkın görüşünde netleşmediği, çirkefliği bütünüyle bilinmediği
için de zafer gecikebilir. Böyle bir durumda mü'min ümmet batıla üstünlük
sağlayacak olursa, batılın bozukluğu, yok edilmesinin zorunluluğu konusunda
henüz ikna olmamış, bu yüzden batıla yardımcı olan kimi aldanmışlar bulunabilir.
Bu durumda gerçeği tam anlamıyla kavrayamamış saf kimselerin gönlünde batıla
karşı köklü bir eğilim yer edebilir. Halbuki yüce Allah, bütün insanlar net
olarak görene kadar batılın varlığını sürdürmesini ister. Yok olacağı zaman
geride hiçbir kalıntı bırakmadan, hiç kimse kendisine hayıflanmadan yok olup
gitsin diye.

Ortam henüz mü'min ümmetin temsil ettiği hak,
iyilik ve adaletin geleceği açısından uygun olmadığından zafer gecikmiş
olabilir. Durum böyle olduğu halde mü'min ümmet zafer elde edecek olursa
ortamdan kaynaklanan ve birlikte yapamayacağı bir muhalefetle karşı karşıya
kalabilir. Çevresindeki insanların gönülleri zafer kazanan gerçeği kabullenip
kalıcılığını isteyecek duruma gelene kadar çekişme sürüp gidecektir.

Bütün bunlar için, bir de Yüce Allah'ın bilip de
bizim bilmediğimiz birtakım nedenler için zafer. gecikebilir. Fedakârlıklar kat
kat katlanabilir. Çekilen acılar arttıkça artabilir. Buna rağmen yüce Allah
düşmanlarına karşı mü'minleri savunacak, en sonunda zaferi onların lehine
gerçekleştirecektir.

Sebepler yerine gelip zaferin bedeli ödendikten,
onu saran atmosfer onu kabullenip kalıcılığını sağlayacak duruma geldikten sonra
yüce Allah zafer izni verdiği zaman yerine getirilmesi gereken birtakım
yükümlülükler, katlanılması gereken birtakım zorluklar vardır. "Kim Allah'a
yardım ederse bilsin ki, Allah da mutlaka kendisine yardım edecektir. Hiç
şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir." "Onlar ki, eğer biz kendilerini
yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek
kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir."

Kendisine yardım edenlere yardım edeceğine
ilişkin yüce Allah'ın verdiği söz, kesin, sağlam, gerçekleşmesi kaçınılmaz ve
değiştirilmez bir sözdür. (Fî Zılâli'l Kur'an, 22/Hacc, 40. âyetin tefsirinden)

?Onlar, yalnızca; ?Rabbimiz Allah'tır'
demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer
Allah'ın, insanların bir kısmıyla bir kısmını defetmesi (yenilgiye uğratması)
olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça
anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi...? Bu ifâdede İlâhî bir kural
ortaya konulmaktadır: "Allah hiç bir topluluğun ve hiç bir grubun sürekli hakim
durumda olmasına izin vermez. Her an bir grubu başka bir grupla defeder." Eğer
böyle olmasaydı, sürekli hakim olan grup sadece siyasi ve ekonomik alanlarda
karışıklık çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda ibâdet yerlerini de yakıp yıkardı. Bu
kurala Bakara Suresi 251. ayette de değinilmiştir.

?Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin
olarak yardım eder...? "Allah'a
yardım edenler", insanları tevhide çağıran ve "Hak Din"in ve doğruluğun ikame
edilmesi için çaba harcayan kimselerdir. (Tefhimu'l Kur'an, 22/Hacc, 40 âyetinin
tefsirinden)

?Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım
ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar. İnkâr
edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah, onların yaptıklarını boşa
çıkarmıştır.? (47/Muhammed, 7-8)

Ey iman edenler, siz Allah'a yardım ederseniz,
Allah Teâlâ kendisi ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada Allah'a
yardım ifadesi emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek mânâsından
mecazdır. Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların
irâdeleriyle yapılması matlup olan ihtiyarî yani isteğe bağlı fiillerdir. Onun
için kulun cüz'î iradesi harekete geçmeden istenen netice ve sevap meydana
gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu
şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz'î irâdelerini sarf
etmekle yapacakları hizmetlerine, Allah'a yardım denilmiştir ki isnadda mecaz,
yahut istiâredir. Yani imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine getirmek,
rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi sarf etmek
suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size yardım eder, sizi düşmanlarınıza
galip ve muzaffer kılar. Ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad
mevkîlerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar.

