Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

NÛR..

NÛR


NÛR



Işık, aydınlık, ziya, parlaklık; şan,
şeref; eşyayı ortaya çıkaran ve onun gerçekliğini gözler tarafından görünür
kılan. Çoğulu "envâr"dır. Ziyâ kelimesiyle eş anlamlı olduğu kabul edilir.
Ancak, bu iki kelime arasında ifade ettikleri şeyler açısından bazı farklılıklar
ileri sürülmüştür. Parlaklığı bizzat kendinden olan cisimlerin yaydığı ışıklara
ziyâ; başka bir ışık kaynağı vasıtasıyla parlak olan cisimlerin saçtığı ışığa
ise nûr denilmektedir. Bu tanım, şu ayeti kerimeye dayandırılmaktadır: "Güneşi,
ışıklı (ziyalı) ayı nurlu kılan... (Yunus,10/5). Bu ayeti esas alan bazıları,
ziyanın, nurdan daha kuvvetli bir anlamı olduğunu iddia etmişlerdir.

Işık olarak nûr ile ziyâ arasında bir
ayırım yapılmadan, Kozmoğrafya ve fizikle ilgilenen bilim adamları tarafından
bir takım çalışmalar yapılmış ve ışığa has özellikler tesbit edilerek cisimlerle
olan ilişkileri açıklanmaya çalışılmıştır. Bu konudaki çalışmaların en mühimi
İbnul-Haysem'in optik ilminden bahseden Kitâbul-Menâzir'idır. İbnul-Haysem, ışık
açısından cisimleri iki grup olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri,
parlaklığının kaynağı bizzat kendisi olan cisimler (güneş, yıldızlar ve ateş
gibi) ve karanlık olan cisimler. Karanlık cisimler ise kendi arasında saydam,
yarı saydam ve saydam olmayanlar gibi bir tasnife tabi tutulurlar.

Aydınlığı bizzat kendisinden olan
cisimlerin ışığı onların cevherî bir vasfıdır. Karanlık olup, başka bir
kaynaktan gelen ışığı yansıtan ve bu yüzden parlak olan cisimlerin bu durumu,
onlar için arazdır. Ancak ışık, her iki durumda da karşısında bulunan cisimleri
aydınlatır.

Kazvînî de, bir kısmını kozmoğrafyaya
tahsis ettiği, Âcâibu'l-Mahlukât ve Garaibu'l-Mevcudât" isimli eserinde konuyla
ilmî olarak ilgilenmiş ve bazı deneylere dayanarak ışığın özellikleri hakkında
bir takım çıkarımlarda bulunmuştur.

Nûr (ışık) kavramı, antik çağlara ait
mitolojilerde, efsanelerde, gerçek ve batıl dinlerde etkileyici bir unsur olarak
yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Ayrıca, mistik ve metafizik ile ilgili
açıklamalarda, ilahiyât ve kozmolojide, nûr-ışık-aydınlık motifi sürekli
işlenmiştir.

Nûr, bazan sadece fizikî anlamda,
bazan da esrarlı bir remz, bir sembol olarak kalp ile algılanan mecazî anlamda
kullanılır. Mecazî olarak kullanıldığında; nitelediği kişiyi, nesneyi yüceltir.
Ona bir kutsiyet kazandırır. Bunun içindir ki, dinî olarak önemli ve büyük kabul
edilen şahıslar ışıklı, nurlu bir çerçeve içerisinde telakki edilerek insanüstü
vasıflarla nitelenirler. Bazı dinler ve felsefî inançlar tamamen nûr motifi
üzerine kurulmuşlardır. Bunlardan birisi Maniheizm olup, bu inanışa göre evren
deki bütün varlıklar aydınlık ve karanlık (nûr ve zulmet) karşıtlığı üzerine
kurulmuştur. Nûr iyiliğin, zulmet de kötülüğün sebep ve kaynağıdır. Evren bu
karşıtlığın mücadele alanıdır ve iki güç arasındaki savaş kesintisiz olarak
devam eder. Bu tanım, aynı şekilde Mecusîliğin dualist (iki tanrılı) inancıyla
da uyum içerisindedir. Zaten onlar iyilik tanrısını sembolize eden ve bir ışık
kaynağı olan ateşe tapmaktaydılar (bk. Mecusilik mad.).

