Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Hicret Edenler (Muhâcirler) ve Ecirleri

Hicret Edenler



Hicret Edenler
(Muhâcirler) ve Ecirleri


Allah (c.c.) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması
mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve
bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta
bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c.)
Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:

"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte
onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler."
(2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20).

"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile
uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet
ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar."
(et-Tevbe, 9/100). "(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret
edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri)
ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı." (en-Nahl, 16/41).
Peygamberimiz, ensâra yaptığı
bir konuşmada; ?Eğer hicret şerefi olmasaydı, ben muhakkak ensârdan bir fert
olmak isterdim.? (Ahmed bin Hanbel, II/315; Müslim, Zekât 139) diyerek
muhâcirliğin şerefinin yerini hiçbir şeyin tutamayacağını belirtmiştir. Bütün
müslümanlar da hicrete ve muhâcirlere ayrı bir değer atfetmişlerdir. Sahâbeyi
tabakalara ayıran İslâm âlimleri, ilk sırayı daima muhâcirlere vermişlerdir.
Amr
bin el-Âs (r.a.), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla
bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen
İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok
ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan
önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"

Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün
varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır.
İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte,
noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri
cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların mazeretlerini kabul
etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan"
kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir: "Ey
inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O
halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin.? (29/Ankebût, 56). Bu
âyetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında
nazil olduğu bildirilmektedir. Bu âyet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini
açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir
yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede
hayır bulursan orada yerleş" (İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14).
Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle
yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan
bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda
zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul
olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği
yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın
olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine
ibâdet ettikleri yerdir."

İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz,
yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve
daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını
yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a
ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır,
daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere
gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak
ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, U.H. Y. Hak Dinî
Kur'ân Dili, V/3790).[1]

Bir
yerden başka bir yere göç etmek anlamındaki "hicret" kelimesinin ism-i faili
olan muhâcir kelimesinin çoğulu muhâcirûn'dur. Istılahta İslâm devletini kurup
tebliğin yeni bir veche kazanmasını sağlamak için Rasulullah (s.a.s) ile
Mekke'den Medine'ye göç eden sahâbiler topluluğuna "muhâcirûn" denilmektedir.

Mekkeli müşrikler, Rasûlullah (s.a.s)'ın dâvetini etkisiz bırakmak, insanları
ona tabi olmaktan yüz çevirmek için çeşitli yollar denediler. Fakat onların,
İslâm'ın sesini boğmak için gösterdikleri yoğun çabalara rağmen müslümanların
sayısı gün geçtikçe süratle artıyordu. Bu durum, müşriklerin iman edenlere karşı
hırçınlaşarak sert tutum takınmalarına sebep oluyordu. Müşriklerin işkenceleri
her geçen gün sistematik bir artış gösteriyordu. Mekke'de hayat müslümanlar için
tahammül edilmez bir haI almıştı. Hangi kabileden olursa olsun müslüman olan
herkes müşriklerin saldırısına uğruyordu.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s), artık bunalan müslümanlara bir ferahlık olsun
diye Mekke'den ayrılmalarını söyledi. Ashab; "Nereye gidebiliriz ki, ya
Rasulullah?" diyerek, çaresizliklerini bildirdiler. Çünkü onlar, kendilerinin
emniyette olabilecekleri bir yer bilmiyorlardı. Rasulullah onlara, Habeşistan'ı,
işaret ederek; "İşte oıaya gidin" dedi (Ibn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kubrâ,
Beyrut, t.y., I, 203).

Ancak Habeşistan'a hicret, mevcut problemin çöıümünü sağlamıyordu. Bu,
müslümanlar için belirli bir süreye kadar ferahlık sağlamak gayesine yönelikti.
Habeşistan'daki muhacirler, burada hüküm sürmekte olan Necaşî'den iyi bir kabul
görmüşlerdi. Tarihi istılahta "muhacir" terimi, Hicretin sekizinci yılında
Mekke'nin fethine kadar Medine'ye göç eden müslümanlar için kullanılmakta ise
de; Habeşistan'a hicret edenleri, Rasulullah (s.a.s) in; "Sizin için iki defa
hicret vardır. Bunlardan biri Habeşistan'a, diğeri de Medine ye olan
hicretinizdir" (Buhârî, İ'tisam, 16) hadisi çerçevesinde, "Muhacirler"
olarak nitelemek yanlış değildir. Zaten Habeşistan'a hicret edenlerin tamamı,
Medine'ye hicret emredildikten sonra buraya göç ederek ikinci defa hicret
etmişlerdi. Habeşistan muhacirlerinin sayısı yüz otuz kişi kadardır (Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1981, I, 119).