Küfredenlere ise artık yıkım onlara. kelimesi,
aslında ayak kayıp yüzükoyun, yahut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve kalkamayıp
helak olmaktır. Kamus'ta der ki: Helâk olmak, kaymak, düşmek, şer, uzaklık,
düşüş mânâlarına gelir. İfadesi kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın gibi
beddua yerinde de mesel halinde kullanılır. Burada müminlere ayaklarını sağlam
bastırma vaadine karşılık kâfirlere yıkım ile tehdittir. (Elmalılı, 47/Muhammed,
7 âyetinin tefsirinden)

Peki müminler yüce Allah'a nasıl yardım ederler
ki şartı yerine getirmiş olsunlar ve sonuç olarak da kendilerine o şartın bir
karşılığı olarak yardımını ve sebatı elde etsinler? Gönülleri Allah için her
şeyden soyutlamakla, Allah'a açık veya gizli hiçbir şeyi ortak koşmamakla,
gönüllerinde Allah'ın sevgisi yanında hiçbir kimseye ve hiçbir şeye yer
bırakmamakla, yüce Allah o gönüllere kendisinden ve sevdiği ile ilgi duyduğu her
şeyden daha sevgili olmakla, gönüller Allah'ı tüm arzularında, duygularında,
duruşlarında ve davranışlarında, tüm faaliyetlerinde ve duygularında hakem
kılmakla... Evet gönül aleminde Allah'a yardım böyle olur.

Yüce Allah'ın bir şeriatı ve hayat sistemi
vardır. Bu şeriat birtakım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine
ve hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Allah'a yardım, O'nun şeriat ine ve
sistemine yardım edilerek şeriatının istisnasız tüm hayata hakem kılınma
girişimi ile gerçekleşir. Bu da hayat sahnesinde Allah'a yardım demektir.

"Allah kendi yolunda öldürülenler" ifadesi ile,
"Allah'a yardım ederseniz" ifadeleri üzerinde bir an duralım. Her iki
durumda da, öldürülme ve yardım etme durumlarında da, bunların sırf Allah için
yapılmış olması şarttır. Aslında bu, doğruluğu apaçık olan bir gerçektir. Ancak
ne var ki bazı nesiller İslâm'ın inanç sisteminden sapınca, bu gerçeğin üstünü
karaltılar kaplıyor. Şehâdet sözcüklerinde (Allah'ın birliği ve Rasûlullah'ın
O'nun peygamberi olduğuna tanıklık ifade eden sözcükler) şehid düşenlere cihad
sözcüklerine önem verilmeyince ve bunlar değerlerini yitirince ve bu sözcükler
gerçek ve biricik anlamlarından saptırılınca ispata ihtiyacı olmayan bu gerçeğin
üzerini karanlıklar kaplıyor.

Halbuki, insanın gerek iç aleminde gerekse
dünyadaki yaşama üslubunda, cihad bir olan Allah'ın yolunda yapılmadıkça, ölüm
sadece O'nun yolunda gerçekleşmedikçe yardımın gayesi, sadece O'na yardım
olmadıkça ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten...

Allah'ın hükmünün en üstün olması hedef olarak
seçilmemişse, Allah'ın şeriati ve hoşnut olduğu hayat sistemi insanların
vicdanlarına, ahlaklarına, yaşama üsluplarına, kanunlarına, durumlarına ve
düzenlerine aynı derecede egemen olamamışsa, ne cihaddan söz edilebilir, ne
şehidlikten ve ne de cennetten...

Nitekim Ebû Mûsâ'nın naklettiği bir hadiste,
Rasûlullah'a bir kişinin kahramanlık, bir kişinin soy taassubu bir kişinin de
gösteriş için savaştığı hatırlatılarak bunların hangisinin Allah yolunda olduğu
sorulduğunda, Rasûlullah: Allah'ın hükmü ve iradesi yücelsin diye çarpışan
kimsenin savaşı Allah yolundadır buyurur. Sapık düşünceli nesillerin değer
verdiği tüm sancak, bütün isim ve hedefler arasında yüce Allah'ın bu sancağı ve
bu hedefinden başka uğrunda cihad etmeye ve şehid düşmeye değer ve bunun sonucu
olarak da cennetin hak edileceği başka hiçbir hedef ve sancak yoktur.