Bazı batılı filozoflar ve onların
İslâm dünyasındaki uzantıları olan felsefeciler, çoğu zaman varoluşu ve bu
varoluşun evrelerini ışık kavramı üzerine oturturlar. Allah'ın varlığını ve
zatını, vahyin dışında, aklı kullanarak izah etmeye çalışanlar, ilahlığı ışıkla
veya ışığın akılla olan ilişkileriyle tanımlama yoluna gitmişlerdir. Böyle bir
inanç sisteminin temelleri Platon tarafından atılmış ve Aristo tarafından
oldukça tekâmül ettirilmiştir. Batılı filozoflar tarafından geliştirilen
metafizik ve ilahiyata dair bu nazariyeler pek az değişiklikle onların
uzantıları olan Farabî ve İbn Sina tarafından iktibas edilmiştir. Onlar, ışık
inancını akıl ile bağlantılı olarak kullanmışlardır. Farabî, Akl'ın ışığını ele
alırken bir çok eş anlamlı kelimeler kullanmıştır. İbn Sina, Farabî'nin
açıklamalarını genişletmiş, onun ilahiyatındaki ışık kavramını ruh ile beden
arasında bir birleşme olarak telakkî etmiştir.

Sûfîler de, nûr (ışık) terimini yaygın
bir şekilde kullanmışlardır. Bunlardan bazıları, Kur'an-ı Kerîm'de geçen ve
Allah Teâlâ'nın yüklediği anlamlar çerçevesi içerisinde kalmış; diğer bazıları
da doğu ve batıdaki nûr (ışık) akidelerinin tesiri altında kalarak farklı
mecralarda yol almışlardır.

Burada, salt ışık akidesi üzerine
kurulmuş felsefi bir ekol olan ve Mecusîliğin nûr-zulmet akidesinin tesiri
kadar, batılı filozofların ışık inançlarının tesirinde de kalarak ortaya çıkan
İşrâkîlikten bahsedilmesi gerekmektedir. İşrâkîliğin kurucusu, Eyyûbîler
devrinde yaşamış olan ve yaydığı düşünceler İslâm akidesiyle çeliştiği için
Halep'te 1191 yılında idam edilen Şihabüddin Sühreverdî'dir. O, İşrakî
doktrinini oluştururken, İbn Sina'yı ve İslâm öncesi Pisagorculuk, Eflatunculuk
ve Hermetizm esaslarını kaynak almıştır. Ancak onun felsefesi bu felsefeyi
temellendiren kaynakların çokluğuna rağmen, eklektik bir felsefe olarak
nitelendirilmekten uzak olup, orijinal özelliklere sahiptir. Meşşaî ekolün,
hakikatın akıl yoluyla keşfine önem vermesine karşılık; o, gerçeğin ancak sezgi
yoluyla kavranabileceği tezini ileri sürmüştür.

İşrâk kelimesi Arapça'da hem doğu hem
de aydınlarıma ve ışık alemiyle alakalıdır. Sühreverdî, Kosmosun gerçekliğini
açıklamaya çalışırken bu iki anlamı iç içe kullanmıştır. O, coğrafî Doğu-Batı
yatay çizgisini dikey boyuta çevirir. Bu onun felsefesinde kutsal coğrafyayı
oluşturur. Doğuyla kastedilen; madde ve karanlıktan tamamen soyutlanmış,
dolayısıyla fanî gözlere görünmeyen saf ışıklar veya baş melekler alemidir. Batı
ise, madde ve karanlıklar dünyasıdır. Orta batı da, ışığın karanlıklarla karışık
olduğu görünür semalardır.