Muhâcirler mallarını, yakınlarını, yaşadıkları toprakları, Allah için
terkederken, gittikleri yabancı ülkede yabancılıklarından dolayı çektikleri
zorluklar, mahrumiyetler yanında, müşriklerin onları yok etmek için gösterdiği
faaliyetler de son bulmuyordu. Nitekim müşrikler, Habeşistan'a giden muhacirleri
Mekke'den çıktıktan sonra Kızıldeniz sahillerine kadar izlemişler; ancak,
gemilerle denize açıldıklarından dolayı onlara yetişememişlerdi. Onları geri
getirmek, en azından oradaki rahatlarını yok etmek için müşrikler, Necaşî
nezdinde diplomatik faaliyetlere giriştiler. Fakat onların bütün çabaları boşa
gitti.

Necaşî'yi ikna edip, müslümanları onun ülkesinden çıkartmaya muvaffak
olamamaları, Mekkeli müşrikleri öfkeden kudurtmuştu. Bundan dolayıdır ki,
Mekke'de kalan müslümanlar ve Rasulullah'ın ailesi olan Haşimoğullarının boykot
edilmesi kararını vererek, baskılarını en uç noktaya götürdüler. Artık Mekke'de
inananların hiç bir şeyi güvencede değildi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s)'ı her
durumda müdafa eden amcası Ebu Talib vefat edince Haşimoğullarının başına geçen
Ebu Leheb, Rasulullah (s.a.s)'ı toplum dışı ilan ederek Mekke'de yaşamasını
büsbütün güçleştirmişti.

Gelişen bu olaylar Rasulullah (s.a.s)'ı, dâvetini insanlara daha rahat
ulaştırabileceği bir sığınak aramaya yöneltti. Rasulullah ilk önce Taif'e gitmiş
ancak, olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu maksatla o, bu sefer cahilî geleneklere
göre haccetmek için Mekke'ye gelen yabancılara İslam'ı tebliğ ediyor ve onlardan
kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Ancak herkes tarafından reddedilen
Rasulullah (s.a.s)'ı sonunda Akabe mevkiinde on altıncı heyet olarak başvurduğu
altı kişilik grup dinlemiş ve davetini kabul ederek iman etmişlerdi. Bunlar,
Medine'de sürekli savaş halinde olan iki düşman kabileden biri, olan Hazrec'e
mensuptular. Bu kişiler Medine'ye döndüklerinde hemen islamî tebliğe başlamışlar
ve kısa zamanda çok kişinin ihtida etmesini sağlamışlardı. Daha sonra yapılan
Akabe bey'atlarının peşinden Rasulullah'a Medine'ye gitmesi emredildi (Buhârî,
Menakıbul-Ensâr, 45). Rasulullah (s.a.s.) ilk önce, Mekke'de bulunan bütün
müslümanlara Medine'ye gitmeleri için izin verdi. Müslümanlar, küçük kafileler
halinde Mekke'den yola çıkmaya başladılar. Kısa zamanda, Mekke'de, yakınları
tarafından hapsedilenlerden Rasulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den
başka kimse kalmamıştı.

Hicret eden bu muhacirler, yanlarında götürebildikleri dışında menkul, gayri
menkul bütün mal varlıklarını terkedip gidiyorlardı. Müşrikler, Muhacirlerin
terkettikleri bu mallara hemen el koydular. Müslümanların mal kaybı gerçekten
çok büyüktü. Ancak onların gözü ne mal görüyordu, ne de dünyaya ait herhangi bir
çıkarın peşinde idiler. Onlar, Allah yolunda her şeylerini feda etmeye
hazırdılar ve kendilerinden istendiğinden de bunu yerine getirmek için bir an
bile tereddüt göstermiyorlardı.

Ashabdan Suhayb er-Rûmî, Mekke'ye dışardan gelip yerleşmiş bir kimse idi. Hicret
için yola çıktığında, Mekkeli müşrikler onu engellemiş ve ona şöyle demişlerdi:
"Sen bizim aramıza bir dilenci gibi geldin, bizim mallarımızla zengin oldun.
Şimdi bu mallarla çıkıp gideceksin öylemi! Bu asla olmaz". Suhayb onlara; "Bütün
mallarımı size bıraksam da mı izin vermezsiniz?" dediğinde onlar, buna ses
çıkarmamışlardı. Daha sonra nâzil olan; "İşte o topluluk içinden çıkan biri
ki Allah'ın rızasını kazanmak üzere kendi kendisini satın almıştır..."
(2/Bakara, 207) mealindeki âyetin bahsettiği kişinin o olduğu söylenmektedir.