Dava adamlarının bu apaçık gerçeği iyi
kavramaları, gönüllerinde besledikleri bu gerçeğe bulaşan yaşadıkları çevrenin
mantığını, sapık nesillerin düşüncelerini temizlemeli, sancaklarını başka hiçbir
sancakla karıştırmamalı ve inanç sisteminin özüne yabancı olan düşünceleri kendi
öz düşüncelerine bulaştırmamalıdırlar. Cihad ancak ve ancak Allah'ın hükmü ve
iradesi en üstün olsun diye yapılır. Allah'ın hükmü ruhlarda ve vicdanlarda en
üstün olsun diye yapılır. Ahlâk ve davranışlarda tüm durumlarda ve sistemlerde
en üstün olsun diye yapılır. Cihad yeryüzünün her köşesinde gerçekleşen
ilişkilerde bağlılıklarda Allah'ın hükmü en üstün olsun diye yapılır. Bunun
dışında yapılan hiçbir savaş Allah için değildir. Aksine şeytan uğrunadır. Bu
seçenek dışında şehidlikten de şehid olma arzusundan da söz edilemez. Bunun
dışında ortada ne cennet vardır ve ne de yüce Allah'tan yardım ne de ayakların
kaymaması için Allah'tan destek... Sadece karanlık vardır ortada, bir de kötü
düşünce ve sapıklık...

Allah dâvâsından başka davalar peşinde koşanlara
bu gibi karanlıktan, kötü düşünce yapısından ve sapıklıktan kurtulmak zor
geldiğine göre, Allah'a çağrıda bulunanların Allah'ın şartı arasında yer alan
birinci gerçekle bağdaşmayan içinde yaşadıkları toplumun mantığından
kendilerini, duygularını ve düşüncelerini kurtarmalarının zorlukta ondan daha
aşağı kalır yanı yoktur.

Allah yolunda öldürülmek ve O'na yardım etmek
Allah'ın iman edenlere karşı ileri sürmüş olduğu şarttır. İnananların yararına
olarak kendisinin üstlendiği ise, onlara yardım etmek ve kendilerine dayanma
gücü vermektir. Yüce Allah vermiş olduğu sözden asla caymaz. Allah'ın bu sözü
bir süre gerçekleşmemiş ve geri kalmışsa, bu bir başka nedenden dolayı önceden
planlanmış bir gecikmedir. Allah'ın verdiği sözün gecikmesinin nedeni zaferin ve
dayanma gücünün gerçekleşmesi ile birlikte meydana gelir. Müminlerin gerekli
şartları yerine getirdikleri halde ve Allah'ın yardımının -bir süre için-
gelmemesi halinde bu durum sözkonusudur.

Sonra âyetin ifâdesinde yer alan, özel bir
deyimin üzerinde de bir nebze duralım: "Size yardım eder, ayaklarınızı
savaşta sâbit kılar." İnsan ilk bakışta, önce dayanma gücünün verildiğini
sonra da yardımın geldiğini dayanma gücünün zaferin nedeni olduğunu zanneder. Bu
doğrudur. Ancak ayetin ifadesinde dayanma gücünün yardım sözcüğünden sonra yer
alması dayanma gücünün anlamlarından başka bir anlamın kastedildiğini
düşündürüyor. Bundan amacın, zafere ve zaferin çilelerine karşı dayanma gücü
vermek olduğunu düşündürüyor. Çünkü zafer, küfür ile iman arasında, hak ile
sapıklık arasında geçen savaşın sonu değildir. Çünkü zaferin, hem ruh ve hem de
hayat bazında getireceği yükümlülükler vardır. Çünkü zaferin kibirlenmemek ve
şımarıp azmamak gibi yükümlülüğü vardır. Çünkü zaferin gerçekleştirildikten
sonra gevşememek, düşmanı hafife almamak gibi yükümlülükleri vardır. Birçokları
bela ve çilelere karşı dayanır. Fakat zafer ve nimet karşısında benliğini
koruyabilen kişi çok azdır. Kalplerin zaferi elde ettikten sonra bozulmamaları
ve bağlılıklarını sürdürmeleri zaferin ötesinde bir mertebedir. Herhalde Kur'an
ayetinin işaret etmeye çalıştığı gerçek bu olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir.

