Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

İ'tikâfın Amacı

İ


İ'tikâfın Amacı


İ'tikâfın amacını şu iki
noktada toplayabiliriz:
1- Mü'minin/dâvetçinin,
dünya meşgalelerinden kendini soyutlayarak Rabbi ile yalnız kalması ve nefsini
muhâsebe etmesi sâyesinde, hayatını ve amellerini O'nun rızâsı doğrultusunda
tanzim etme, takvâ sahibi bir insan olma hal ve şuuruna erebilmesidir.
2- Ramazan ayının son on
gününde girilen i'tikâf sâyesinde -ki bu en fazîletli i'tikâftır- Kadir gecesine
rastlanarak, onun idrâk ve ihyâ edilebilmesidir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd
adlı eserinde ?Rasûlullah'ın Ramazan'da İ'tikâf Yapışları? başlığı altında
şunları ifâde etmektedir: ?Kalbin düzeltilmesi ve Allah'a giden yol üzerinde
istikamet bulabilmesi, Allah'a muvâfakat edip, Allah'a bütünüyle yönelerek
dağınıklığını toplamasına bağlıdır. Çünkü gönül perişanlığını Allah'a
yönelmekten başka bir şey derleyip toplayamaz. Fuzûlî yemek-içmek, lüzumsuz
sokakçılık, boş sözler, aşırı uyku gönül perişanlığını artırıp onun her bir
parçasını bir vâdiye atar, onun Allah'a gidişine engel olur, onu zayıflatır,
yolunu geciktirir ve yolculuğunu durdurur. Azîz olan Allah'ın merhametiyse
kullarına lüzumsuz yeme ve içmeyi kaldırıp kalbi Allah yolundan alıkoyan çeşitli
şehevî duyguların gönülden sökülüp atılmasını meşrû kılmıştır. Hem onu maslahat
(yarar) miktarınca meşrû ederek kulun bu meşrû şeyden dünya ve âhiretinde
faydalanarak ona zarar vermemesini, onun dünya ve âhiret; şimdi ve gelecekte
yararlarına mâni olmamasını temin etmiştir.

Kullarına, maksadı ve rûhu
?kalbin Allah'a tam bağlılığı, ona muvâfakati, O'nunla baş başa kalması,
insanlardan kopması, sadece Allah'la ilgilenmesi? demek olan ?i'tikâf?ı meşrû
yapmıştır. Şöyle ki, i'tikâf ile O'nu anmak, O'na muhabbet etmek ve ve O'na
yönelmek gönül endişelerinin ve kalbî duygularının yerine geçer. Onlara karşı
kalbi istilâ eder de artık kalp bütün düşüncesini (O'na yoğunlaştırır), gönle
gelen bütün fikirler O'nu zikretmeye, O'nun rızâsını kazanıp O'na yakın olmaya
çalışır. Halk ile ünsiyet yerine Allah'a ünsiyet meydana gelir. Böylece kulu,
hiçbir dost sîmânın olmadığı, Allah'tan başka kimsenin sevindirmesinin mümkün
olmadığı kabirdeki korkunç yalnızlık günlerinde Allah'la dostluğu hazırlamış
olur. İşte i'tikâfın en büyük maksadı budur.
Bu gâye, ancak oruç ile
tamamlanınca, Allah i'tikâfı oruç günlerinin en fazîletlileri olan Ramazanın son
on gününde meşrû kılmıştır. Efendimiz (s.a.s.)'in oruçsuz olarak i'tikâf yaptığı
asla rivâyet edilmemiştir. Aksine ?Oruç olmadıkça i'tikâf yoktur.? (Dârimî,
Mukaddime 20; Muvattâ, İ'tikâf 4) buyurulmuştur. Yüce Allah kitabında i'tikâfı
oruçsuz zikretmemiştir. Rasûlullah da oruçsuz hiç i'tikâf yapmamıştır. Selef-i
sâlihînden olan âlimlerin ileri gelenlerince en üstün kabul edilen görüşe göre,
i'tikâfta oruç şarttır. Bu görüş Şeyhü'l-İslâm İbn Teymiye'nin de tercih ettiği
görüştür.
Konuşmaya gelince; Muhammed
ümmetine âhirette faydası olmayan her sözden dili alıkoymak şeriat gereği
olmuştur. Lüzumsuz ve çok uyku ise insanı gaflete götürür, sâlih amellerden ve
nâfile ibâdetlerden alıkor. Bu ümmete meşrû kılınıp tavsiye edilen uykusuz
kalmanın en üstünü, sonucu en güzel olan gece namazı için olmuştur. Bu
uykusuzluk, orta dereceli -aşırı olmayan- kalbe ve vücuda faydalı, kulu yararlı
işlerden alıkoymayan bir uykusuzluktur. (...) Bütün bunlar, i'tikâfın maksadına
ve rûhuna ulaşmayı elde edebilmek için olup, câhillerin i'tikâf yerlerini sohbet
meclisleri ve ziyâretçi çekme yeri -tuzakları- haline getirip aralarında
bıktırıcı laflarla sohbet etmelerinin aksinedir. Bu ayrı bir renk, Efendimiz'in
i'tikâfı ayrı bir renktir.?[1]

