Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Ruhbanlık Kur'ânî Bir Arınma Yöntemi Değildir

Ruhbanlık Kur


Ruhbanlık Kur'ânî Bir Arınma Yöntemi Değildir:


"Sonra bunların izinden
ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından
gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet
vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık/emretmedik. Fakat
kendileri Allah'ın rızâsını kazanmak maksadıyla onu kendileri uydurdu. Ama buna
da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik.
İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır." (57/Hadîd, 27).
Ruhbanlık, hıristiyanların
ortaya çıkardığı bir anlayış ve yaşayış tarzıdır. Hz. İsa'dan sonra, mü'minler
inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü'minler ağır
kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine
dâvet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış,
sadece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlardı. İşte bu sûretle fitneden kaçan bu
insanlar, dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten
vazgeçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul
olmuşlardır. Ama kendilerinin icat ettikleri bu ruhbanlığa çoğu riâyet etmemiş,
hatta şirk içinde bir hayat yaşamıştır. Âyet-i kerimede açıkça beyan edildiği
gibi, dağa çekilerek, mâbede kapanarak, nefse zulmederek kendini ibâdete vermek
Yüce Allah'ın rızâsı olan bir iş değildir. Bu nedenle, İslâm'ın arınma yöntemi
inzivâ değil; i'tikâftır.
İ'tikâfın inzivâya
dönüştürülmesine hıristiyanları örnek verebiliriz. Onlar çok niyetlerle hareket
ettikleri halde sonucu itibarıyla zararlı bir noktaya gelmişlerdir. Bilindiği
gibi, kendilerine ruhbanlığın farz kılınmadığı halde hıristiyan din adamları
ifrâta kayaraka, olumlu geleneği bozmuşlar, dejenere etmişlerdir. Onu, hayattan
kopmak, kaçmak, uzaklaşmak anlamında yorumlamışlardır. Böylece dinin şeklî
ibâdetleri sadece belli bir kesime özgü imiş gibi bir muhtevâ kazanmış, dinî
duyarlılık küçük bir zümrenin tekeline girmiştir. Bize göre bu, dinin
düyevîleşmesine, geniş kitlelerin Allah ile bağının zayıflamasına yol açan "seküler
dünya tasavvuru" ile yola çıkan ideolojilerin işini kolaylaştırmıştır. Böylece
Din'in hayat damarları koparılmış, kalplerin şifâsı, insanın mânevî huzurunun
teminâtı olan İlâhî hükümler, toplumsal yaşamdan kovulmuştur. Tabii ki, adâletin
yılmaz ikamecileri olması gereken mü'minlerin, yaşanan hayata müdâhale edecek
konumdan uzak durmaları, en çok, insanları sömürmek isteyen müstekbir tâğutları
memnun ve mutlu kılacaktır.
Hinduizm, küçük farklarla
Budizm, kilise tekelindeki Hıristiyanlık ve onlara benzeyen bazı dünya
görüşleri, insanların öz benliklerinin arınmasını, dünyayı ve tüm nimetlerini
terk etme esasına dayandırmaktadırlar. Ölçüsüz bir mâneviyat eğitimi öngören bu
tür dünya görüşlerinin handikapına düşmekten kaçınmak gerekmektedir. Çünkü
Kur'an ahlâkında dünya, tamamıyla terk edilmesi gereken bir diyar değildir.
Namaz, oruç gibi perhizler içeren ibâdetler de mâbede ve içinde yaşayanlara özgü
değildir. İslâm'da, özel imtiyazlı, mâbede kapanmış bir din adamları sınıfına
yer yoktur. Çünkü her mü'min dininin adamıdır. Nefsi arındırmak bir sınıfın
tekelinde değil; her mü'minin sorumluluğundadır. Bu nedenle her mü'min, hayatı
i'tikâf şuuru ile, Allah'a adanmışlık bilinci ile yaşamalıdır.