"İnkâr edenlere gelince onların hakkı yıkımdır.
Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır."
Bu ifade yardımın ve dayanma gücünün tam
tersidir. Tökezleyip yüzükoyun düşme bedduası yüce Allah'ın onlar için yüzükoyun
düşmeleri, kaybetmeleri ve yardımsız bırakılmaları için verilmiş bir hüküm
demektir. Amellerinin boşa çıkarılması ise bunun üzerine ikinci bir zarar ve
ikinci bir yok oluştur. (Fî Zılâl, 47/Muhammed, 7 âyetinin tefsirinden)

?Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına
İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz...?
Allah'a yardım etmenin en açık ifadesi, O'nun
dinini yüceltmek için can ve malla cihad etmektir. (Tefhimu'l Kur'an,
47/Muhammed, 7 âyetinin tefsirinden)

?Ey iman edenler Allah'ın yardımcıları olun.
Tıpkı Meryem oğlu İsa'da havarilere: `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?"
dediğinde Havariler: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demeleri gibi İsrail
oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkar etti. Biz de inananları,
düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler.?
(61/Saff, 14)

Elmalılı diyor ki:

Onun için Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları
olunuz, yani bu müjdelere ermek için iradelerinizi Allah için, O'nun rızasına
kavuşmak için yardımcı olunuz. Meryem oğlu İsa'nın Havarilere dediği gibi: Benim
Allah'a doğru, yardımcılarım kimdir? Yani ben Allah'a doğru giderken başarıya
kavuşmak için bana yardım edecek, benimle beraber ona kavuşmak isteyecek
yardımcılarım kimlerdir? Buna cevaben Havariler "O Allah yardımcıları biziz"
dediler. İşte siz de ey müminler! İsa'nın Havarileri gibi Allah'ın yardımcıları
olunuz. Peygamber'in davetini kabul ederek Allah'a tam bir iman ile yardım
ediniz.

Havâriyyûn, Hz. İsa'nın, ilk iman eden seçkin
öğrencilerinden on iki kişiye denir ki, bunlar dini yaymak için etrafa dağılmış
olduklarından "Rusul-i İsa" (İsa'nın elçileri) ismi dahi verilmiştir. Eldeki
İncillerde bunlara on ikiler de denilmektedir. Havâriyyun kelimesi, esasen
"Havârî" ism-i mensubunun çoğuludur. Kâmus şârihinin beyanına göre bazı âlimler
demişlerdir ki, "Bu kelime, çoğuldan cinse nakledilerek hem müfred hem çoğul
için kullanılır. "Havar ve haver lügatte, beyaz ve beyazlık mânâsına isimdir. Bu
münasebetle şehir kadınlarına beyazlıklarından dolayı "Havariyyât" denilir.
Bezleri yıkayıp çırparak ağartan kassâra, eski Türkçe karşılığıyla çırpıcıya da
havarî denildiği gibi saf ve temiz dost ve yardımcıya, özellikle büyük
peygamberlerin davet ve emirlerini yerine getirme uğrunda yardımcı olanlara da
samimi niyet ve temizliklerinden dolayı havarî denilir. Mamafih zikredildiği
gibi bu isim en fazla İsa (a.s)'nın seçkin yardımcıları olan zatlar hakkında
kullanılmıştır. Müfessirler bunlara söz konusu ismin verilmesinde çeşitli
görüşler nakletmişlerdir ki, Kâmus sahibi Fîrûzâbâdî "Besâir"de bu görüşleri
şöyle özetlemiştir: "Bazı âlimler, onların bir kısmının kassâr (çırpıcı) bir
kısmının da avcı olmaları sebebiyle bu ismi aldıklarını söylerken, bazıları da
beyaz elbise giydikleri için yahut daima ilim ve din eğitimiyle insanları
temizlemiş olduklarından dolayı onlara bu ismin verildiğini ileri sürmüş ve
demişlerdir ki: "Kassârlık isnad edenlerin maksatları da budur. Avcılık isnad
edenler ise onların, din ve âhiret konularında şaşkınlığa düşen kimseleri
avlayıp din yoluna çektikleri için bu adı aldıklarını savunmuşlardır." Diğer
bazıları da, işaret ettiğimiz gibi inançlarındaki saflık, ilgi ve niyetlerindeki
temizlik sebebiyle onlara havarî dendiğini ifade etmişlerdir ki en münâsip olan
görüş de budur. Frenkler havarîlere "aptres" ismini vermişlerdir ki bu kelimenin
Yunanca'dan alınarak uzağa gönderilmiş elçiler anlamını ifade ettiği
söylenmektedir. Buna göre aptre, Havariyyûn kelimesinin tercümesi olmayıp Yâsin
Sûresi'nin "...onlara elçilerin geldiği ..." (36/Yâsin, 13) âyetinde
geçtiği üzere İsa'nın elçileri mânâsına diğer bir isim olmuştur. Yalnız avcıya,
"dağıtılmış" mânâsı düşünüldüğü takdirde Havariyyûn'a avcı mânâsı verenlerin
kavline de itibar edilebilir.