Sühreverdî'ye göre varlığın
gerçekliği, çeşitli yoğunluk derecelerine sahip olan ışıktan başka bir şey
değildir. Ona göre, hakikatın cevheri olan nûr'un tanımlanması mümkün değildir.
Bu, ışıktan daha açık ve belirgin bir varlığın mevcud olmayışından dolayıdır.
Işık ise, tüm eşyanın açık ve belirgin hale gelmesinin yegane sebebidir. O,
varlığı incelerken bir ışıklar hiyerarşisi tesbit eder. Işıklar ışığı
(nurul-envar) dediği saf ışık; ışığının yoğunluğu ve parlaklığı sebebiyle
gözlerin idrak edemeyeceği, kör edici ilahî zattır. Bu ışıklar ışığı tüm
varlığın kaynağıdır: Ve mevcudatın gerçeklik boyutları, ışık ve karanlığın
derecelerinden başka bir şey değildir.

Işıklar ışığından sonra, sırasıyla
melekler hiyerarşisini ve sonuçta şuhûd âlemini (görünen varlık), aynı ışık
sembolizmini kullanarak açıklar. Sühreverdî, bu konuda da İslâmî anlayıştan
tamamen soyutlanmış olarak hareket eder. Madde âlemini incelerken, madde
âleminin arketipleri olan melekleri sıralar. Bu ise Mazdekî melek anlayışının
aşağı yukarı aynısıdır. Ayrıca bu, yıldızlara tapan putperestlerin yıldızlar
için tayin ettikleri arketipler olan meleklerden pek de farklı değildir.
Sühreverdî'nin ortaya koyduğu ve bağlılarının geliştirdiği İşrâkî felsefe, bazı
sûfî akımlar ve felsefi ekoller üzerinde derin tesirler bırakmıştır.

Nûr kavramı Kur'an-ı Kerîm'de bazan
salt fizikî anlamda; çoğu zaman da Kalbî-ruhî gerçekleri ifade etmede mecâzî
anlamlarda kullanılmaktadır. Kur'an-ı Kerîm, vahyin dışında ve onunla zıtlaşacak
bir biçimde şekillenen bütün düşünce ve sistemleri, "zulumât" (karanlıklar)
olarak nitelendirmektedir. Bunun karşısında ise ilahî vahyin nuruyla aydınlanmış
tevhid çizgisi üzerinde uzanan yol bulunmaktadır. Ayetlerde bu yol "nûr" olarak
nitelenmektedir. Ayetlerdeki kullanımı dikkate alındığında, hidayeti içeren ve
kurtuluşa götüren her şeyin nûr olarak adlandırıldığı görülmektedir. Allah Teâlâ
her şeyi aydınlatan ve varlığı, rahmet nûruyla kuşatan bir nûrdur. Kur'an-ı
Kerim ve onu getiren peygamber; insanları şirkin, putperestliğin cahilî hayatın
karanlığından kurtarıp hidayet aydınlığına ulaştıran bir nûrdur. Nûr suresinde
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun
nuru içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da
sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ne tam doğuda ne de tam batıda olan
mübarek bir zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değmeden
bile tutuşup ışık verecek kadar saf ve parlaktır. Bu, nûr üstüne nûrdur. Allah
dilediğini nûruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. Allah herşeyi çok
iyi bilendir" (en-Nûr, 24/35).

Müfessirler bu ayeti tefsir ederlerken
Allah Teâlâ'nın, nûr ile vasfedilmesini işrâkîlerin ve bazı sûfilerin yaptığı
gibi gizemli ve batınî yorumlarla değil, lafız ve manasındaki i'câzı gözönünde
bulundurarak açıklamışlardır.

Bu ayet sınırsız olanı sınırlı olan
insan idrakine yakınlaştırmak için bir örnektir. Göklerde ve yerlerde bulunan
bütün varlıkları aydınlatan, dilediğini nûruyla hidayete erdiren Allah Teâlâ
kastedilmektedir. Yoksa işrakilerin ve diğerlerinin iddia ettiği gibi Allah
Teâlâ'nın zatının, nûr olduğunu söylemek sapıklıktır. Allah Teâlâ, nûrun
yaratıcısı ve var edicisidir:

"Hamd gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı (nûru) var eden Allah'a mahsustur" (el-En'am, 6/1).