İslâm'la ilk müşerref olan; onu Medine'ye taşıyıp, burayı bir karargâh yaparak,
yeryüzüne İslâm'ı hâkim kılmakla görevlendirilen muhâcirler topluluğu bu
niteliklere sahip insanlardan oluşmuştu. Rasulullah (s.a.s.)'ın, Ebû Bekir
(r.a.)'le birlikte, tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmasıyla İslâm
tebliğinde yeni bir dönem başladı.

Rasulullah (s.a.s.), Medine'ye gelişinden hemen sonra, toplumun
teşkilatlandırılması işine girişti. Bunun yanında, her şeylerini terkedip buraya
gelen Muhacirler gerçekten büyük sıkıntı ve yokluklar içerisinde idiler. Gerçi
Ensar, kendilerine iltica eden bu insanların bir eksiklik çekmemeleri için
ellerinden gelini yapıyorlardı.

Rasulullah (s.a.s.), Muhacirlerin hayatlarını kolaylaştırmak ve Medine halkı ile
tam bir kaynaşma sağlayarak, bütünleştirmek için hicretin ilk yılında, her bir
muhaciri bir ensara kardeş yaptı. Kaynaklarda "muâhât" olarak zikredilen bu
olaydan sonra Ensar, sahib oldukları şeylerin yarısını kardeşi ilan edilen
muhacir'e veriyordu. Ve her biri birbirinin gerçek vârisi idi. Bu durum Bedir
savaşından sonra sona ermiştir (Buhârî, Ferâiz, 16; İbn Sa'd, a.g.e., I, 238).
Ensar, bunu yaparken o kadar içten yapıyor du ki, Allah Teâlâ onların bu eşsiz
fedakârlıklarını Kur'ân-ı Kerimde; "Daha önceden Medine yi yurt edinip imanı
kalplerine yerleştiren, hicret edip kendilerine gelen mü'minleri severler.
Onlara verilenler karşısında içlerinden hiç bir çekememezlik duymazlar. İhtiyaç
içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden
korunmuş kimseler. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (59/Haşr, 9) âyetiyle
övmektedir.

Ancak, kendilerine kucak açan ve her şeylerini paylaşmaya gönülden rıza gösteren
bu fedakâr insanlara yük olmak, Muhacirlere ağır geliyordu. Bunun içindir ki,
bunlardan bazıları kendilerine karşılıksız verilen şeyleri almamışlar, diğerleri
de kardeşleriyle birlikte çalışmışlar ve kazançlarını kendilerine yapılan
iyilikleri karşılama düşüncesiyle kardeşleri olan Ensara iade etmek
istemişlerdir.

Muhacirlerden bir kısmı ticaretle uğraşmayı tercih etmiştir. Abdurrahman İbn Avf
(r.a) bunlardan biridir. Kendisine kardeş ilan edilen Sa'd b. Rabî,
Abdurrahman'a şöyle demişti: "İşte mallarım, onların yarısını sana veriyorum.
İki eşim var, birini seç, hemen boşayayım. Sen onu nikâhla". Abdurrahman İbn Avf
ona şöyle karşılık vermişti: "Allah mallarını bereketli kılsın. Aile halkına da
afiyet versin. Sen bana, Medine pazarını tanıt benim için yeterlidir" "İbn Avf,
ticarete başlayarak kısa zamanda zengin olmuştu" (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 3).

Dimyâtî'nin tertip etmiş olduğu Muhâcirûn listesine göre, Mekke'den Rasulullah
ile birlikte Medine'ye hicret edenlerin sayısı, iki yüz yirmi altıdır (Albert
Dietrich, Abdulmün'im b. Hallâf ed-Dimyatî'nin bir muhacirun listesi, çev. F.
Işıltan, İ.Ü.Ed. Fak. Şarkiyât mecmuası, İstanbul 1959, III, 133-155).