Âlûsî der ki: "Bahr'in beyanına göre Hz. İsa
bunları çeşitli beldelere dağıtmış kimini Rûmiyye'ye, kimini Babil'e, kimini
Afrika'ya, kimini Efes'e, kimini Beyt-i Makdis'e, kimini Hicaz'a, kimini de
Arz-ı Berber ve havalisine göndermişti. Mamafih her beldeye gönderilenin tayini
ve isimlerinin zabtedilmesi hususlarının sıhhatine güvenilemez. Suyûtî de
bunları "İtkân"da zikretmiş ise de, esasen bulunulabilecek yerlerde
araştırılmalıdır."

Endülüs'lü müfessir Ebu Hayyan
"el-Bahru'l-Muhit" adlı tefsirinde der ki: "Havarîler, on iki kişidir ve bunlar,
Hz. İsa'ya ilk iman edenlerdir. İsa bunları çeşitli beldelere göndermişti.
Batris ve Pavlos Roma'ya, Andiravs ve Matta, halkı insan yiyen arza, Bukas
Babil'e, Filibs Kartaca'ya yani Afrika'ya, Yuhann, Ashab-ı Kehf'in kenti olan
Efsus'a, iki Ya'kub Beyt-i Makdis'e, İbnü Büleymin Hicaz'a, Testemir Berber
ülkesine ve havâlîsine gönderilmişti. Mamafih bu isimlerin bazılarında zabt
cihetiyle zorluk vardır. Onun için esas bulunması gereken yerlerden
araştırılsın." Hakikatte Sen Pol dahi denilen Pavlos, Havarîler'den değildir.
Sonradan onlara katılmış, mektupları ve risaleleri Ahd-i Cedîd'in "a'mâl-i
Rusül" (elçilerin işleri) kısmına sokulmuştur. Bu zat hrıistiyanlıkta sünnet
olmayı kaldırmış ve bir takım değişiklikler yapmıştır. Sonra İbnü Büleymin ile
Testemir isimleri özellikle araştırılmalıdır. Matta İncili'nin onuncu bâbında
şöyle denilmiştir: "Ve on iki şakirdini (öğrencisini) yanına çağırıp temiz
olmayan ruhlar üzerine onları göndermeğe ve her marazı her hastalığı def etmeye
onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır: Batris adı
verilen Şem'un ile kardeşi Endravs, zibidi oğlu Ya'kub ile kardeşi Yuhanna,
Filbs ve Bertolmavs Toma ve Gümrükcü Matta, Halfi oğlu Ya'kub ve Tedavs lakaplı
Lebaüs, Fanvi Şem'un ve onu ele veren İsharyoti Yehuda. İsa bu on ikileri
gönderip onlara tenbih ederek dedi ki: "Tâifelerin yoluna gitmeyiniz ve
Samiriler'in bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise, beyt-i İsrail'in zâyi olmuş
koyunlarına varınız ve gittiğinizde "Melekûtu's-Semâvat (göklerin saltanatı)
yaklaşmıştır." diye va'z ediniz. Hastalara şifa veriniz. Cüzzamlıları
temizleyiniz. Cinleri çıkarınız. Bedava aldığınızı bedava veriniz.
Kemerlerinizde ne altın ne gümüş, ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari,
ne ayakkabı ve ne de asâ tedârik etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine layıktır.
Ve hangi şehre veya köye giderseniz orada kimin layık olduğunu sorup ayrılıncaya
kadar orada kalınız. Ve hâneye girdiğinizde ona selam veriniz. Ve eğer o hâne
buna layık ise selamınız onun üzerine gelsin ve eğer layık değilse selamınız
size geri dönsün. Ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi dinlemezse o haneden
yahut o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten size
derim ki, ceza gününde Sadom ve Gamore diyarının hali o şehrin halinden ehven
olur. İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. İmdi yılanlar
gibi akıllı ve güvercinler gibi sade-dil olunuz. Lakin insanlardan sakınınız.
Zira sizi millet meclislerine teslim edip sinagoglarda dövecekler, hem de benim
için onlara ve tâifelere şehadet olmak üzere hakimler ve krallar huzuruna
götürüleceksiniz. İmdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyeyim diye
endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir. Zira
söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen Pederinizin ruhudur. Ve kardeş
kardeşi ve baba evlâdı ölüme teslim edecek ve evlat ana babanın aleyhine
kalkışıp onları öldürecekler ve ismim için herkes tarafından buğz edileceksiniz.
Lakin kim sonuna kadar tahammül ederse o kurtulacaktır. Ve size bir şehirde
düşmanlık ettikleri zaman diğerine kaçınız. Zira hakikaten size derim ki,
insanoğlu gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini tamamlamayacaksınız.
Öğrenci öğretmenine ve kul efendisine üstün değildir. Öğrenciye öğretmeni gibi,
kula efendisi gibi olmak kifayet eder. Hane sahibine balezbul dedikleri halde
onun hanesi halkına ne kadar ziyade diyecekler. İmdi onlardan korkmayınız. Zira
keşfedilmeyecek ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi
aydınlıkta söyleyiniz. Ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve
canı öldürmeye kâdir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canı
hem cesedi cehennemde helak etmeye kâdir olandan korkunuz."