Ahmet Önkal ise, konu ile
ilgili olarak şunları ifâde etmektedir: ?Çağdaş İslâm dâvetçilerinden Hasan el-Hudaybî
der ki: ?İslâm'ı önce göğüslerinizde, gönüllerinizde hâkim kılın; yeryüzünde,
beldenizde de İslâm hâkim olacaktır.' Evet, İslâm dâveti önce dâvetçinin kendi
nefsinden başlar. Bu sahada yapılacak ilk iş, İslâmî bir şahsiyete ve irâdeye
sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, mâsiyetlerden, günahlardan, ayıp ve
ahlâksızlıklardan arınmaktır. Nefsine ihtimam göstermeyen bir dâvetçinin Cenâb-ı
Hak'tan hidâyet ve nusret beklemeye hakkı yoktur. Zira, ?bir toplum, kendi
durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez.? (Ra'd:
13/11). Bu sebeple her şeyden önce dâvetçi, selîm bir akîde sahibi olmaya
çalışacak, dâvâsına azim ve irâdeyle sarılacak, bozuk inanç, fikir ve
düşüncelere kalbinde, rûhunda, gönlünde yer vermeyecektir. Onun kalbi, zuhûru
muhtemel fitneler için hazırlıklı olmalıdır. Fitnenin olmadığı sükûnet ve saâdet
devresinde belki bu hazırlığın lüzumu hissedilmez; fakat ortalık karışmaya,
fitne dalgaları kabarmaya başladığı zaman ortaya çıkıverir. (...) Bir havuz
düşünelim: Suları durgundur, içinde gömük vardı, çamur vardır; fakat dibe
çökmüş, su berraklaşmıştır. Bu havuza küçük bir taş attığınız zaman, bu taş
gömüğü harekete geçirir ve bir de bakarsınız havuzun içi karışıvermiş,
bulanmıştır. Küçük bir taş, böylece karışıklığı ortaya çıkarır. Fakat bu
havuzdaki suyun tertemiz olduğunu düşünün; bibinde çamur, gömük, kir-pas yok,
sâfi, berrak bir su... Böyle bir havuza atılan taş, onun güzelliğini artırır.
Taşın atıldığı merkezden başlayarak hâleler, daireler meydana gelir. Suya
akseden ağaçlar, eşya ve tabiat hareketlenir ve bir canlılık sergilenir; taşın
yaptığı iş, ancak onun güzelliğini artırmak olur. İşte hazırlıklı, tertemiz,
ihlâslı bir kalbe de fitnelerin, sapık cereyan ve fikirlerin yapacağı da budur.
Fakat kendini kontrol altında tutmayan, hazırlığı olmayan kalpler, er geç bu
toplumun çirkefliklerine bulaşacak, sapıklık ve ahlâksızlıklarından müteessir
olacaktır.
Sonra dâvetçilerin mazbut bir
yaşayışı, ibâdetlere son derece bağlı bir anlayışı ve her çeşidi ile nefsinde
tatbik ettiği güzel ahlâkı olmalıdır. Şüphesiz onlar, dâvette bulunurken
insanlar onların sözlerinden çok; yaşayışlarına, ibâdetlerine ve ahlâklarına
bakacaklar, kendileri için onların örnek olmasını bekleyeceklerdir. İşte bu
durumda dâvetçiler yapmadıklarını söyleyenler, insanlara iyiliği emredip kendi
nefislerini unutanlar ve kendileri sakınmadıkları halde insanları kötülükten
nehyedenler durumlarına düşmemelidirler. (...)
Hz. Peygamber'in dâvete rûhen
hazırlanmasında (Hira'daki) uzletin ise, şüphesiz ayrı bir yeri vardır. (...)
Uzlet, kulun Rabbi ile baş başa olduğu anlardır; Allah ile irtibat ve sılayı
sağlayan yegâne unsur, kişiyi rûhen olgunlaştırıp geliştiren en önemli
vesiledir. Ve Hz. Peygamber'in uzletinde umûmen bütün müslümanlar, husûsuyla
İslâm dâvetçileri için önemli bir delâlet, güzel bir tevcih vardır: Bir müslüman
ve dâvetçinin İslâm'ı, her ne kadar fazîletlerle donanmış, ibâdetlerin her
türlüsüyle bezenmiş de olsa, bütün bunlara ilâveten nefis murâkabesi yaptığı,
Allah'ın murâkabesini üzerinde hissettiği, kâinatın eşsizliği ve bu eşsizlikteki
Allah'ın azametini düşündüğü uzlet ve halvet saatlerini eklemedikçe kemâle ermiş
olamaz. Zevcini, çocuklarını, dünya meclislerini, ticaret meşgale ve
telâşelerini terk ederek, her gün birkaç saat uzlet... Modern tâğutların kurbanı
haktan inhirâf etmişleri hidâyete erdirmede yardımcı olmasını niyaz ederek
Allah'a yönelmek üzere... Kendini muhâsebeye çekmek, dâvetteki eksikliklerini
telâfi etmek ve dâvete hazırlanmak üzere uzlet... Kat'iyyen cihaddan ve birtakım
sıkıntılardan, fedâkârlıklardan kaçmak üzere değil... Veya yaygın bir yanlış
anlayışta olduğu gibi insanlardan tamamen uzaklaşarak, dağları ve mağaraları
veya loş hücre ve odaları mesken tutarak sadece kendi nefsiyle uğraşmak üzere
değil... Evet, her müslüman ve dâvetçi için rûhî hazırlıkta uzlet gereklidir ve
Rasûlullah (s.a.s.) bunun örneğini vermiştir.
Bu şekilde devam edegelen
hazırlık, dâvet yüküne tahammül edecek bir merhaleye geldiği anda hareket
başlayacak ve dâvetçi tebliğe yönelecektir. Peki, bu noktada artık rûhî hazırlık
bitmiş, sona ermiş midir? Hayır, asla! Zâten hazırlık safhasıyla hareket
merhalesini kesin hat ve çizgilerle birbirinden ayırmak kesinlikle mümkün ve
doğru değildir. Dâvet boyunca hazırlık yine devam edecektir. Zira dâvetçi, her
an Rabbi ile irtibat halinde olma mecbûriyetindedir; her vakit O'nun lutfedeceği
destek ve inâyete muhtaçtır. İşte bu sebeple dâvetinin hemen başlangıcında
Cenâb-ı Hak, Rasûlüne hazırlığa devamı emrediyordu:
?Ey (elbisesine) bürünen
(Rasûlüm)! Gece(nin) birazından hâriç (saatlerinde) kalk (namaz kıl). Gecenin
yarısı miktarınca, yahut ondan birazını eksilt; veya (o yarının) üzerine (ilâve
edip) artır. Kur'an'ı açık açık, tane tane oku.? (Müzzemmil: 73/1-4).
Hazırlık gerekliydi; çünkü:
?Hakikat Biz sana ağır bir
söz vahyediyoruz.? (Müzzemmil: 73/5).
?Telâkkisi ağır, mükellefiyeti
ağır, dâveti ağır bir söz?[2]

