Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

3. Hz. Peygamber (Aleyhissalatu Vesselam)'in, Münafıklara Karşı Tutumu.

3



3. Hz. Peygamber (Aleyhissalatu
Vesselam)'in, Münafıklara Karşı Tutumu



Buraya kadar belli bâzı hadiselerin ışığında,
münafıkların arkası kesilmeden devam eden hasmâne faaliyetlerini görmüş olduk.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bunlar karşısındaki davranışı, diğer
gruplara karşı olan davranışlarından bir hayli farklıdır. Meselâ: Mekke
hayatında müşriklere karşı son derece sabretmiş, Müslümanların her çeşit
mukâbele taleblerine şiddetle karşı koyarak sabrı, sabredemiyenlere hicret
etmeyi tavsiye etmiş iken, Medine hayatından sonra, gelişen yeni şartlara uygun
olarak taktik ve tabye değiştirerek, gerek müşrikler ve gerekse Yahudiler
karşısında enerjik ve aktif bir siyaset takip etmiştir. Bazen sabretti ise de,
çoğu kere tavır takındı. Hasmâne olan her bir ciddi harekete karşılık verdi.
Yıkıcı faaliyetleri ileri götüren fertleri tenkil etti. Hülâsa burada
mukâbele-i bilmisil siyasetini esâs ittihaz etti.

Fakat bütün bunlara rağmen, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Müslümanlar safında yer almış olan münâfıklar karşısındaki tutumu,
bunların faaliyeti, Yahudi ve müşriklerin faaliyetinden daha az yıkıcı ve
zararlı olmamasına, hatta münafıklar müşriklerden daha da fenâ telakki edilmiş
olmasına rağmen, aşırı bir müsâmaha ile ifade edilebilir.

Biz bu müsâmaha politikasını birkaç noktada
hülâsa edeceğiz:

1-
Serbestiyet, 2- Özürlerini kabul, 3- İhtiyât, 4- Psikolojik
baskı, 5- Kendi aralarında bir araya gelmelerini önlemek. Şimdi bunları
izah edelim.

1- Serbestiyet:
Münâfıklar, mü'min olduklarını ilân etmeleri sebebiyle, zâhirde Müslüman kabul
ediliyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara karşı, herhangi bir
Müslümana nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranıyordu. Onlar cemiyet
içerisinde serbestti ve Müslümanların sahip oldukları bütün ictimâî haklardan
istisnâ ve tahdid olmaksızın istifâde ediyorlardı. Cemâatle kılınan bütün
namazlara, askerî seferlere iştirak ediyorlar, ganimetten eşit şekilde paylarını
alıyorlardı vs..

Hatta öyle geliyor ki Hz.Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm), onlara karşı fiilî bir baskı ve takip sistemi de kurmamıştı. Yıkıcı
faaliyetleriyle ilgili bir şikâyet vâki olmadıkça onların hissedecekleri
kontrol, teftiş, tâkip, muâheze diye bir şey vâki değildi. Şikâyet vâki olunca
veyâ fiillerine bizzat şâhid olunca, o vakit bunu küçümseyip geçiştirmiyor,
gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu. Suçlarını bazan te'vilî olarak
itiraf ediyorlar, çoğu kere de inkâr ediyorlardı. Gerek inkârlarını reddetmek,
gerekse fiillerini ve içinde bulundukları hâllerini kınamak için, sık sık
haklarında vahiy geliyordu.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), gerek
şahsî tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında vaki olan ihbâr sonunda sübut
bulan cürümlerinden dolayı onları tecziye cihetine gitmekten ziyâde tevbe
etmeye, af dilemeye dâvet ediyordu. Meselâ; Abdullâh İbnu Übey'in "Medine'ye
varınca en şerefli ve en kuvvetli olanımız, en hakir ve zayıf olanı muhakkak
çıkaracaktır" dediğini, inkârdan sonra gelen vahiy böyle söylemiş olduğunu
te'yid edince, özür dilemesi için teşvik edilirse de, berikisi buna yanaşmaz.

2- Özürlerini kabul:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, tövbeye gelme davetine icabet ederler
veya herhangi bir faaliyete katılmama hususunda bir bahane ileri sürecek
olurlarsa, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) özürlerini derhâl kabul ederek
affediyor, haklarında Allah'tan da af talebediyordu.

Şikâyet hâlinde, ithâm edildikleri fiili
yapmadıklarına, söyledikleri ileri sürülen sözü söylemediklerine dair yemin
ederek, reddederler ve o sırda bir vahiyle tekzib de edilmezlerse, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bir hikmete mebnî, mâsumiyetlerini kabûl ediyor,
şikâyetçileri de azarlıyordu.

