Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Bu Kitabı Nasıl Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?.

Bu Kitabı Nasıl Okumalı


Bu Kitabı Nasıl
Okumalı, Ona Nasıl Yönelmeliyiz?

Kur'an okuyor veya dinliyor
olmamız, tek başına, bizi aldatmasın. O İlahi Kelam'ı okurken, dinlerken,
üzerinde düşünürken, sahih bir niyet taşıma gereği de unutulmasın. Bilelim ki
Kur'an'a gerçekten muhatap olmamız, doğru bir niyetle, samimiyet ve ihlasla ona
yönelme şartına bağlanmış bulunuyor.
Bizatihi Kur'an'ın tarifiyle,
âlemlerin Rabbından gelen[1];
insanları hidâyete erdiren ve hakkı bâtıldan ayıran[2];
sonsuz hikmetler yüklü[3];
sonsuz derecede kerim[4];
bir Ezelî Kelam'dır Kur'an. "Onun ahlâkı Kur'an'dı" diye tarif
edilen Ümmî Nebî (s.a.s.) kendi hayâtıyla, Kur'an'ın bu sıfatlara hakkıyla
mazhar olduğunun en birinci delilidir. Keza, ondan aldıkları hidâyet dersiyle
bütün insanlık tarihine manidar ubudiyet örnekleri sunan sahabiler de. Ve her
biri ondan aldığı hakikat nuruyla kemale eren milyonlarca asfiya ve salih kullar
ile, hayâtları onunla nurlanan yüz milyonlarca mü'min de onun tüm bu
özellikleri hakkıyla taşıdığının şahidi ve delilidir.
Fakat, bizatihi Kur'an,
muhatabı olan bizleri, kendisine sahih bir niyet ve sağlam bir itikad ile,
samimiyet ve ihlas içinde muhatap olma konusunda uyarır. Mesela Al-i İmran
sûresinin yedinci âyetinde, kalbinde 'kaypaklık' taşıdığı halde 'saptırma ve
fitne için' onu okuyanların varlığına dikkat çeker. Bir sonraki âyette ise,
hidâyet bulduktan sonra kalbimizi eğriltmenin mümkün olduğunu bildiren bir
duâyla yüzyüze geliriz. Böylesi dehşetli bir tehlikeye karşı insan, acziyet ve
tevazu içinde Rabbına sığınma durumundadır:
"Ey Rabbımız! Bize doğru
yolu gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma, bize katından bir rahmet ver.
Gerçekten herşeyi veren Sen'sin." (Âl-i İmran: 3/8)
Tüm bu hususlar şunu açıkça
gösterir:
Kur'an, gerçekten âlemlerin
Rabbı namına bir ilahi hitaptır. Bütün kâinatın Sahibi, bütün mahlukatın Halikı
namına bir ezelî konuşmadır. Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelam-ı Ezelîsi
olarak sonsuz hikmet, kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan'dır ve mu'cizü'l-beyandır.
Dolayısıyla onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek,
dinlemelerin en güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre
yaşanan bir hayât, hayâtların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması
gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ın doğru bir niyetle
okunmasıdır.
Kur'an'dan öğrendiğimize göre,
ona yönelirken dikkat edilecek hususlar şunlardır: İyi niyet, istiaze, Kur'an'a
temiz olarak dokunup yaklaşmak, Kur'an'a kulak verip susmak, onu tane tane,
özümseyerek okumak.
Kur'an'a yönelirken dikkat
edilecek ilk husus, recmedilmiş şeytana karşı, Rabbimize sığınmaktır:
"Kur'an okumaya başladığın
zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın." (Nahl: 16/98).
İlk iş budur. Neden? Çünkü,
Kur'an'ın defaatla ders verdiği üzere, şeytanı şeytan kılan şudur: O, kendince
bir 'üstünlük' vehmi üreterek Allah'ın yarattıklarını iyi-kötü, eksik-mükemmel
ayrımına tabi tutmuştur. Bu şekilde, hem kendine bir üstünlük vermiş, hem de
Allah'ın kudretine kusur ve noksan yüklemeye kalkışmıştır. Kendince açtığı bu
yoldan yürüyerek, nefis ve esbab şirkine zemin hazırlamış; böylece, Rabbine
karşı isyan ve inkar cür'etini bulmuştur. İnsanı nefisperest olmaya sevkeden de,
esbabperestliğe meylettiren de odur. Bütün kötülüklerin, bütün bâtıl düşünce ve
hayât tarzlarının gerisinde şeytanın bir dahli vardır. Bu bakımdan şeytandan
istiaze etmek, tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır.
Kur'an'ı böylesi bir sığınma
içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını
barındırır. Şahsi bir menfaat için okuma da bu anlama dahildir; bir dünya
menfaati için okumak da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun
içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmak da. Ona şöhret için muhatap
olmak da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii,
Kur'an'ı ise aklın kölesi kılmak da.
Zaten istiaze'nin bir esprisi,
acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabul etmeyip sadece kendisine güvenen kimse,
başkasına sığınmaz. Dolayısıyla istiaze eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın
izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden,
Kur'an'da belirtildiği üzere kibirlenerek kafir olan şeytanın ürettiği en büyük
tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi
okşayarak, enaniyetimizi kamçılamaktır. "Şeytanlar ene'nin gaga ve pençesiyle
akılları havaya kaldırıp insanı dalalet derelerine atıyorlar." İstiaze
sayesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir.
İkinci bir husus, ona 'temiz'
olarak yönelmektir. "Temizlerden başkası ona (Kur'an'a) dokunamaz."
(Vâkıa: 56/79) Yani 'ancak temiz olanlar ona dokunabilir.' Bu âyetle emredilen
bu temizlik, iki yönlü bir hazırlık niteliğindedir. En basit anlamıyla, bu
temizlik şartı, insana sıradan bir kitap ve sıradan bir hitap ile yüzyüze
olmadığını hatırlatır. O âna dek iştigal olunan ve muhtemelen nefsânîlik ve
dünyevîlik karışmış hallerden arınma tâlimi yapılır. Böylece, kalpler ve
akıllar, Rabbin pak, saf, temiz, bozulmamış, münezzeh, mukaddes ve ulvi
Kitab'ına lâyıkınca muhatap olmaya hazırlanır. Bu arınma gerçekleşmeden o
muhâtabiyetin sağlanması zaten mümkün değildir. Onun nuruna açılmamız, ancak
dünyevîlik ve nefsânîliklerden temizlenmemizle mümkün olacaktır.
Âyette geçen 'dokunma' yı bu
açıdan da dikkate almak gerekir. Bu ifâde, dünyevî kirlerden, nefsânî
vehimlerden âzâde olamayan bir insanın, okusa bile onun hakikatini
kavrayamayacağını da ihsas eder. Temiz bir kalple, selim bir fıtratla ona
muhatap olmayan, o hakikat okyanusundan maalesef hissesiz kalmaktadır.
Kur'an' yaklaşım konusunda bir
üçüncü husus: "O Kur'an okunduğunda ona kulak verin ve susun ki rahmet
edilesiniz." (A'râf: 7/204) Bu âyette, 'okuma' ve 'dokunma' nın yanına, iki
husus daha eklenir: 'dinleme' ve 'susma.' Dinlemek, tüm Kur'an'da en çok
sözkonusu edilen insanî fiillerden biridir. Anlamanın ilk şartı odur. Kur'an
okunurken dinlemeyen biri, onu nasıl anlayabilir ki? Yine dinleme, saygılı
olmanın ve ciddiye almanın işaretidir. Kulun edebine yakışan da budur. En küçük
bir âmiri konuşurken dahi dinlemeye memur olan insan, bütün âlemlerin Rabbı,
bütün yaratıkların yaratıcısının kelâmı karşısında nasıl dinlemez, nasıl
susmayıp konuşmayı sürdürür?
Âyette zikredilen 'dinleme' ve
'susma' yalnız şu maddî kulağımıza ve dilimize ait değildir. İstenen, aynı
zamanda, her vakit şeytanı dinleyen nefsin, hep gelip geçici zevklerin zebunu
olan heva ve hevesin susmasıdır. Ayrıca, semavî bir hitap karşısında dünyevî
fikriyat ve felsefelerin asıl tutulmamasıdır. Hüdâ'nın karşısına dehâ (!) ile
çıkmamaktır. Bütün bir felsefe tarihinin ana tavrı olan, vahye sırtını çevirip
yalnızca kendi aklıyla hakikatı bulma iddia ve inadında olmamaktır. Bilakis,
bizi yaratan, bize bu sûreti, bu sîreti, bu fıtratı, bu aklı ve tüm bu duyguları
veren; bizim yüzyüze olduğumuz, her bir mevcudundan gerek gözümüzle, gerek
dilimizle, gerek fikrimizle, gerek kalbimizle istifâde ettiğimiz şu kâinatı da
yaratan bir Rabbin bir âlet olarak yarattığı aklı o şekilde kullanmaktır. Onu
sürücü değil, binek; hâkim değil, hizmetkâr yapmaktır.
Diğer bir husus, tüm bu
şartlara azamî derecede riâyet gayretiyle okumaya başladığımız Kur'an'ı, her bir
harfine hakkını vererek, tane tane okumaktır. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane
oku" (Müzzemmil: 73/4) Her sûresi, her âyeti, her kelimesi ve her harfi
böylesine i'cazlı bir Kitab, ancak ve ancak tane tane okunur. Düşüne düşüne,
sindire sindire okunur. Onu hızla okuyup geçmek, dil kıpırdarken aklı, kalbi ve
pek çok duyguyu hissesiz bırakmak demektir. "Kur'an'ı tertil ile, tane tane
oku" buyrulması; sözkonusu özümsemenin usûlünü de bildirmektedir. Hızlıca
okunup geçilen hangi şey özümsenir ki? Tane tane okuma, okunan şeyi özümseme,
sindirme, benimseme ve hayâtının her anını ona göre yaşama niyetini yansıtır.
Nitekim, Kur'an, nûrânî sırlarını, "fıtratımın kemâli sensiz olamaz" diyerek ona
ciddiyetle muhatap olanlara açmaktadır.[5]
"Gerçekten bu Kur'an,
insanları en doğru yola iletir. (Bildirdiği) hayırlı amelleri yapan mü'minlere
kendileri için pek büyük mükâfatın olduğunu da müjdeler." (İsrâ: 17/9)
İnanmak ve kanunlarına göre
yaşamak mecburiyetinde olduğumuz Kur'an nedir?
Kur'an; Allah'ın insanlığa son
peygamber ve önder olarak gönderdiği Hz. Muhammed'in, Cebrail isimli melek
aracılığı ile Yüce Rabbimizden vahiy yoluyla alıp insanlığa sunduğu hayât
nizamıdır. Hayâtın başlangıcı ve sonucunu açıklayan âyetleri, sunduğu hayât
kanunları, felâket ve mutlulukla neticelenen yaşayış şekillerine ait tarihî
belgeleri, kâinatla ilgili ilmî mûcizeleri ve Hakk'ı, bâtıllardan ayırıcı
düsturları ile Kur'an-ı Kerim bütün akıl sahipleri için hidâyet kaynağıdır.