Bunu takip eden on birinci bâb: "Ve İsa on iki
öğrencisine emir vermeyi tamam ettiğinde şehirlerinden va'z ve öğretimde
bulunmak üzere oradan hareket etti. Ve Yahya zindanda Mesih'in işlerini haber
alınca, o gelecek kimse sen misin? Yoksa diğer bir kimseyi mi bekleyelim demek
için kendi öğrencilerinden ikisini onun yanına gönderdi."

Denildiğine göre on ikilerin bu sûretle etrafa
gönderilmesi Hz. Yahya'nın hapiste bulunduğu sırada olmuştur. Halbuki yine aynı
İncil'in yirmi altıncı bâbında ise, mekr yani su-i kast anlaşılırken: "Akşam
olduğunda on ikilerle beraber sofraya oturdu ve onlar yemek yerken, "Hakikaten
size derim ki, sizden biriniz beni ele verecektir." dediğine göre bundan
onların, göğe çıkarılma sırasında Hz. İsa'nın yanında toplanmış bulundukları ve
sonradan etrafa yayıldıkları anlaşılmaktadır. Al-i İmrân Sûresi'nde geçen
"İsa onlardan inkârı sezince: 'Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?'
dedi. Havariler: 'Biz, Allah (yolunun) yardımcılarıyız;..." (3/AÂ-i İmrân,
52) âyetinde Hz. İsa'nın "Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?"
demesi ve Havarilerin "Biz Allah (yolunun) yardımcılarıyız."
cevabını vermeleri de, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından önce gerçekleşmiş
demektir. İbnü Cerir'in Sa'id b. Cübeyr tarikiyle İbnü Abbas'tan yaptığı
rivayete göre: "Allah Teâlâ Hz. İsa'yı göğe çıkarmayı murad ettiği zaman İsa
ashâbının yanına vardı, onlar on iki kişi bir evde idiler. O evin bir (su)
kaynağından onların yanına çıktı, başından su damlıyordu. Onlara, "İçinizden
birisi bana yakında on iki kere küfredecek." dedi. Sonra da "Benim benzerim onun
üzerine atılıp da benim yerime öldürülecek ve benimle beraber benim derecemde
bulunacak hanginiz?" dedi. İçlerinde yaş itibariyle en genç birisi "Ben" dedi.
İsa ona "Otur" dedi ve sonra yine tekrar etti. Yine o genç kalktı ve "Ben" dedi.
Hz. İsa da, "Evet sen osun." dedi. Bunun üzerine ona İsa'nın benzeri bırakıldı
ve İsa evdeki bir pencereden göğe yükseltildi. Derken Onu arayan yahûdiler geldi
ve benzerini tutup öldürdüler. Bazısı ona iman etmiş iken on iki kere inkâr
etti. İlh ..." En iyisini Allah bilir. (Bu konuda bilgi için 3/Âl-i İmrân, 52;
4/Nisâ, 157 âyetine bkz.)

