Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

İnsanın İki Yönü.

İnsanın İki Yönü



İnsanın
İki Yönü




İnsanla ilgili olarak, beşer
ve Adem kelimeleri Kur'an'da sık sık kullanılan iki kavramdır. Kur'an-ı
Kerim'de, İblis'in Adem'e secde etmeyi reddetmesi üzerine, Allah'ın
ona şöyle dediği anlatılır:

?İki elimle yarattığım şeye seni
secde etmekten alıkoyan nedir?? (38/Sa'd, 75)

Bu ayet-i kerimede Allah'ın "iki
elimle yarattım" demesi, insanın yapısındaki iki temel ögeyi
açıklamaktadır. Kur'an'da yalnızca insanla ilgili olarak böyle bir ifade
kullanılır ki, bu ifade, insanın Ademiyet ve beşeriyet yanlarını
ortaya koyar. Ademiyet yapısı, insanın ruh yapısı, manevî tarafı, melekî
tarafıdır. Beşeriyet yapısı ise, insanın dış yapısını, toprak yönünü,
hayvanî tarafını, fizikî özelliklerini ifade eder.

Müşrikler, insanı sadece bir beşer
olarak kabul etmeye ve yalnız zahirî nitelikleriyle ele almaya meyillidirler.
Günümüzde de batı kültür ve uygarlığı, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme,
içme, uyuma ve nefsî arzulara ihtiyaçtan ibaret bir varlık olarak değerlendirir.
Halbuki insan, yalnız beşerî yönüyle değil; ruhî, manevî yönüyle de insandır.
İnsanın hayvanlardan farkı ve üstünlüğü, gerçek anlamda Âdemiyyet yönüyledir.
Âdemiyyet, insanın tefekkür ve irade sahibi olma özelliğini belirtir. Bu
âdemiyyet vasfına sahip olan insanın önünde melekler secdeye kapanmıştır:

?Bir zaman Rabbın meleklere,
?muhakkak ben kupkuru çamurdan, düzen verilmiş bir balçıktan bir beşer
yaratacağım; onu tesviye edip içine ruhumdan üflediğimde hemen ona secdeye
kapanın.?demişti.? (15/Hicr, 28-29)

?Sonra onu tesviye etti, ona kendi
ruhundan üfledi ve sizin için sem'a, besar ve fuadlar kıldı (görme, işitme ve
akletme gücü verdi)."
(32/Secde, 9)

Bu konudaki ayetlere dikkat
edildiğinde açıkça görülür ki, meleklerin secde ettiği beşer değil; Adem'dir.
Adem, bu noktada bütün insanlığın temsilcisidir ve yalnızca birey olarak Hz.
Adem değildir. Burada Âdem, insandaki âdemiyet yanının temsilcisidir. Âdem
kelimesi, ?iç, iç yüzey, iç katman? anlamında ?edim? kelimesinden gelir.
Allah'ın emriyle meleklerin, Adem'in önünde secde etmelerinin nedeni, Adem'e
isimlerin öğretilmesi olduğu anlaşılabilir. (Bkz. 2/Bakara, 30)

İsimler, ruhun ögeleri, bilginin
nurani güçleridir. İşte, insanın Ademiyet yanı, onun ışıl ışıl bir ruha,
dolayısıyla gözleri iyi gören ve kulağı iyi duyan apaydınlık bir kalbe sahip
olup, şeytanın aldatmalarından uzak durması yanıdır. Bu hal, insanın kamil
halidir; yani Adem insan-ı kamildir. İnsanın bu hali yitirişinden sonra
yeryüzüündeki hayatı ve mücadelesi bu halini yeniden kazanmaya yöneliktir.


Âdemî yön, Türkçe'de Âdem olmak
anlamında ?adam olmak? deyimiyle ifade olunur. İnsan, beşerî özellikleriyle bir
yere gelebilir ama, adam olmak daha başka vasıflar ister. ?Oğlum, ben sana vali
olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim. Sen de adam olamadığını isbat
ettin.? diye kıssada geçen oğlu adam olamayan adamın ifadesinde belirtildiği
gibi; Adam olmak, Adem gibi olmak, Ademî yönü ağır basmak demektir.