Kur'an; kâinat nizamının son
bulacağı zamana kadar yaşayacak bütün insanların muhtaç olacakları itikadî,
ictimaî, iktisadî, hukukî ve ahlakî en üstün hayât kanunlarını ihtiva eden bir
Hak Kitaptır. Kur'an; bütün insanlığın bilginleri, aydınları, teknokratları,
sosyologları, hukukçuları, edebiyatçıları, ahlakçıları ve devrimcileri ile bir
araya gelseler dahi bir benzerini meydana getiremeyecekleri İlahî kanunlar
manzumesidir. Kur'an; lafızları ve insanlığı kuşatıcı hayât düsturları ile
ilahî, edebî ve ebedî bir Hak Kitap olduğu içindir ki, zaman aşımı, mekân
değişimi onu eskitemez, yürürlükten düşüremez. O, her zaman yeni, her dem taze,
her devirde eksiksiz ve mükemmeldir. Bunlara rağmen, yaşadığımız câhiliyye
toplumunda Kur'an'ın sunduğu hayât düsturlarına göre yaşanılması, egemen
güçlerce engellenmekte, otoritesi yıkılmaya çalışılmakta ve o, nesillerimize bir
mâzi ve ölü kitabı şeklinde tanıtılmak istenmektedir.
Mü'min, Kur'an insanıdır. O'nu
okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur. İnandığı ve hayât nizamı edindiği
Kur'an'a karşı mü'minin ilk vazifesi, O'nu sık sık okumaktır. Kur'an'ın ilk emri
"oku" iken O'nu okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü'min, asgari olarak
günde beş defa namaz aracılığı ile Kur'an'la doğrudan doğruya bir bağlantı
kuracaktır. İslâm'ın iman, ahlak, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden
Kur'an âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak
ve dinleyerek Allah'a ibâdet edecektir. Kur'an'ı okumak, mü'min için ne derece
lüzumlu ise, öğrendiklerini korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir.
Kur'an'ı okumaktan asıl gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden
Kur'an'ın anlaşılmasını belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur'an, her
bir kişi için gönderilmiştir ve Kur'an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından
anlaşılacak kadar açıktır.
"Andolsun ki biz, Kur'an'ı
anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır. O halde bir düşünen
(ibret alan) var mı?" (Kamer: 54/17)
Kur'an'ı biraz olsun anlayarak
okumuş olmak için, Kur'an'ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini ihtivâ eden
meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz. Bir sayfa metin,
akabinde de okunan sayfanın meal ve tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli
konulardaki Kur'an âyetlerini açıklayan ilmî eserleri de ciddi bir gayretle
takip etmeliyiz. Kur'an'ı okumanın, onu anlamak için olacağı gerçeğini
kavrayamayan bir çok mü'min, Kur'an'ı yıllarca okudukları, defalarca
hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri için, Kur'an'ın mana
zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki Kitab'ı hayâtlarına
geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.
Kur'an'ımızı okumak, anlamak
için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır.
Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir.
"İşte bu Kur'an,
indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur'an'a uyun, (onun emir ve
yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız." (En'âm:
6/155)
Mü'min, Kur'an'ı, musikisinden
yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için
öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir.
"Allah, şu Kur'an'la amel
eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır."[6]