Vahiy ile ilk muhatap olup, her türlü zorluğu göze alarak ona iman eden ve bu
yüzden akıl almaz işkencelere maruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan
Muhacirler, Allah tarafından layık oldukları şekilde övülmüşlerdir. Zira onlar,
hiç bir dünyevî maksadları olmadığı halde, sırf Allah Teâlâ'ya serbestçe ibadet
edebilmek için her şeylerini terketmişlerdi. Bu, Hz. Ebu Bekir (r.a) ile alâkalı
olarak zikredilen bir olayda, bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Hz. Ebu Bekir
(r.a), Habeşistan'a gitmek için yola çıktığı zaman, Berkul-Ğımâd denilen yerde
bölgenin ileri gelenlerinden biri olan İbn ed-Dağine ile karşılaşmıştı. O, Ebu
Bekir'i görünce hayretle; "Böyle nereye gidiyorsun ya Ebu Bekir" diye sormuştu.
Ebu Bekir; "Kavmim (sırf Allah'tan başka ilâh yoktur dediğim ve O'na ibadet
ettiğim için) beni yurdumdan çıkardı" demişti (Buhârî, Menakıbu'l-Ensâr, 45).

Allah Teâlâ, kendisi için hicret eden Muhacirlerin, günahları dahi olsa onların
bağışlanacağını ve sorgulanmayacaklarını bildirmektedir:

"Hicret edenler memleketlerinden çıkanlar, benim yolumda eziyete uğrayanlar,
öldürülenler ve ölenlerin günahlarını mutlaka örteceğim"
(3/Âl-i İmran, 145);

"Ey Muhammed! Şüphesiz ki Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra
cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder."
(16/Nahl, 110)

Diğer bir âyet-i kerîmede onlar hakkında;

"Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah
güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüphesiz rızık verenlerin en hayırlısı sadece
Allah'tır." (22/Hacc, 58)

Allah Teâlâ, bütün mal varlıklarını terkedip, büyük bir fedakârlıkla Rasûlüne
uyan muhacirler için, ganimetlerden fazla bir pay ayırdığı gibi onların, gerçek
anlamda davalarında samimi kimseler olduklarını bildirmektedir;

"Bu ganimet mallarında, bilhassa yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış,
Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah ve Rasulüne yardım eden fakir
Muhacirlerin hakkı vardır. İşte samimi olanlar onlardır."
(59/Haşr, 8)

Ayrıca, zulme uğrayıp, sırf Allah rızası için yurtlarını terkeden Muhacirler,
âhirette çok büyük mükafatlarla mükafatlandırılacakları gibi, aynı zamanda bu
dünya hayatında da yaptıkları fedakârlıkların karşılığını fazlasıyla
göreceklerdir:

"Zulme uğradıktan sonra, Allah'ın rızası için hicret eden mü'minleri, dünyada
güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Bir
bilseler..." (16/Nahl, 41).
Bazı
âyetlerde Muhacirlerin, iyilikleri ve imanları övülürken, Ensar ve Allah yolunda
cihad edenler de onlarla birlikte zikredilmektedir:

"İman edenler, hicret edenler, muhacirleri barındırıp yardımda bulunanlar, işte
onlar gerçek mü'minlerdir." (8/Enfâl, 74)

Hicret eden Muhacirler ve onları barındıran Ensar topluluğundan bahseden
âyetlerde genellikle, Mekke'nin fethine kadar Medine'ye hicret etmiş müslümanlar
ve onlara hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan yardım eden Medineliler söz konusu
edilmektedir. Ancak, bu kavramların işaret ettiği gruplar kıyamete kadar var
olacaktır. Çünkü cihad, yer yüzünde kâfirler var oldukça sürecek, zulüm var
oldukça da, dinlerini yaşamak ve kendilerine bir üs edinmek için yurtlarını, her
şeylerini bırakarak terkeden muhacirler her zaman mevcud olacaktır. Dolayısıyla,
ilk Muhacirlerle kıyas yapmak mümkün olmamakla birlikte, sırf; "Allah'tan başka
Rab yoktur" dediği için yurdundan çıkarılanlar da bu âyetlerde övülen muhacirler
topluluğundandırlar.

Hicret, muhacirler için bir kaçış değildir. Hicret yurdu, muhacirlerin diğer
kardeşleriyle birlikte toparlanıp, planlı bir şekilde, kâfirler tarafından
çıkartıldıkları toprakları tekrar Allah'ın dininin hâkim olduğu topraklarlara
çevirmek için üslendiği bir kârargahtır. Bu, ilk Muhacirler için böyle olduğu
gibi, bugün ve gelecekte de böyle olacaktır.[2]








[1]
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 418.




[2]
Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 237-239.