Bu cümleden olarak, Tebük seferine çıkarken,
sefere katılmayıp Medine'de kalma hususunda özür beyan eden 80 kadar münâfığın
özrünü kabul etti. Halbuki aynı şekilde özür beyan eden Benû Gifâr'dan bir
grubun özrünü reddetti. Kezâ Tebük seferinden döndükten sonra, sefere katılmayan
münâfıklardan, huzuruna çıkarak özür beyanıyla af dileyenleri affettiği halde,
aynı suçtan dolayı af dileyen üç samimî Müslümanı affetmedi. Bu üç Müslümana
verilen cezâ o kadar şiddetli idi ki, Âyet-i Kerime'nin ifadesiyle: "Arz bütün
genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları onları sıktıkça sıkmıştı" (Tevbe,
118).

Haklarında uygulanan bu müsâmaha siyaseti, o
kadar umumi ve gündelik idi ki münâfıklar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'i saflıkla tavsif ederek alaya almaya başladılar. Şöyle diyorlardı:
"Gerçekten Muhammed, sâdece bir kulaktan ibarettir. Kendisine kim ne söylerse
hemen tasdik eder." Onlar hakkında Allah (c.c.): "İki yüzlülerin içinde "O, her
şeye kulak kesiliyor"derler. De ki: "O, sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a
inanır, mü'minlere inanır, içinizden imân edenler için bir rahmettir O.
Allah'ın resûlünü incitenlere can yakıcı azab vardır" (Tevbe, 61) buyurur. İbnu
Kesir, onların bu sözle kasteddikleri şeyi şöyle açıklar: "Kim bizden
kendisine söz ederse ona inanır, sonra biz kendisine varır, yemin ederek bu
söyleneni inkâr ederiz. Bu sefer de bizim söylediklerimize inanır."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in,
onların şefi durumunda olan Abdullah İbnu Übey'e karşı davranışı, münâfıklar
hususunda takip edilen siyaseti kavramada en iyi ve iknâ edici bir örnektir ve
mânidardır:

Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bazı meselelerde kendisiyle istişâre edip, fikrini aldığını, en
ciddi işlerde bile, şefaatci olarak araya girdiği vakit reddetmediğini
göstermektedir. Müslümanlara karşı işlediği çok açık komplo ve desiselere
rağmen, hemen hemen her seferinde affa maruz kalmıştır. Daha önce de
zikrettiğimiz Benû Müstalik seferinde hadise üzerine, öldürülmesi için sâdece
bir kısım Müslümanlardan öte, bizzât oğlu Abdullah Hz. Peygamber'e başvurarak
kendi elleriyle babasını öldürme izni taleb eder. Hz. Peygamber'in cevâbı
şöyledir ve son derece mânidardır: "Hayır, biz onlara karşı dâima hayırhâh
olacağız. O bizimle olduğu müddetçe, bizden sâdece hüsn-i kabul ve iyi muamele
görecektir."

İfk hadisesinin ilk âmil ve birinci derecede
muharriki olmasına rağmen, kendisine hadd-i kazf uygulandığına dâir rivayetlerde
bir sarâhata rastlayamıyoruz. Halbuki hadisede suçlu görülen diğerleri,
cezâlandırılmışlardır.

3- İhtiyat:
Yukarıda anlatılan bütün müsâmaha, af ve hoşgörüsüne rağmen Hz. Peygamber,
münâfıklara karşı ihtiyâtı elden bırakmamıştır. Onların daha ciddi, telâfisi
kabil olmayacak herhangi bir eyleme geçmemeleri için, son derece dikkatli
olmuştur. Şefleri bulunan Abdullah İbnu Übey'i ehemmiyeti büyük olan her bir
askerî seferde, adamlarına komutan olarak yanında beraber bulundururdu. Bu
davranışına Tebük Seferini bir istisna sayabiliriz. Abdullah katılmak
istemeyince, Hz. Peygamer illâ da katılması için ısrâr etmedi. Bunun da sebebi
şüphesiz, Medine'nin civarında yer alan bütün kabilelerin o zamana kadar
İslâmlaşmış olmasıdır: Bu durumda Abdullâh İbnu Übey, hiç bir şey yapamazdı.
Mamâfih Hz. Ali'yi yine de Medine'de bırakmayı ihmâl etmedi.