Maamâfih Kur'ân burada da bu tafsilata taarruz
etmeyerek buyuruyor ki: "Ey inananlar! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim
Meryem oğlu İsa da havarilere: "Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım
kimdir?" demişti. Havarîler: "Allah (yolunun) yardımcıları biziz." dediler.."
Bunun üzerine İsrailoğullarından bir taife iman etti, Havarîlerin mesaisi
üzerine İsa'ya ve müjdesine inandı ve dine yardım etti bir taife de küfretti.
Neticede biz de iman edenleri düşmanlarına karşı güçlendirdik. Binaenaleyh onlar
gâlip geldiler. İman edenler düşmanları olan kâfirlere karşı gâlip gelip yüze
çıktılar. İşte siz de Allah'ın vaadlerine ve emirlerine, Rasûlullah'ın yukarıda
zikredilen dâvetlerine iman edip Havarîlerin çalıştığı gibi Allah yolunda Hak
dinine yardım için cihad ederek çalışın. Allah'ın yardımcıları olursanız bütün
düşmanlara gâlip gelir, (61/Saff, 9) vaadiyle zikredilen müjdelere ulaşırsınız.
Hakikaten Muhammed'in ashâbı öyle çalıştılar, çok geçmeden müşrikleri ve
hıristiyanları yendiler. Hak dinini gâlip kıldılar ve öyle üstün duruma
getirdiler ki, İslâm'ın o göz kamaştırıcı gâlibiyeti ve bir Hz. Ömer hilâfetinin
hakkaniyyet ve adâlet zevkini hâlâ bütün dünya sonsuz bir hayret ve hasretle
erişilmez bir umut gibi yad etmektedir. Mamafih bu emir ve taahhüt yalnız onlara
değil "Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun!" hitabının genel
mânâsından anlaşılacağı gibi her zaman için o tarzda amel edecek bütün müminleri
kapsayan bir vaad ve müjdedir. O halde Allah'ın yardımcıları olmayanlar, O'nun
yardımından mahrum kalıp geriye sürükleniyorlarsa, bunun sebebini Hak dinde
değil, kendi günahlarında aramalıdırlar. Kısacası, "Eğer siz Allah'a (dinine)
yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder..." (47/Muhammed, 7), "Sana
gelen her kötülük de kendindendir..." (4/Nisâ, 79) âyetleri de bu hususu net
bir şekilde ifade etmektedirler. Ashab-ı Kiram içinde Aşere-i Mübeşşere
(cennetle müjdelenen on kişi) Rasûlullah'ın havarîleri makamındadır. Bir hadiste
"Her peygamberin bir havarîsi vardır, benim havarîm de Zübeyr'dir." buyrularak
Hz. Zübeyr bu vasıfla yad edilmiştir. Ancak Katade'den gelen bir rivayette de
Zübeyr'den başkalarına da Havarî denildiği zikredilmektedir. Rasûlullah'ın
havârîlerinin: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer, Ebu Ubeyde
İbni'l-Cerrah, Osman b. Maz'un, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b.
Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam olduğu nakledilmiştir. (Elmalılı, 61/Saf, 14.
âyetinin tefsirinden)

Seyyid Kutub diyor ki:

Havariler Hz. İsa'nın öğrencileridir. Rivayete
göre bunlar on iki kişiydi. Sürekli etrafını sarmış ve onu dinlemek için her
şeylerini bırakmışlardı. Onun göğe çıkarılmasından sonra öğrettiklerini yayan,
öğütlerini koruyanlar da bu öğrencilerdi. Burada âyet, bir tutumu tasvir etmeyi
hedef alıyor, kıssayı detaylı açıklamayı değil. Ve biz de ayet-i kerimenin
amaçladığı amaca doğru onunla birlikte yürüyoruz. Surenin bu yerinde ayetin
gelmesi bizi de etkiliyor.

?Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun.?
Yüce Allah'ın sizi arındırıp
yücelttiği bu güzel yerinde ona yardımcı olun. Kulun Rabbine yardımcı olduğu bir
makamdan daha yücesi olabilir mi? Bu sıfat cennetten ve nimetlerinden daha büyük
bir onurlandırma mesajı taşıyor. Allah'ın yardımcıları olun. "Tıpkı Hz.
İsa'nın havarilere ?Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?' dediğinde
Havarileri ?Biz Allah yolunun yardımcılarıyız' demeleri gibi." Aynen onların
bu işe gönüllü sarılarak bu ikrama kavuştukları gibi. Zaten Hz. İsa, yeni
peygamberi ve son dini müjdelemek için gelmişti. Havarilerin kısa süreli olarak
gönüllü fedailiğini yaptıkları bu işe Hz. Muhammed'in peşinde gidenlerin sürekli
olarak kendilerini vermeleri ne de güzel olur! Bu diyalogun surenin akışı içinde
burada sergilenişi ile amaçlanan en açık dokunuş ve amaç ta budur zaten. Peki
sonuç ne olmuştu?

"Havâırîler: ?Allah yolunun yardımcıları biziz'
demeleri gibi İsrail oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Biz de
inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler."
Bu âyetin yorumunu iki şekilde yapmak mümkündür.
Hz. İsa'nın peygamberliğine inananlar tüm hristiyanlardır. Doğru inanca sahip
olanları ile inancına birtakım sapıklıklar bulaşan tüm hristiyanlar. İşte Cenabı
Allah bunları Hz. İsa'ya hiç inanmayan yahûdilere karşı desteklemiştir. Nitekim
onu tarihte de böyle olmuştur. Ya da Hz. İsa'ya iman edenler; onu
ilahlaştıranlara, üç ilah inancına ve tevhidden sapmış diğer inançlara
kendilerini kaptıranlara karşı tevhid çizgisinde yer edenlerdir. Bunların üstün
gelmesinin anlamı delil ve belgelerle üstün gelmeleridir. Ya da onların bağlı
olduğu tevhid inancının bu son din ile Allah tarafından üstün kılınmasıdır.
Yeryüzünde son hakimiyetin ona bahşedilmesidir. Nitekim tarihte de böyle
olmuştur. Bu son yorum surenin akışı içinde gerçeğe daha yakın ve tercih
edilmeye daha uygundur.