Fakat, insan hem Ademî, hem de beşerî
yönden oluşan bir varlıktır. İşte, onun Allah'ın iki eliyle yaratılmış olması,
bu gerçeğin ifadesidir. Bu durum, konunun başında anlamlarını verdiğimiz insan
kelimesinin içeriklerinde de görülür.

Eski Yunan'dan (belki daha eski
zamandan) beri câhiliyye bakış açısının çarpıklığından dolayı insanın sadece
maddî/beşerî yönü öne çıkarılmıştır. Heykel, atletik vücutlar, jimnastiğe aşırı
önem verilmesi vb. bu anlayışın ürünüdür. Günümüzde kısmî farklılıklar olsa da,
insana bakış yine câhiliyyenin çarpık gözlüğünden değerlendirilir: Şişmanlık, en
büyük derttir; özellikle kadınlar için. Bir taraftan çeşitli gıda ürünleri
reklâmlanıp teşvik edilirken, diğer yönden zayıflık çok modadır. Teknolojik
kolaylıklar insanı hareketsiz bıraktığından çağın handikapıdır kilo almak.
Zayıflama için spor âletleri ve diğer araçlar büyük bir sektör oluşturmuştur.
Zayıflatma sektörü yanında güzellik salonları, makyaj malzemeleri, sâhil
turizmi, deniz ve güneşte yanıp bronzlaşmanın önemi ve vücut ölçüleri... Deri
güzelliğidir istenen; dükkânın vitrinidir istenen, isterse dükkânın içi tümüyle
boş olsun. Kaporta önemlidir bu anlayışa göre, motorsa önemsizdir, olmasa da
olur, bozuk olsa da. Beşerî yön Âdemî yönü ezmiştir tümüyle. "Ye kürküm ye!"
mantığıdır topluma hâkim olan. Artık anadolu köylerine de girmeye başlamıştır
kuaförler, güzellik salonları. Başörtüsü, bu güzel (!) görüntüyü bozduğu için
kötüdür, suçtur. Batılılık ve modernlik dış demektir, görüntü demektir, gardrop
demektir, ta II. Mahmut'tan beri. Devrimlerin en önemlileri de kılık kıyafete,
şapkaya, yazıya, takvime, metre ve grama yönelik olanlardır ki tüm bunlar da
görünümdür, dışı cilâlamaktır, hasta adama sağlıklı kadın makyajı yapmaktır.
Özellikle kadın cinselliği öne çıkacaktır, manevî yönünü görmezden gelip insanı
beşerî/hayvanî özellikleriyle tanımlamada...

Câhiliyye, insanı maddesiyle
değerlendirirken, rasüllerin/tebliğcilerin kendileri gibi beşer olmasını
kabullenemez ve melek peygamber, beşer olmayan elçi ister. Arap müşriklerinin bu
tavrı günümüz câhiliyyesinde de yerini korumuştur. Hoca ve hacıların
beşerî özelliklerden, dünyevî faaliyetlerden el etek çekmesi, râhip hayatı
yaşaması istenir; melek hocadır istenen, inzivâya çekilen hacıdır beklenen.
Kendilerine birazcık benzeyip ufak tefek hata işleyen hoca, onların gözünde
şeytandır artık. Çünkü onun beşer olmaya hakkı yoktur, melek gibi yaşamalıdır.
Melek gibi yaşamıyorsa o zaman şeytandır, bu anlayışa göre...