Ayetin müteşabih olduğu gayet açıktır.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde, ayette, mucizevî bir ifade ile Allah
Teâlâ'nın, bütün kâinatı ortaya çıkaran, insanlara bunun varlığını gösterip
idrak ettiren, varlığa dair gerçekleri onlara bildiren, kalbleri huzura
kavuşturan ve dilediğine hidayet yolunu açan gerçek Rab olduğu gerçeğinin
kastedilmiş bulunduğu açığa çıkmaktadır. Bu kelime Allah hakkında dar ve sınırlı
anlamıyla değil, ancak mutlak anlamıyla kullanılabilir. Yani yalnızca o,
tezahürün, görünmenin, ortaya çıkmanın gerçek ve asıl nedenidir; aksi halde
kâinatta karanlıktan başka hiç bir şey olmaz. İşık veren ve başka şeyleri
aydınlatan her şey, ışığını ondan alır. Hiç bir şeyin ışığı kendinden değildir.

Nûr kelimesi, "bilgi" anlamında da
kullanılır. Dolayısıyla, cehalete "karanlık" denir. Allah, bu anlamda da
kainatın nûrudur. Çünkü, hakikat ve hidayetin bilgisi yalnızca O'ndan gelir.
O'nun nûruna başvurmadan, dünyada karanlıkla cehalet ve neticede kötülük ve
şerden başka bir şey olmayacaktır (Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'an, İstanbul 1986,
III, 488).

Ayetteki; "O'nun nurunun
misali..."cümlesi, "Allah göklerin ve yerin nurudur" ifadesinden doğabilecek bir
yanlış anlamayı ortadan kaldırmaktadır. Burada Allah için "nûr" kelimesinin
kullanılması, hiç bir zaman O'nun zatının nûr olduğu anlamına gelmez. Nûrun
kaynağı olarak mükemmelliğinden dolayı, Allah'a "nur" denilmiştir. Ayetin
başında yer alan "Allah göklerin ve yerin nûrudur" anlamındaki "Allahu
nurissemavâti vel ard " nazmının delâletiyle, İslamî kaynakların tamamında,
ayetten bağımsız olarak kullanıldığı zaman, bu cümle ile mutlak anlamda Allah
Teâlâ'nın kastedildiği anlaşılır.

Allah Teâlâ için kullanılan "nûr"
kelimesinden; her şeyi kuşatan ve aydınlatan, vahyinin ve o vahyin içerdiği
kurtuluş ve gerçek iç aydınlığının kastedildiğini belirten ayetler vardır. Bir
ayet -i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu
söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır"
(et-Tevbe, 9/32; es-Saf 61/8). Buradaki nûr, Resulullah (s.a.s)'a vahyedilen
İslâm'dır.

Allah Teâlâ, insanların şirkin ve
cehaletin karanlığından İslâm'ın aydınlığına ulaşmalarını sağlamak için, İslâm
dışılığın sembolü olan "zulmet" ve İslâm'ın hidayetinin sembolü olan "nûr"
kelimelerini bir arada, birbirine kıyaslanabilecek şekilde bir çok ayeti
kerimede kullanmaktadır. Ayrıca, Allah'ın dinine tabi olmak; zulmetten
(karanlıktan) çıkıp nûr (aydınlık)a ulaşmak şeklinde ifade edilmektedir:

"Allah, o kitabda rızasına tabi
olanları selamet yollarına eriştirir. Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. Ve onları doğru yola iletir" (el-Mâide, 5116).

Bazı ayetlerde nûr, Allah'ın
ayetlerini içeren kitablardır:

"Şüphesiz Biz, içinde hidayet ve nûr
bulunan Tevrat'ı indirdik" (el-Maide, 5/44); "Biz, (Meryem oğlu İsa'ya) içinde
hidayet ve nûr olan İncil'i verdik..." (el-Maide, 5/46).

Şu ayeti kerimede olduğu gibi, bazan,
Resulullah (s.a.s.)'in özelliklerinden söz eden bir tarzda kullanılmaktadır:

"Ey Peygamber! Biz seni, bir şahit,
bir müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a davet eden bir davetçi ve
nûr saçan bir kandil olarak gönderdik" (el-Ahzâb, 33/45-46).