Bu işaretten ve bu çağrıdan alınması gereken
ibret ise az önce değindiğimiz konulardır. Bu da mü'minlerin son dine sımsıkı
sarılmalarını teşvik etmektir. Çünkü bu mü'minler yeryüzünde Allah sisteminin
bekçileri, İlâhî inancın ve mesajın varisleri ve bu büyük görev için seçilmiş
kimselerdir. İşte bu işaret ile onların Allah'ın yardımına ve dininin yardımına
bütün güçleri ile koşmaları teşvik edilmek istenmiştir. Nihâî zafer Allah'ın
yardımcıları olan mü'minlerindir. (Fî Zılâli'l Kur'an, 61/Saff 14. âyetin
tefsirinden)

Mevdûdi diyor ki:

?Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun;
Meryem oğlu İsa'nın havarilere...?
Hz. İsa'nın sahâbîleri ile ilgili olarak İncil'de genellikle, "şakirt" "talebe"
anlamında bir kelime kullanılmış, daha sonra da bu kimselere "Apostles"
(rasül-elçi) denilmeye başlanmıştır. Bu, Allah'ın elçisi anlamında değildir. Hz.
İsa, onları Filistin ve çevresine tebliğ vazifesiyle göndermiştir. Ayrıca
Yahudiler Hz. Süleyman'ın (a.s) heykeli için para toplamaya giden kimselere de
"rasül" (elçi) diyorlardı. Kur'an'ın kullandığı "Havârî" ifadesi ise, daha net
ve anlaşılırdır. Bu kelime "Hor"dan türemedir ve "beyaz" anlamındadır. Nitekim
elbise temizleyicisine "havârî" denir. Çünkü o elbiseleri temizleyerek onları
beyazlatmaktadır. Yine saf maddelere de "havârî" denir. Örneğin elekten geçen
maddelerin adı havaridir. Ayrıca "karşılık beklemeyen arkadaş, dost"
karşılığında da bu kelime kullanılır. İbn Seyyide, "Bir kimseye aşırı derecede
yardım eden şahsa havârî denir" demektedir (Lisan'ul-Arab).

?... Havârîler de demişlerdi ki: "Allah'ın
yardımcıları bizleriz..." Bu son
safhada, Kur'an, insanları Allah'ın dinine çağıran ve O'nun dininin küfre karşı
galip gelmesi için uğraşan kimseleri, "Allah'ın yardımcıları" (Ensârullah)
olarak nitelemiştir. Bazı kimselerin zihninde, "Allah her şeye Kadir'dir ve tüm
mahlûkattan müstağnîdir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O'na muhtaçtır. O
halde bir kul Allah'a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?" gibi bir soru akla
gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir:

Bu kimselere, "Ensarullah" (Allah'ın
yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın bir kimseye
muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünyada iman-küfür,
itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle
mümin ya da kâfir olmaya zorlamaz.

Fakat O, bu gâyeyle insanlara yol göstermesi,
telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal
etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kimse mümindir.
Fiilen tabi olduğunda da, müslim, kaanit ve âbiddir. Allah'tan ittika ederek
yaşarsa muttaki, hayır için yarışırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve
tâlimi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah'a
itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa ensârullah'tır. Allah, yukarıdaki
âyette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri kendisine yardımcı olanlar
şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifadeyle kast olunan budur. Şayet asıl maksat,
Allah'a değil, Allah'ın dinine yardım etmek olsaydı, "Ensârullah" yerine "Ensâru
dînillâh", "Yensurullah" yerine "Yensuru dînellah" ve "in tensurullah" yerine de
"İn tensuru dînellah" denilmesi lâzım gelirdi.

Ancak görüldüğü gibi, Allah Teâlâ sürekli olarak
bu ifadeyi kullanmış olduğundan, Allah'a yardımın kastedildiği açıkça
anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah'ın bir ihtiyacını
giderdikleri ve Allah'ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve
kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü,
kendilerine Allah'ın yardımcıları denmiştir (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, 61/Saff
sûresi, âyet 14'ün tefsiri).