Ve bu ağır mükellefiyet için
gece namazı emrediliyordu. Zira
?Gerçek, gece (yatağından
ibâdete) kalkan nefis (yok mu), hem (istenen hudû ve ihlâsa) uygunluk itibarıyla
daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha sağlamdır.? (Müzzemmil: 73/6).
Hiçbir azık ve hazırlık, gece
namazının yerini tutamazdı; o, dâvetçiyi Allah'a bağlı, ruhu aydın, kalp gözü
açık, zihni parlak, düşüncesi ateşli, Rabbânî bir kul olmaya hazırlayan, gelecek
ağır emirlerin icrâsına kabiliyet ve yatkınlık kazandırmak üzere nefislerin
terbiyesi ve mücâhede kuvvetlerinin ilerlemesi ve meydana çıkması için ihzârî
bir riyâzet olan bir vesile, Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı idi. Şüphesiz ki bu
kalbi yaratan Allah, onun girdisini çıktısını, gizlilik ve sırlarını, tesir
altında kalacağı an ve durumları en iyi bilendi ve O, gece namazını emrediyor,
Rasûlüne teheccüdü farz kılıyordu:
?Gecenin bir kısmında da
uyanıp sırf sana mahsus nâfile/fazla (bir ibâdet) olmak üzere onunla (Kur'an
ile) gece namazı kıl.? (İsrâ: 17/79).
Allah'ın en sevdiği kul olduğu,
geçmiş ve gelecek günahları mağfûr olduğu halde Peygamberimiz teheccüdle
emredilirken -tâkat getiremeyecekleri için diğer müslümanlara farz kılınmayan-
teheccüde, gece namazına, ilk dâvetçi Hz. Peygamber'in yolundan gitmek
isteyenlerin ne kadar da çok ihtiyacı vardır! Dâvet yolunun ve âhiret
yolculuğunun azığı işte budur. Yolculuğa azıksız ve hazırlıksız çıkılmayacağını
bilenler, İslâmî faâliyetlerde gayret gösterenler, bu azığı elde etmeye önem
vermelidirler. Nitekim Rasûlullah Efendimiz de bize gece namazını tavsiye eder:

?Size gece namazını tavsiye
ediyorum. Şüphesiz o, sizden önceki sâlih kulların âdetidir. Sizin için de
Rabbinize yakınlık, günahlarınıza keffâret, hatalardan selâmet ve bünyeyi
hastalıklardan koruma vesilesidir.?[3]

Yukarıda verdiğimiz,
Rasûlullah'a gece namazını emreden her iki âyette de bir husus dikkatimizi
çekiyor. Birincisinde gece kalkılması O'ndan istenildikten sonra deniliyor ki:
?Kur'an'ı da açık açık, tane tane oku?. İkincisinde ise Kur'an ile gece
namazı kılması emrediliyor. Şu halde rûhen dâvete hazırlanmada Kur'an'ın
gerçekten büyük fonksiyonu vardır. Askerî bir harekette ikmâl ve bakımı sağlayan
lojistik ne derece önemliyse, İslâmî faâliyette de kişiyi dâvete hazırlayan,
onun mânevî gıdasını temin eden ve ikmâlini yapan Kur'ân-ı Kerim'in o derece
ehemmiyeti vardır.
Dâvet boyunca devam edecek rûhî
hazırlığın başka nüveleri olarak Hz. Peygamber'in titizlik ve itinâ ile tatbik
ettiği, ümmetine bir sünnet ve örnek olarak sunduğu diğer nâfile ibâdetlere
dikkat, bolca duâ ve istiğfâr, zikir ve tesbihi de kaydedelim. Şüphesiz bütün bu
hususlarda O'nu Cenâb-ı Hak, irşâd ve tevcih ediyor, tâlimatını veriyordu:
?(Ey Habîbim) Günahının
bağışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbini hamd ile (tenzih ve) tesbih et.?
(Mü'min: 40/55).
?(Habîbim) Ne derlerse sen
(şimdilik) sabret. Rabbini güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce hamd ile
tesbih (ve tenzih) et.? (Kaf: 50/39).
Hz. Peygamber de, bu tevcih
doğrultusunda bütün bir hayatının ortaya koyduğu gibi, dâveti için her an
Rabbine ilticâ ediyor, hazırlığını ikmâlde bulunuyordu.
Rûhî hazırlığı sağlayan
unsurlar olarak belirttiğimiz bu hususların yanında, hiç şüphe ve tartışma
götürmez bir gerçektir ki, farz olan ibâdetlerin dosdoğru, yerli yerince,
zamanında, eksiksiz ve ihlâsla îfâsı en başta gelen şarttır. Henüz ibâdetlerin
rûhuna erememiş, cemaat şuuruna varamamış, üzerine farz olan hususları bile tam
bilmeyen ve vecîbelerini îfâda gevşeklik ve ihmalkârlık gösterenlerin -günümüzde
olduğu gibi- İslâmî dâvet yükünü taşıma, cihad bayrağını çekme gibi büyük
iddiâlarla ortaya çıkmaları, ne hazindir! Elbette bu sahayı onlara, sorumsuzca
ve idrâksizce dolduruvermek üzere boş bırakan müslümanlar vebâl altındadırlar ve
dâvet vazifesini samimiyet ve ihlâsla yürütecek, ehl-i takvâ, ehl-i hâl, ilim ve
ahlâk sahibi, dâvete her yönüyle hazır dâvetçi elemanlar yetiştirmekle
mükelleftirler.?[4]