Diğer bazı ayetlerde de nûr, ahirette
dünyadaki iyi amelleri yüzünden mükafatlandırılacak kimseler için bir mükâfat
olarak zikredilir. Yani o kimseler kıyamet gününde onları bütün endişelerden
sıyıran bir nûr'a sahip olacaklardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"O gün mümin erkeklerin ve mümin
kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün. Melekler
onlara "Bugün sizin müjdeniz altından ırmaklar akan cennetlerdir..." (el-Hadid,
57/ 12). Allaha ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar gerçekten doğru
olanlar ve şehitlerdir. Bunların Rableri katında mükafatları ve nurları vardır "
(el-Hadid, 57/19).

Hadis-i şeriflerde de nûr kelimesinin
bazı vahyî gerçekleri ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir. Bu kullanım
nitelik olarak Kur'an-ı Kerim'deki kullanımla uyum içerisinde olup, hiçbir
yanlış tefsir ve anlamaya sebep vermeyecek bir netliktedir.

Allah'ın kitabı, içinde hidayet ve nûr
bulunan bir kitabtır. Onun syetleri tabi olanları nihaî kurtuluşa ulaştırıp
nûruyla kalbleri ve gönülleri aydınlatarak, insanlığı kötülüklerin
karanlığından, hidayet ve aydınlığa kavuşturur. Resulullah (s.a.s) şöyle
buyurmaktadır:

"Ben size iki şey bırakıyorum.
Onlardan biri, içinde hidayet ve nûr bulunan Allah Teâlâ'nın kitabıdır. Allah'ın
kitabındakileri alın ve ona sımsıkı yapışın..." (Ahmed b. Hanbel, IV, 367).

Yine hadisler, Kur'an ayetlerinin
kıyamet günü bir nûr olarak onları okuyanları aydınlatacağını haber vermektedir.

"Kim Allah Teâlâ'nın kitabından bir
ayet dinlerse, ona kat kat sevap yazılır. Her kim de onu okursa o kimse için o,
kıyamet gününde bir nûr olacaktır" (Ahmed b. Hanbel, II, 341).

Namaz da müminler için bir nûr olarak
zikredilmektedir:

"Namaz bir nûrdur. Sabır da bir
ziyadır" (Müslim, Taharet, 1).

Başka bir hadiste de; "Gecenin
karanlığında namaza yürüyen kimseye Allah Teâlâ onu kıyamet gününde bir nûr
olarak o kimseye gönderir" (Darimî, Salat, 133).

Kıyamet gününde nûr, yalnızca mümin
kimselere ait olarak sürekli var olacaktır. Kâfirlerden farklı olarak,
nifaklarının bir cezası olarak münafık kimselere bir nûr verilecek; ancak o,
kısa bir süre sonra Cehennem'e yuvarlanmalarıyla sönecektir. Bir hadiste
Resulullah (s.a.s) bu durumu şöyle açıklamaktadır.

"...Mümin veya münafık her insana bir
nûr verilecek, sonra o nûrun peşine takılacaklar. Cehennem köprüsünün üzerinde
bir takım çengeller ve pıtrak dikenleri vardır. Bunlar Allahın dilediklerini
tutacaklar, sonra münafıkların nûru sönecek, müminler kurtulacak. Onlardan ilk
zümre yüzleri Bedr gecesinde ay gibi (parlak) yetmiş bin kişi olarak hesap
görmeden kurtulacaklar, sonra onların arkasından gelenler gökteki yıldız nûrları
gibi gelip geçecekler..." (Müslim, İman, 84).

Nûr kavramı yaradılışla alakalı olarak
melekler ve Resulullah (s.a.s) için kullanılan fizik ötesi bir manayı ifade
etmektedir. Allah Teâla melekleri nûrdan yaratmıştır. Bir hadiste şöyle
denilmektedir: "Melekler nûrdan yaratıldı. Cinler ise dumanlı alevden
yaratıldılar. " (Müslim, Zühd, 10):