Tatbik olunmayan bilgilerden
bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan
Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır.
"Benim zikrimden
(Kur'an'ımdan) yüzçeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayât ve
geçim sıkıntısı vardır." (Tâhâ: 20/124).
Bir ilke, bir kanun fert ve
cemiyet hayâtında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının
anlamı ve değeri vardır. Yok sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla
yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayâtının akışına yön vermiyorsa
onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana
kaideyi iman ve amel hayâtımıza uygulayarak şu soruları kendimize
yöneltebiliriz:
Yüce Allah'ın varlığına,
birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab
olduğuna inanmamızın hayâtımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve
yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız Kur'an-ı Kerim'in kişisel ve sosyal
hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur'an-ı Kerim vicdanların hâkim düzeni ve
pratik hayâtın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali, istikbali bilen
Allah'ı fiil ve hayâtımızda biricik ma'bud; ortaksız ilâh tanımamız mümkün
müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılan, helâl
kıldıklarını da haram kılan kişileri ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları
ma'bud edinmektir. İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen
prensipleri yüceltmek ise Allah'a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar
edinip Allah'a ortak koşmayı, sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir
anlayış içinde kabul eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah'ın ferdî,
ailevî ve ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur'an-ı
Kerim, düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir. Dirileri
canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık kitabı olmuştur.
"Ümmetimle ilgili olarak
korktuklarımın en korkutucu olanı, Allah'a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben
size onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah'tan başkasının
emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah'a bir nevi
şirk koşmak olacak.)"[7]