İşte,topraktan yaratılan insanın
beşeriyet yanı, Kur'an'ın ifadesiyle ?unutkanlığının, nankörlüğünün,
aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin,
zalimliğinin ve zayıflığının sembolüdür. Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan
da, insanın âdemiyet yanıdır, manevî duyularıdır, kalbidir. İnsan, sadece beşer
olarak kalmamalı, beşeriyetini ademiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini
kazanmaya çalışmalıdır. Kur'an'da yetkin hale ahsen-i takvim (en güzel kıvam,
en güzel yaratılış) denirken; insanın bu yetkinlikten bütünüyle uzaklaşmış ve
hayvanlaşmış, beşeriyete yuvarlanmış haline de ?esfel-i safilin? (alçakların
alçağı) denir. (95/Bkz. Tîn, 4-5)

İşte, insanlar da, kendilerini
yalnızca beşer olarak görmeden, beşeriyet ve âdemiyetten oluşan bir varlık
olduklarını unutmadan, şeytanın adımları ardınca gitmezler ve her sürçtüklerinde
tevbe ederlerse, meleklerin önlerinde secde ettiği Adem halini alır, unutkan
insandan; kâmil mü'min insan olma durumuna ulaşabilirler.[1]

İnsanın beden ve ruhtan oluştuğunu
belirttik. Bedenin aslı topraktır. Kur'an'ın açıkladığı bu gerçeği, modern
ilimler tasdik ve teyid edip doğrulamaktadır. Kimyasal analizler, tahliller
toprakta bulunan madenlerin, elementlerin insanda da bulunduğunu göstermektedir.


İnsanın ruhu ise, görünmeyen, manevî
yönünü oluşturur. İnsanın ruhu olduğu aşikârdır. Bu gerçek, ölüm halinde
özellikle kendini ortaya koyar. Diri ile ölü arasındaki fark, diride ruhun
bulunması, ölü bedende ise bulunmamasıdır. Uyku da küçük bir ölüm gibidir. Uyku
halinde ruhun insanı bir an için terkedişi de, ruhun varlığıyla ilgili bize
kesin bilgi verir. (Bkz. 39/Zümer, 42).

Ruhçuluk (spiritüalizm) de yanlıştır.
İnsanı yine diğer yarımıyla tanımlamadır. İnsanı sadece maddî yönüyle beşer
olarak olarak tanımlamak ifrât ise, bu da tefrittir. Bedeni reddetmek, Hint ve
doğu mistisizminde önemli olabilir. Mirvanaya ulaşmak için Hint fakiri ateşte
yürür, çivili yatakta yatar, çarmıha gerilir, aç-susuz yaşar, inzivâya çekilir.
Tasavvuf da etkilenmemiş değildir bu anlayıştan ve nefsi (maddeyi, arzuyu temsil
eden duyguyu) öldürmek ve tek yönlü insan olmaktır bu değerlendirmede egemen
olan. Bedenî zevkleri, nefsi çirkin görüp dünyayı leş sayan, sosyal hayatı zâlim
ve kâfirlere bırakan, bir lokma bir hırka anlayışı... Dövene elsiz, sövene
dilsiz olma gereği duyma, tahrif edilmiş hıristiyanlıktaki bir yüzüne tokat
vurulursa diğer yüzünü çevirme tavsiyesi... Zâlim yöneticilerin de dolaylı
teşviği var mıdır bilinmez bu anlayışta ama, en azından şikâyetçi olmadığı,
hatta ezilmeyi kabul eden insanları yönetmenin rahatlığını duydukları
yadsınamaz. Halbuki İslâm'ın ölçüsü bellidir. "Nefsinin de senin üzerinde hakkı
var." Devamlı oruç tutmak isteyen, evlenmeyip hadım olmayı arzulayanları kınayan
ve bunu reddeden bir dindir, orta yol, vasat ümmet, aşırılıklardan uzak fıtrat
dini.