Aclûnî, Cabir (r.a)'dan şöyle bir
hadis nakletmektedir: "Babam anam sana feda olsun ya Resulullah, Allah'ın
eşyadan önce yarattığı ilk şeyin ne olduğunu bana haber ver" dedim: Resuûlullah
(s.a.s) şöyle dedi: Ey Cabir! Allah Teâlâ, eşyayı yaratmadan evvel kendi
nûrundan senin nebînin nûrunu yarattı" Bu nûr, Allah'ın dilediği şekilde onun
kudretiyle deveran ediyordu. Bu vakitte, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Mülk,
Sema, Yer, Güneş, Ay, Cin ve İnsan ortalarda yoktu. Ne zaman ki Allah, mahlukâtı
yaratmayı diledi; bu nûru dört parçaya böldü. Birinci bölümden kalemi,
ikincisinden levh'i, üçüncüsünden de Arş'ı yarattı. Sonra da dördüncü bölümü
tekrar dört parçaya ayırdı. Bunun ilk parçasından Hameletül Arş'ı, ikincisinden
Kürsî'yi, üçüncüsünden de kalan melekleri yarattı. Sonra da dördüncü parçayı
tekrar dört kısma ayırdı. Bunların ilkinden gökleri, ikincisinden yerleri;
üçüncüsünden de Cennet'i ve Cehennem'i yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dörde
böldü. Birinci bölümle müminlerin gözlerinin nürunu, ikincisiyle marifetullah
(Allah bilgisi) olan kalplerin nurunu, üçüncüsüyle de Kelime-i Tevhidi yarattı".
Aclûnî'nin naklettiği bu hadisi Abdurrezzak, İbn Cabir'den rivayet etmiştir.
Aclûnî, Mevahib'de de hadisin aynı şekilde rivayet edildiğini kaydetmektedir
(el-Aclûnî, Keşful-Hafâ, Kahire t.y., I, 311).

Bu hadis ve diğer bazı hadisler
çerçevesinde Arş'ın Kalem'den önce yaratılışı hakkında ihtilafların varlığı
zikredilmiş ve hadiste geçen nûr'un ne anlama geldiği açıklanmaya çalışılarak,
yanlış bir anlamanın önüne geçilmek istenmiştir: "Allah Teâlâ için muhal
olduğundan dolayı O'nun nûrundan kastedilen, kelimenin zahirine göre, O'nun
zatıyla kaim olan bir nûr değildir. Çünkü nûr ancak cisimlerle birlikte var
olabilir. Burada kastedilen, Muhammed'i, nûrundan önce yaratılmış bir nûrdan
varettiğidir. Buna ek olarak şu ihtimal de eklenebilir. Muhammed'i yarattığı
nûr, O'nun zatıdır. Ancak bu, Muhammed'in yaratıldığı nûrun madde olduğu
anlamında değildir. Aksine Allah Teâlâ'nın, hiç bir şeyi aracı kılmadan, nûru
yaratması hakkındaki iradesine ilişkin bir manası vardır (Aclûnî, 312).

Bu açıklama, işrakîlerin, maddî nûr
anlayışı ile ilahî gerçekliği ortaya koymaları felsefesinin çarpıklığını da
göstermektedir. Allah Teâlâ'nın her türlü yakıştırmaların ötesinde olduğu,
Kur'anî ve mutlak bir gerçektir. Ve onun zatının gerçekliği, insan aklının
kavrayabileceği sınırların çok ötesindedir.

Bu hadislere dayanan bazı sûfilerin
Muhammedî nûr'un intikali hakkında ileri sürdükleri şeyler, akli verilere
dayanmakta olup; mesnedten yoksundurlar. Aynı zamanda nübüvvetin devamını
niteleyen nûr-i Muhammedî'nin Resulullah'tan sonra masum imamlar yoluyla Ehl-i
beyt'te devam ettiğini iddia etmenin de hiçbir tutarlı dayanağı yoktur.

Nûr, Allah Teâlâ'nın elinde olan ve
dilediğini delalete, sapıklığa düşmekten kurtardığı ve onunla insanları hidayete
erdirdiği ilâhî bir hakikattır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Veya inkâr edenlerin amelleri derin
bir denizdeki karanlıklara benzer. Bir deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş
dalgaların üstünden de bulutlar, bir biri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar,
insan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyerek. Her kime ki, Allah
nûr vermedi, artık onun nûru yoktur" (en-Nûr, 24/40).


Ömer TELLİOĞLU