4- Psikolojik baskı:
Hz. Peygamber, münâfıkları cemiyet içerisinde serbest bırakmakla berâber, bir
kısım davranışlarıyla onlar üzerinde mütemâdi bir korku ve bunun neticesi olarak
da psikolojik bir baskı husule getiriyordu. Bu cümleden olarak, gerek Hz.
Peygamber şahsen ve gerekse hemen hemen herbir ciddi eylemlerinden sonra gelen
vahiyler, onların menfi davranışlarını yüzlerine vuruyor, inkâr etmelerine mecâl
bırakmıyordu. Meselâ; bir seferinde onlardan bir grubun bir araya gelip,
aralarında fiskos yaptılarını gören Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
yanlarına gelerek: "Siz şu maksatla biraraya geldiniz, şunları şunları
söylediniz, kalkın Allah'tan af dileyin. Sizin için ben de af diliyorum" der.
Onların hiç kımıldamadıklarını görünce, talebini üç kere tekrarlar. En sonunda
herbirini teker teker ismen çağırmak suretiyle yerlerinden kaldırmak zorunda
kalır. Bir başka seferinde onların bir araya gelip konuştuklarını gören Hz.
Peygamber, bir Müslümanı yollayarak: "Git, onlara de ki: "Siz şunları şunları
konuştunuz..." der ve emir yerine getirilir.

Hülâsa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bu siyasetinin neticesi olarak, hilelerini Allah Hz. Peygamber'e haber verecek
diye, mütemâdi bir korku içerisinde idiler. Âyet-i Kerime bu mühim hususa şöyle
yer verir: "Münâfıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkca haber verecek bir
surenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler. De ki: Siz maskaralık
yapadurun. Allah kaçınageldiğiniz şeyi (zaten) meydana çıkarandır" (Tevbe, 64).
Yine Kur'ân-ı Kerim: Askerler arasında, herhangi bir sebeple çıkan bir
gürültüyü bile, endi aleyhlerine zannedecek kadar devamlı bir korku içerisinde
olduklarını haber verir (Münâfıkûn, 4). Ki bütün bunlar Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in, onlara karşı takib ettiği psikolojik baskı
siyâsetinin başarısını ifade eder.

5- Kendi aralarında bir araya gelmelerini
önlemek: Hz. Peygamber'in,
münâfıklara karşı tâkip ettiği siyasetin bütün gayesi, hedefi, maksadı
-kanaatimizce- bunların ayrı bir cemaat halinde İslâm cemiyetinden kopmasını
önlemeye yöneliktir. Onlara gösterilen müsamaha, af, ihsân, iltifat vs..
gizlemeye çalıştıkları daleverelerini, inkâr ettikleri bölücü faaliyetlerini
yüzlerine vurmak suretiyle, korku ve psikolojik baskı altında tutulmaları, hep
bu hedefin gerçekleşmesi içindi.

Bu maksadla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in gösderdiği diğer bir gayret, onların gerek câmide, gerekse hususi
evlerde Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerini önlemekti. Hususi
ictimâlar, onların müşterek bazı fikirler geliştirerek, bir nevi efkâr-ı
umumiye tekvin etmelerine ve bu oluşturulan efkâr etrafında cemaatleşip
teşkilâtlanarak, bir kısım düzenli, plânlı, hesaplı eylemlere girişmelerine
sebep olabilirdi. Ayrıca onların bu kopuşu, İslâm'ın daha yeni girdiği
davranışlarda henüz cahiliye devri teâmül ve değerlerinin hâkim olduğu Arap
cemiyetinde kan, menfaat, ittifak vs. bağlarla bağlı bulunan pek çok Müslümanı
da, onlar safına çekebilir, böylece İslâm'ı zayıf düşürebilirdi.

İşte bu ve benzeri mülahazalarla Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), onların biraraya gelmelerine meydan vermedi. Bir
seferinde mescidde bir grup münafığın, birbirine kapanmış olarak bir araya
toplanıp, aralarında alçak sesle fiskos yaptıklarını görünce Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), onların mescidden derhâl çıkarılmaları için
yanındakilere emreder. Bunun üzerine tekme, tokat, yerlerde sürüyerek
Müslümanlar, onları dışarı atarlar. Bir başka sefer Süveylim isminde bir
Yahudinin evinde toplanarak Tebük Seferi'ne katılmak isteyenlere mâni olmaya
çalışan bir grup münâfığın üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
Talha'nın başkanlığında bir ekip yollayarak evi yakmalarını emreder. Emir derhal
infaz edilir.

Kezâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Tebük seferinde iken, münâfıklar tarafından inşâ edilmiş olan meşhur Mescid-i
Dırâr'ın yıktırılması aynı gayeye mâtuf idi: "Onların burada toplanarak müşterek
bir efkâr-ı umumiye tekvin etmelerine mâni olmak." Nitekim Taberî, buranın inşâ
gayesini: "İbâdet etme bahanesiyle orada toplanabilmek, hakikat-ı hâlde ise,
orada müzâkerede bulunmak, şikâyetlerini birbirine ulaştırmaktı" diye tavsif
eder.

Kur'ân-ı Kerim de bu inşaattan gâyenin, netice
itibâriyle "nifak" ve "Müslümanlara zarar vermek" olduğunu Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e haber vermiştir (Tevbe, 108-110). Bu konuda Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ciddiyetini ve müsâmaha tanımaz tutumunu,
Mescid-i Dırâr'ın yıkılması için verdiği emrin sertliğinde görmek mümkündür:
"Gidin bu mescidi yıkın. İnşaatta kullanılan taş, toprak ne varsa parça parça
edin, odun, kereste ne varsa yakın." Bu emirde inşaat malzemesine gösterilen
reaksiyon aslında maddeye değil, bu maddeyi şekillendiren menfi, yıkıcı gâyeye
mâtuftu. Zira kendi aralarında başka sûrette toplanıp cemaatleşemeyen
münafıklar ibâdet ve dindarlık gibi masum ve matlub bir bahâne ile toplanarak
nifaklarını teşkilatlandırmak gayesiyle bu mescidi, yâni Mescid-i Dırâr'ı inşâ
etmişlerdi. İşte Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu menfur gayeye karşı
idi.

Hüseyin Heykel, Mecsid-i Dırar'ın yıktırılması
ile noktalanan, münâfıklara karşı takib edilen siyasetteki sertleşmeyi şöyle
izah eder: "Tebük seferinden sonra İslâm Medine'den dışarı çıkmıştı. Yâni, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kontrolünün dışına çıkmıştı. Bu andan
itibâren Müslümanlar arasında cereyan edecek şeyleri bizzât tâkip ve murâkebe
etmek artık Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için mümkün değildi. Eğer tenkil
etmeyecek olursa, münâfıklar eskiye nazaran, çok daha tehlikeli olabilirlerdi.
Bu sebeple Tebük seferinden sonra onlara karşı daha şiddetli davrandı."

İslâm'ın kazandığı güce paralel olarak -diğer
guruplara karşı olduğu gibi- onlara karşı takip edilen siyasette de sertleşme
inkâr edilemez. Nitekim, Abdullâh İbnu Übey'in cenâze namazını kıldırması
hadisesinden sonra, gelen vahy bundan böyle münâfıkların cenâze namazlarına
katılmayı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e yasaklamıştır (Kur' ân,
Tevbe, 84) ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de artık hiç bir münâfığın
cenazesine katılmamıştır. Bizzat vahy-i İlâhî ile değişen bu davranış,
kanaatimizce münâfıkların hâsıl edeceği zararın mâhiyetinden çok, Müslümanların
ulaştıkları siyâsî güce göre tesbit edilmiştir.

Netice:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) neticede
münâfıklara karşı takip ettiği bu müsâmaha ve ihtiyât esasına dayanan siyasetin
meyvelerini topladı. Müsâmaha ve yumuşak davranışı sâyesinde münâfıkların
Müslümanları terkederek Mekkeli müşrikler safına geçmek gibi ciddî bir eylemde
bulunmalarını önleyerek, İslâm cemaatinin vahdetini korudu. İhtiyâtıyla da
onların bir efkâr-ı umumiye tekvin ederek onun etrafında teşkilatlanmalarını
önledi.

Şu hâlde, böylece, zamanla geliştirilme imkânı
bulamayan ham ve ibtidâî düşüncelere dayanan bidayetteki muhalefetleri
içerisinde mahsur bırakılan münâfık cephesinin, şefleri olan Abdullah İbnu
Übey'in ölümünden sonra kendiliğinden son bulup dağılması ve tamamen
İslâmlaşarak eriyip gitmesi kadar tabii bir şey olamazdı. Ve gerçekten de öyle
olmuştur. Reislerinin vefâtından sonra bir münâfık problemi kalmamıştır.

Kur'ân-ı Kerim'in şu âyeti ile mevzumuza son
veriyorum:

"Allah'ın Resûlünde sizin için en iyi örnek
vardır" (Ahzâb; 21).[1]






[1]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/527-533.