İnsan bedeniyle hareket eder ve
algılar. Ruhuyla idrak eder, düşünür, bilir, sever, nefret eder, sevinç ve
üzüntü duyar. İnsanın bütün iç dünyası, manevî, görünmeyen âleminin faaliyetleri
ruhun faaliyetleridir. Ruh, Allah'ın sırlarından, gizliliklerindendir. İnsanın
onun esrarına vakıf olması mümkün değildir. Ruh Allah'ın katındandır. Onun
hakkında insana verilen bilgi pek azdır. (Bkz. 17/İsrâ, 85)

Din ve akıl, ruhun varlığını açıkça
ortaya koydukları halde; her gerçeği inkâr edenler olduğu gibi, ruh gerçeğini
inkâr edenler de olmuş ve olacaktır. Bu inkârın temelinde, görünmeyen, mahiyeti
bilinmeyen varlığı kabul etmeme düşüncesi yatmaktadır. Bilimi putlaştıran
determinizm, lâboratuvarcı bilimselcilik, materyalizm ve komünizmin ruhu ve
maneviyatı inkâr etmedeki büyük çabalarını câhiliyye ve şirk tarihi
unutmayacaktır.

İnsan kompleksini oluşturan beden ve
ruh unsurlarının kendilerine has birtakım ihtiyaçları vardır. İnsan bunları elde
etmek için gayret sarfeder. Maddî unsur (beden), yeme, içme, uyuma, nefes alıp
verme gibi maddî ihtiyaçlarını gideremediği zaman rahatsız olduğu gibi; manevî
unsur olan ruh da ihtiyaçlarını gideremeyince muzdarip olmaktadır. Ruhun
ihtiyaçları, Rabbini zikredip ibadet etmek, kendisinden geldiği ilahî merciye
doğru yol almak ve O'na yakınlaşmak için gerekli çabayı göstermek gibi ruhî
gıdalardır. Her iki unsurun ihtiyaçları ve beslendikleri gıdalar birbirlerinden
tamamen ayrıdır. Ruhi gıdalar olan zikir ve ibadetler yalnız başına bedeni
besleyip ayakta tutamadığı gibi, bedenin ihtiyaçları olan maddî gıdalar ve
zevkler de hiç bir zaman ruhu sağlıklı bir ortamda tutamaz, onu mutlu ve huzurlu
edemez. ?İyi bilin ki kalpler, ancak Allah'ı zikretmekle yatışır, huzur ve
rahat bulur.? (13/Ra'd, 28) Huzur, mutluluk, mutmainlik/tatmin duygusu
maddî bir şey değil; mânevîdir; gıdası da mânevî olacaktır.

Allah insana, hem fücuru (günah ve
kötülüğe meyli), hem takvayı (günahlardan korunmayı) ilham ettiği için insan,
bir taraftan melek tabiatına, bir taraftan da hayvan tabiatına sahiptir. Ama,
İslam fıtratı ile yaratıldığından, akıl, vicdan ve güzele meyil gibi nimetlerle
donatıldığından ve Allah'ın Kitap, peygamber, hidayet gibi lütuflarından dolayı
hayra meyli önceliklidir. İnsan, kendi fıtratının özelliklerini muhafaza ederek,
Rabbini zikredip ibadet ederse, meleklerden olan üstünlüğünü korumuş olur. Ama
melek tabiatını kaybedip yalnız maddî ihtiyaçlarını tatmin etmeyi düşünürse,
hayvanlar seviyesinde bir mahluk olur:

?Kâfir olanlar zevklenirler,
hayvanların yediği gibi yerler. Sonunda onların barınağı ateştir.?
(47/Muhammed, 12).

Yani, beşerî/hayvanî ihtiyaçların
alabildiğine tatmini yanında; ruhî gıda ve çözümlerin tümüyle ihmali. İnsanı
insan yapan esas unsurun teoride ve daha önemlisi pratikte reddedilmesinin
sonucunun da hayvanlaşmak olacağı doğaldır.

İnsan ve onun duyguları zaman ve
mekânla sınırlıdır. Zaman ve mekân dışı şeyleri olduğu gibi algılayabilmekten
uzaktır. Hatta insan çoğu kez zamanın ve mekânın içindeki birçok şeyden bile
haberdar olamamaktadır. Dahası, kendi benliğinin sırlarını dahi henüz tam
çözebilmiş değildir.