Allah'ın yanısıra ilâhlar
tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu
içindir ki, ilk mü'minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan
şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur'an'la bildirilen helâllar ve
haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim'in yasalarına uymayı Allah'ı ma'bud tanımanın gereği
görüyorlardı. Bu şuurlarından ötürüdür ki Rabbimizin Kur'an'da "Namaz
kılınız" emri gelince bütün mü'minler namaz kılmaya başlamıştı. "Zekât
veriniz" emri gelince, şartlarını taşıyan mü'minler, vermeyi bir iman zevki
ve vicdan neşesi haline getirmişlerdi. "Savaşınız" buyruğu ise bütün
mü'minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Allah'ı biricik ma'bud;
ortaksız ilah kabul etmeyi, O'nun kitabı Kur'an'ın düsturlarına göre yaşamak
manasına anlayan ilk mü'minlerin hayâtından iki örnek verelim:
Asrımızın cahiliyyeti gibi
karanlık bir cahiliyyet hayâtı yaşayan miladi 6.-7. asır Araplarında alkollü
içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin protokol gereğiydi. Böyle bir
cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder:
"Bir gün oturmuş içki içmeye
başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber'in huzuruna çıktım, selâm verdim ve
orada içkinin haram edildiğini bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal
arkadaşlarımın yanına döndüm ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri
"... artık bu iptilâdan vazgeçersiniz değil mi?" (Mâide: 5/90) cümlesine
kadar okudum. Arkadaşlarım hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri
devirdiler ve 'Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!' dediler."[8]

Kur'an'ın bu yasağından sonra
Medine yolları günlerce içki aktı. Artık İslâm toplumunun içki diye bir problemi
kalmamıştı. Annemiz Hz. Aişe (r.a.) de şöyle anlatıyor:
"Allah'a yemin ederim ki ben
Allah'ın Kitabına iman ve onu tasdik etme bakımından Ensar kadınlarından daha
gayretlisini görmedim. Nur sûresinin 'Baş örtülerini yakalarına vursunlar
(başlarını, saçlarını, kulaklarını, gerdanları ve sinelerini sımsıkı örtsünler)'
(Nûr: 24/31) anlamındaki âyeti nâzil olup da erkeklerin her biri
evlerine dönerek karısı, kızı, kızkardeşi ve akrabasına Allah'ın
indirdiği âyeti okuyunca onların her biri Allah'ın Kitabına iman ve onu
doğrulamak için örtülerine büründüler. Bu âyetin nüzûlünü takip eden sabah
örtülerine bürünmüş olarak Hz. Peygamber'in arkasında namaza durdular.
Örtülerine sımsıkı büründükleri için sanki başlarında kargalar varmış
gibiydiler."[9]

Kısaca kadın ve erkek,
Peygamber devrinin her mü'mini, Kur'an'ın ferdî ve ailevî hayâtı tanzim eden her
emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı
iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur'an'ı yaşanan bir nizam haline
getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur'an'ın yüce emir ve yasaklarını tatbik
etmemek; şanlı Peygamber'in önderliğinde yaşamamak, imanı anlamsız kılmak,
hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek, âhiret saâdetini putperestliğe feda
etmektir. Biz de bugün kişilerin putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı
modern câhiliyette yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak
için ashâbın Kur'an'a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah'a kul olabilmek,
özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur'an'ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayâtımıza
geçirmeliyiz.
"(Siz) O'nun Kitabı Kur'an'a
uyun. O'nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının ki merhamet
olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)" (Tâhâ: 20/98; En'âm:
6/155).[10]
Ne mutlu Kur'an gölgesinde
hayâtını sürdüren canlı Kur'an'lara!

[11]


[1]
Vâkıa: 56/80.

[2]
Bakara: 2/185.

[3]
Yâsin: 36/2.

[4]
Vâkıa: 56/77.

[5]
M. Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, s. 15 vd.

[6]
Müslim, Salatu'l-Müsafirin: 47, hadis no: 269; İbn Mace, mukaddime: 218;
Darimi, Fezailu'l-Kur'an: 9, hadis no: 3368; Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II,
341.

[7]
İbn Mâce, Hadis no: 4205.

[8]
İbn Kesir, Mâide: 5/90 âyetinin tefsiri.

[9]
İbn Kesir, Nûr: 24/31 âyetinin tefsiri.

[10]
A. R. Demircan, İslâm Nizamı 1/88-92.

[11]
Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 251-252. Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.