İnsanın en yakın çevresi, işi
ve meşgaleleri dolayısıyla ilgilerinin de en yoğun olduğu yerdir. Böyle bir
yerde bulunan kişinin dikkati de o nisbette dağınık demektir. Çevre ve kişisel
ilişkilerden kaynaklanan bu bağımlılıktan fizik olarak kurtulan ve mânen
sıyrılan kimse ancak kendisini yapacağı işe bütünüyle verebilir. Kendini bir
şeye vermek, o konudaki dağıtıcı düşünce, ferdî irâde ve zihnî yönelişleri
bütünüyle silmek ve yalnız ona vermekle olur. Her konuda olduğu gibi, kişinin
kendini Allah'a vermesi de insanın maddî ve mânevî gücünü teksif etmesi ve aynı
hedefe yoğunlaştırması ile mümkün olur. Yarışmalardan önce sporcuların özel
hayatlarından koparılarak kampa alınmaları, belli bir süre enerji depolamak için
olduğu kadar, onları gerideki ilgilerin etkisinden sıyırmayı da hedef alır.
Gözlerinden biri hastalanan kimse için eşyanın yarısı nasıl bulutların arkasında
gölge bir varlık gibi silik ve bulanık gözükürse, dikkati vâkıalara takılıp
kalan, kendine bakmasını ve kendisini Hakka vermesini bilmeyenler için de
hakikatin yarısı kaybolmuş demektir.
Özellikle i'tikâfla elde
edilen, başka şeyleri bırakıp sadece Allah'la beraber olmanın faydası
meydandadır: Meşgaleyi azaltır, insanın gözünü ve kulağını korur. Zira göz ve
kulak kalbin yoludur. Kalp bir havuz gibidir. Beş duyu ırmaklarından oraya pis
ve bulanık, mikroplu sular dökülür. İ'tikâftan maksat, kalbi o pis sulardan ve
bunlardan meydana gelen çamurdan temizlemektir ki, bu sâyede havuzun ana kaynağı
temiz su ile dolsun. Pis suyu akıtan derelerin havuza akan yolları açık iken
havuzu temizlemek nasıl mümkün olur? Her an yeni bir pis su havuzu doldurur. O
halde ilk önce o pis derelerin yolunu kesmek lâzımdır, yani kalbe yönelen
duyuların akıntısını kesmek gerekir, ancak zarûret miktarı açık kalır. Bu da
i'tikâf ve benzeri uygulamalarla mümkün olur. Ayrıca i'tikâfla gözü hâriçten
çekmekle bu dereleri kapamak, kalbin derinliklerine dalıp onu temizlemek, perde
tabakalarını kaldırıp atmak sûretiyle içinden hikmet gözlerini akıtıp kalbi
doldurmak da mümkündür.








[1]
İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, Cantaş Y. c. 2, s. 669-672.



[2]
Buhârî, Bed'u'l-Vahy: 2.




[3]
Tirmizî, Deavât: 101.




[4]
Ahmet Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu, Esrâ Y. s. 108-115.