Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Isr

Isr


Isr:


Lügatte esas anlamı esâret ve
hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük
ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır misaka, zor dayanılır ahde ve
bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki,
tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı
hükümler ve yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ
yahudiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının dörtte birini vergi
vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok
konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak,
bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl
olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümler vardı. Kaffal
Tefsiri'nde denilmiştir ki, "Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye iddia ettikleri
kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların ne kadar katı hükümlere,
ne kadar çetin misaklara tabi tutulmuş oldukları daha birçok acaip hükümlerle
birlikte görülür." İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan
korunmalarını niyaz ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile ileride gelecek olan

"Üzerlerindeki ağır yükü
kaldıran ve bağları çözen..." (7/A'râf, 157) âyetiyle bunları giderdi.
"Allah kimseye gücünün
yetmeyeceği yükü yüklemez" buyurulduktan sonra bu duâya ne hâcet vardı?
denilmesin. Çünkü önce vüsu' yani kapasite kelimesinin anlamı takat kelimesinin
anlamından daha geniş kapsamlı ise de onun takat yerine kullanıldığı da
meşhurdur. O halde mükellefiyetin takat ile orantılı olması da ihtimal
dahilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki ümmetlerde
bunun meydana gelmiş olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu mücmel mânânın ortadan
kaldırılıp, vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması dilenmiştir. İkinci
olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha geniş kapsamlıdır.
Bunların bizzat İlâhî teklifin ve teşrî'in eseri olarak değil, tam aksine
bunların zıddına hareket eden Firavun vesaire gibi azgınların tasallutu ile
terbiye olması da mümkündür. Bunun için "lâ tükellif: Mükellef kılma" yerine;
"velâ tahmil: Yükleme" denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen
İsrailoğulları kıssalarında her iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu
duada daha ziyade düşünülebilmektedir.
"Rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ
lâ tâkate lenâ: Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme; hiç
çekilmez, tâkat getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyan ve
ihtilâle sevkeder, uygulanacak olursa cezalandırma olur, mahveder, helâk eder,
tâkat yetişmez belalar, sevdalar altında inletme ey Kâdir Rabbimiz! Çünkü Sen
her şeye kaadirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da
imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı cezalandırmak için
yapabilirsin. Her şey senin istek ve irâdene bağlıdır. Bundan dolayı bize
yükümlülük olarak, ne imtihan olarak, ne de ceza olarak güç yetmez şeyleri
yükletme, hâsılı müjden Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu kolaylık, bu
hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlas, irade gücü
ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu kanunu
tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı çıkmak isteyenler, genel anlamda bu
yükümlülüğün çerçevesi dışına çıkabilecek değiller, o zaman onlara birbirlerinin
gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler
koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka
uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler getirecek ve karşılığında da
haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda adalet ve hakkın gereği olarak
yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her
kavmin kendine göre bir kanunu olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde
ilâhî bir yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki, müminlerinki müstakimdir ve
ilâhî rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i müstakimdir, dolaylı olarak ilâhî
adaletin ve gazâbın eseridir. Mü'minlere adâlet olan şey kâfirlere adâlet olmaz,
kâfirlere adâlet olan şey de mü'minlere adâlet olmaz. Bütün bu liyâkat ümmetin
rûhunda ve kalbindedir. Kalpler ise Rahmân'ın elindedir. Onu dilediği gibi
evirir çevirir.
Bundan dolayı bizi, İslâm
dininin kolay hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan
ayrılmaya ve rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz
dertlere uğratma Rabbimiz! O şekilde sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük
yükletmeyi yapma da günahlarımızın izlerini bizden gider. İtiraf ederiz ki, biz
Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlasımızla taahhüt etmiş
olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün
çalışmalarımız esas itibariyle Senin bir nimetinin bile şükrünü edaya yetmez.
Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at esasen Senin bize ihsan ettiğin bir
nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu
halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz
da onunla Senin rızana aykırı olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb
ve kazanç sermayesi olarak verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen
bir araya getirip hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz.
Bunun için Senden dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil,
fazl u rahmetinden ümid ederek diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden
herhangi bir şekilde sadır olmuş olan günahlar, Senin ilâhî bilginde zaten belli
ve sabittir. Onların oradan silinmesi imkansızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle
onların bize yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri
yaratan ve gerçekten etki sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle
onların doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen dilersen mahvedebilirsin,
bizden onları affettikten başka bize mağfiret de et! Ayıplarımızı ilâhî ilminde
gizle, örtbas eyle, eller içinde bizi rezil ve rüsvay eyleme, ayrıca rahmetinle
muamele et, rahmetinle bize ihsanda bulun, Sen bizim Mevlâmız'sın, sahibimiz,
malikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedbircisisin. "Allah, iman edenlerin
dostudur." (2/Bakara, 257) buyurdun. İşte bundan dolayıdır ki, o kâfirler
güruhuna karşı bize yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve mânen hakkın
savunulmasında ve Allah adının yüceltilmesinde bizi üstün getir ve zaferlere
ulaştır, muzaffer eyle!.
Hz. Peygamber (s.a.s.)
Efendimiz, bu duâlarla duâ ettiği zaman, Allah tarafından "peki yaptım"
(Müslim, İman 199, 200; Tirmizî', Tefsir 2, hadis no: 38-40) buyurulduğu rivâyet
edilmiştir. İlerideki sûrelerde de bu duâlara çeşitli yönlerden verilmiş
cevaplar göreceğiz; bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret
duasına bir cevap olarak başlayacaktır.
Kütüb-ü Sitte'de Abdullah b.
Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Her kim
geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona yeter". Hâkim ve
Beyhakî'nin Ebû Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i şerifte de
Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni iki
âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi.
Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü
bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır." (Ahmed bin Hanbel, IV/147,
151, 158; V/180, 383; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an 14)
Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den
rivâyet edilmiştir ki, her biri: "Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara
Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun." (Dârimî, Fedâilu'l-Kur'an
14) demişlerdir. "Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin'
demeyi telkin etti" diye de Ebu Meysere'den gelen bir rivâyet bulunmaktadır.
Cenâb-ı Allah, biz kullarını da
daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve gereğini yerine getirerek, vaad
ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük nasiplerle pay alan kullarından eylesin.
Amin.? Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Yayınları:
2/154-163.
Mevdûdi diyor ki:
"Yani, "Allah hiç kimseyi yapması mümkün olmayan bir
şeyden sorumlu tutmaz ve onu bundan dolayı cezalandırmaz. Çünkü o (kul) imkânsız
olmadıkça o işten yüz çeviremez." Bununla birlikte, kişinin neyi yapabilip neyi
yapamayacağına kendisinin karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belli bir
kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah'tır.
Bu
bir hukuk ilkesidir. Hem cezalar, hem de mükâfatlar her ferdin kendi işlediği
iyi ve kötü amellerinin sonuçlarıdır. Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin
mükâfatını alır, başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını değil. Bununla
birlikte, eğer bir kimse ölümünden sonra da iyi sonuçlar doğurmaya devam eden
bir iyilik yapmışsa, bu iyi sonuçların hepsi o iyiliği yapan kimsenin hesabına
yazılır. Aynı şekilde eğer bir kimse, ölümünden sonra da kötü sonuçlar doğurmaya
devam eden bir kötülük yapmışsa, bu sonuçların tümü o kimseye yazılacaktır.
Fakat tüm bu iyi ve kötü sonuçlar, kişinin kendi işlediği amellerin karşılığı
olacaktır. Kısacası kişi ancak bilerek ve isteyerek katkıda bulunduğu bir şey
nedeniyle ceza ve mükâfat alacaktır. Allah'ın sünnetinde hesapların, ceza ve
mükâfatların başkalarına devredilmesi söz konusu değildir.

"Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan gidenlerin sınandığı zor engel ve
sınavlarla bizi sınama" Hak yola tâbi
olanların zor sınav ve deneylerden geçirilmelerinin Allah'ın kanunu olmasına
rağmen, bir mümin bu yolda kendisine kolaylıklar göstermesi ve zorluklarla
karşılaştığında cesaret ve sabır vermesi için Allah'a duâ etmelidir.

"Bize sadece taşıyabileceğimiz kadar zorluk ve yük yükle ve bizi gücümüzün
yetebileceği sınavlardan geçir. Aksi takdirde biz bu yükü taşıyamayız ve doğru
yoldan saparız."
Bu
duânın ruhunun anlaşılabilmesi için, bu ayetlerin Medine'ye hicretten yaklaşık
bir yıl önce Mirac'da (göğe yükseliş) vahyedildiği gözönünde bulundurulmalıdır.
O dönemde imanla küfür arasındaki çatışma çok şiddetli idi ve müminlere yapılan
işkenceler en aşırı dereceye ulaşmıştı. Ve bu sadece Mekke ile sınırlı değildi;
tüm Arabistan'da bir müminin huzur içinde yaşayabileceği bir yer yoktu. Bu
şartlarla başa çıkabilmeleri için müslümanlara bu dua öğretilmişti. Allah,
kuluna kendisine nasıl dua edeceğini öğrettiğinde, kul bu duanın kabul
olacağından emin olabilir. Bu nedenle bu dua müslümanlara büyük cesaret verdi ve
en çok işkence gördükleri zamanlarda bile huzur içinde olmalarını sağladı.
Ayrıca bu dua, onlara arzularını kontrol altında ve bu duada öğretilen sınırlar
içinde tutumlarını ve bu arzuları yanlış yollara kanalize etmemelerini de
öğretiyordu. Bu nedenle bu duada düşmanlara karşı acımasızlık, intikam gibi
dünyevi hiçbir konuya değinilmemektedir. Buna o dönemde acil ihtiyaç vardı,
çünkü müslümanlar büyük zorluklar, maddî kayıplarla karşı karşıya kalıyorlar,
işkence çekiyorlar ve hem fiziksel, hem de ekonomik baskı altında
tutuluyorlardı. Müslümanların bu duasında yer alan yüce ideallerle, o dönemde
çektikleri işkenceler arasındaki zıtlık, onların bu kritik dönemde bile, ahlâkî
yönden nasıl eğitildiklerini göstermektedir. İşte bu, her gerçek müminin ulaşmak
için çalışması gereken yüce ahlakî seviyedir.
Seyyid Kutub, bu âyetlerin
tefsirinde şöyle der: "Böylece tamamen medeni hukukla ilgili bir hükmün
konusunun ardında sırf bilince yönelik bir direktif yer almakta, hayatla ilgili
yasalarla, hayatın yaratıcısı arasında bir ilişki kurulmakta, yerin ve göklerin
hükümranına karşı duyulan korku ve umuttan meydana gelen bu sağlam bağ sayesinde
yasal düzenlemelerden oluşan güvencelere kalbin derinliklerinde yeralan
güvencelerde eklenmektedir. Bu da İslâm şeriatının müslüman toplum içinde
müslümanların kalplerine yerleşen en sağlam ve en belirgin güvencesidir. İslâm,
öncelikle kendisi için şeriat vazedeceği kalpleri ve kanunlarını uygulatacağı
toplumları oluşturur. Çünkü İslâm, her yönüyle mükemmel, ahenkli ve ilahi bir
sistemdir. Hem eğitim hem de şer'i düzendir. Hem takva hem otoritedir. Aynı
zamanda insanın yaratıcısının insan için seçtiği hayat metodudur.
Peki, yeryüzü kaynaklı
düzenlere, kanunlara ve metotlara ne demeli? Ömrü, bilgisi ve görüşü sınırlı,
heva ve hevesi daldan dala konup hiçbir zaman istikrar bulmayan, iki kişinin
aynı görüş, düşünce ve anlayış üzerinde anlaştığı pek az olan insanın bakış
açısına ne demeli? Kendini yaratan, yarattığını ve her an ve her durumda
yarattığının yararına olanı bilen Rabbinden uzaklaşan beşeriyete ne demeli?
Kuşkusuz Allah'ın hayat için
koyduğu metottan ve düzenden uzaklaşmak beşeriyet için bir bedbahtlıktır. Bu
bedbahtlık, Batıda, zorba ve azgın kiliseden ve onun adına konuştuğunu iddia
ettiği tanrısından, onun adına insanları düşünüp anlamaktan alıkoymasından, yine
onun adına alınan ağır vergilerden ve bu korkunç hükümlerden kaçış şeklinde
başladı. İnsanlar bu kâbustan kurtulmaya karar verdiklerinde kiliseden ve onun
otoritesinden de kaçtılar. Ancak bu işi makul bir noktada durdurmadılar. Daha da
ileri giderek kilisenin tanrısından ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ardından,
yeryüzündeki hayatlarında Allah'ın metoduyla kendilerine öncülük eden dinin
tümünden uzaklaştılar. İşte bu bir bedbahtlıktı, bïr felaketti... Ya bize...
-kendi kendini müslüman sanan bize- ne oluyor?.. Bize ne oluyor da, Allah'tan,
O'nun hayat metodundan, şeriatından ve kanunundan kaçıyoruz?.. Hoşgörülü ve
sağlam dinimiz, üzerimizdeki tüm zincirleri parçalamış, bütün ağırlıkları
kaldırmış, bize rahmet, hidayet, kolaylık ve hidayete, ilerlemeye ve kurtuluşa
götüren yolda istikamet bahşetmişken bize ne oluyor?..
Burası, bu büyük surenin
sonucudur. Kur'an'ın en uzun suresi olması bakımından büyük kelimesinin ifade
ettiği anlamda olduğu kadar imani düşüncenin temelleri, müslüman cemaatin
niteliği, hareket yöntemi, sorumlulukları, yeryüzündeki konumu, varlık içindeki
rolü, kendisine karşı koyan düşmanlarının konumu, tabiatları, kendisine karşı
tutuştukları savaşta başvurdukları taktiklerin mahiyeti bir yönden onların
çıkardığı gailelerin savuşturulması için kullanacağı yöntemi, diğer yandan
onların bedbaht akibetlerinden korunması gibi kabarık ve geniş bir bölümünü
temsil eder. Konularıyla da büyüktür bu sure. Ayrıca sure, insanın yeryüzündeki
rolünü, tabiatını, fıtratını, beşer tarihinde ve gerçek hikayelerinde görüldüğü
üzere düşülen hataları ve uzun ayetlerinin sunulması sırasında ayrıntılarıyla
ele alınan daha birçok sorunu açıklamaktadır.
Şu iki âyet, bu büyük surenin
sonunu teşkil etmektedir. Her iki ayet, surenin büyük bir kısmının tam bir özeti
olduklarından sureye yakışan, onun konuları, atmosferi ve hedefleriyle uyum
içinde bir sonuç meydana getirmektedirler.