İnsan bağımlıdır. Anasına, çevresine,
toprağa, dünyaya ve ahirete olan bağlarıyla birlikte doğar. Doğmasındaki dahli
ne kadarsa, ölmesindeki dahli de o kadardır. Ne doğuşuna kendisi karar
verebilir, ne ölümüne ve ne de doğumdan ölüme kadarki gelişim ve değişim
sürecine... Bütün bunlar, kendisi dışındaki bir karar merkezinde belirlenip
icra edilir. Onun, hayatın değişmez yasaları dediğimiz bu ?ilahi kanunlara?
uymaktan başka yapacağı pek bir şey yoktur. Kaderin bilinmeyen câzibesi,
esrârengiz ve sırlı gelecek, meçhuller, heyecanlar hayatın tadıdır. Sıkıcı
değil; makine ve bilgisayar değil; hârika bir canlıdır insan...

İnsan muhtaçtır. Yardıma, bakıma,
besine, suya, insana, anaya, babaya, toprağa, göğe, sevgiye, terbiyeye, bilgiye,
görgüye, çevreye ve daha birçok şeye... O, bu ihtiyaçlarından bazılarına daha
doğar doğmaz, bazılarına da doğal gelişimini tamamladıkça gereksinim duyar.
Çünkü insan, değişerek gelişebilen bir varlıktır. Âcizlik; sosyalliği, yani
birbirine ihtiyaç duyma ve yardımlaşmayı, zayıflık da; kulluğu, yani Allah'a
kesin muhtaçlığı ve O'na ibadeti meydana çıkaracaktır. Bu ihtiyaçlar, bir
yönüyle zayıflığın, diğer yönüyle huzur ve faziletin göstergesidir.


İnsanın diğer canlılarla ortak yönleri
vardır. Görünebilen tüm canlılar: Beslenirler, hücrelerden oluşmuşlardır,
hareketlidirler, büyürler, çoğalırlar, solunum ve boşaltım yaparlar. Aynı
yaratıcının aynı kanunlarına muhataptırlar. Yaratıcı ve Rableri aynı, hepsi
O'nun kullarıdır.

Bütün bu özellikler canlıların
?hayvan?lık boyutudur. Zaten insanı ?insan? yapan özellikler de bunlardan
hiçbiri değildir. O, insan olmayı hayvanlarla paylaştığı bu özelliklerinden
dolayı hak etmemiştir. Yeryüzünde halifelik için, diğer canlıların kendisine
hizmet etmelerini gerektiren farklılık olmalıdır. Zahmet olmalı ki rahmet
olsun.

İnsan,
?insan? olma özelliğini, ?iman?
etme özelliği dolayısıyla kazanmıştır. Çünkü insan, akıl ve kalp sahibidir.
Hayvanların akılları ve gönülleri olmadığından iman etmekle yükümlü değildir
hayvanlar. (Ama, Allah'a isyan da etmezler; kendi yapılarınca kulluk yaparlar,
Allah'a ibadet ve itaatten de çıkmazlar.) İşte, yukarıda sayılan maddelerden
insana özgü olan ve insanı hayvandan ayıran en büyüğü imandır. İmandır, çünkü
insan, gücü sınırlı, bağımlı ve muhtaç bir varlıktır. Kendinden daha güçlü
olan, kendisi gibi bağımlı ve muhtaç olmayan birinin yardımı olmadan yaşayamaz.
Güçsüzlüğünü, bağımlılığını ve muhtaç oluşunu her fark edişte bağlanacak,
inanacak, güvenecek, sığınacak, tutunacak ve barınacak birini arar.

İnsanı hayvandan ayıran diğer önemli
özellik ise ilimdir. İman ve ilim sayesinde insan, kendi hür iradesiyle Allah'a
kulluk yaparak en güzel biçimdeki yaratılışına uygun bir hayat


yaşayabilir. İman, ilim ve ibadetten
uzak insan ise varlıkların en âdisi olur. (Bkz. 17/İsrâ, 70; 51/Zâriyât, 56;
95/Tin, 4 - 5; 47/Muhammed, 12; 7/A'râf, 179)


[2]








[1]
Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 243-244.





[2]
Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 182-186; Ahmed Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.