Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Son Peygamber Olarak Hz. Muhammed Mustafa (sav)'nın Kişiliği ve Misyonu

Son Peygamber Olarak Hz

Son Peygamber Olarak Hz. Muhammed Mustafa (sav)'nın Kişiliği ve Misyonu:

Hz. Muhammed (sav)'in kutlu hayatı
siyer denen özel bir tarih bili­mi­nin konusudur. Dolayısıyla burada, O'nun
dünyaya şeref verdikten sonra uyandırdığı yankılarla, bıraktığı derin izlerle ve
kıyamet kopun­caya kadar devam edecek olan yüce davasıyla iman ve akâid bilimine
konu oluşturan yönleri bizi ilgilendirmektedir.

Hz. Muhammed (sav)'e, (Allah'ın bir
elçisi olarak) iman etmek kadar O'nun sahip bulunduğu özelliklere ve
ayrıcalıklara da aynı zamanda iman etmek şarttır. Ancak bu özellikler ve
ayrıcalıklar tafsili imanda söz­konusu olur. Bunları öğrenebilmek ise O'nun
müstesna kişiliğini etraf­lıca tanımaya bağlıdır. Kur'ân-ı Kerim'in açıklamaları
ve bizzat kendisi­nin hadis-i şerif­leri O'nun yüce kişiliğini bize tanıtacak
kadar yeterli bilgi­ler vermektedir. Allah Teâlâ'nın şu sözü bu konuda
söy­lenebilecek her şeyi özetler gibidir:

?Ve sen yüce bir ahlâka sahipsin.?
(Kalem:
68/4)

Kainatın Yaratıcısı tarafından
böylesine övülmek, dünyada hiç bir in­sana nasip olmamıştır. Esasen Hz. Muhammed
(sav)'in parlak mezi­yet­leri, ruh zenginliği, fazilet ve ahlâkı O'nun, Allah'ın
en iyi kulu olma­sında sak­lıdır. Öyle ise O'na gerçek anlamda iman edebilmek
için ?Kulluk?[1]
kav­ramını, bu yüce kişiliği kapsayan evrensel boyutla­rıyla öğrenmek gere­kir.
Evet Hz. Muhammed (sav)'in kişiliğinde ger­çek ifade­sini bulan kulluk ne­dir,
ne demektir, O'nu en son elçi olarak seçen ve âlemlere rahmet olarak gönderen
Rabb'ine nasıl kulluk etmiştir?..

Önce şurası belirtilmelidir ki
?kulluk? kavramının, zaman içinde yoz­laşmasıyla birlikte Hz. Muhammed (sav)'in
kişiliği hakkındaki gerçek bilgi­ler de farklı yorumlarla yaygınlaşmıştır.
Dolayısıyla yüzyıl­lar sonra O'nun hakkında yaratılan imajın gerçeğe uyduğunu
söyle­mek güçtür. Aslında bu sorun, O'nun ölümü üzerinden üçyüzyıl bile geçmeden
müs­lüman toplu­mun İslam'a bakış açısında oluşmaya baş­layan çelişkilerin bir
parçasıdır. Çünkü insan yaşamının her saniye­sinde söz konusu olan kulluk
olgusu­nun, daha sonraları, insanın yal­nızca rûhani yaşamıyla sı­nırlı
bulunduğu görüşü egemen olmuştur. Bunun anlamı şudur:

İlk müslümanlar hayatın her
alanında örnek davranışlar sergilemekle in­sanın, Allah'ı hoşnut edece­ğine ve
bu suretle de O'na kulluk yapmış olaca­ğına inanırlardı. Halbuki çok sonraları
bu görüş değişti. Müslümanlar, insanın ancak namaz, oruç ve dua gibi ruhani
yaşamıyla kulluk yapabildiği kana­atine saplandılar; Bunun dı­şında, örneğin
çalışırken, yürürken, alıp sa­tarken, dünya işleriyle uğraşırken kulluk
atmosferinin dışında kalındığı yanılgısına düştüler.

Tabiatıyla Hz. Peygamber (sav)'in
kişiliğine de bu ha­talı anlayışla bak­maya başladılar. Nitekim bu nedenledir ki
O'nunla tari­kat rûhanileri ara­sında benzerlikler aranmakta ve bu şahıslar
O'nunla özdeşleşti­rilmektedir. Oysa Hz. Peygamber (sav)'in, kişiliği ve misyonu
belgesel olarak ortadadır. Örneğin, kendisine vahiy inmeye başladıktan sonra
vefat edinceye kadar ge­çen 23 yıl­lık süre içerisinde önce taş ve hey­kel­lere
tapanları yola getirmeye, onları tevhid doğrultusunda ıslah et­meye çalışmış,
her türlü ahlâksızlığa, iffetsiz­liğe, ilkelliğe ve zorbalığa karşı mücadele
etmiş; Ondan sonra da bir devlet kurmayı başarmış, birçok kez savaşa katılmış,
orduları sevk ve komuta etmiş, ashâbına ce­maatla namaz kıldırmış, cezaların
infazında bizzat bulunmuş ve ümmetinin manevi atası olarak hayatının her
alanında çar­pıcı insan­lık ör­nekleri ser­gilemiştir; Bütün bunlarla da Allah
Teâlâ'ya kulluk etmiştir.

Öyle ise kesinlikle ifade etmek
gerekir ki Hz. Peygamber (sav) 'i, (Allah'ın hem kulu hem elçisi olarak) nasıl
idiyse öylece tanımadıkça; Aynı zamanda O'nun kişiliğini ve misyonunu, bizzat
kendisinin açıkla­dığı ?Kulluk? ve ?İman? kavramlarının gerçek ölçüleri içinde
benim­seme­dikçe mümin sayılmak mümkün değildir. Hele ruhânileri O'nunla
özdeş­leştirerek yakışmayan yabancı kimlikleri O'na malet­mek küfrün ta
kendisi­dir!

Hz. Peygamber (sav)'in Allah (cc)'a
yaptığı kulluk ve elçilikle bu elçili­ğin cihanşümûl yönünü şu şekilde özetlemek
mümkündür:

1-
Davası uğruna, dünya liderlerinden ve tarihin en ünlü cengaverle­rinden hiç
kimsenin gösteremediği eşsiz bir cesaret, gayret, sabır, dire­niş ve kahramanlık
örnekleri sergilemiştir. Allah (cc)'dan aldığı emir­leri, ür­per­meden,
çekinmeden ve büyük bir soğukkanlılıkla müşrik­lerin mağrur li­derlerine
iletmiş, O'nları, batıl inançlarından ve içinde bulundukları çirkin yaşam
biçiminden vazgeçip tevhidle şereflenme­lerini her fırsatta öğütle­miştir.

2-
Hz. Peygamber (sav), Allah Teâlâ'dan almış olduğu kutsal mesaj­larla insanlık
dünyasına evrensel değerler getirmiştir. Bunlar, insanın ruhunu yücelten, onu
üstün ahlâk ve erdemlerle olgunlaştıran; Toplumların birlik ve beraberlik,
dirlik ve düzen, adalet ve hoşgörü içinde yaşamasını sağlayan yüce değerlerdir.

Örneğin bunlardan bir tanesi de
selamlaşmadır. Hiç bir milletin selam şekli, İslamın ?Esselamu aleykum?
ifadesiyle ortaya koyduğu evren­sel kap­sama sahip değildir. Mesela İngilizce:
?Good morning? , Fransızca: ?Bonjour? Türkçe: ?Günaydın? ve hatta arapça:
?Sabâh'ül-hayr? çok kısır an­lamlar vermektedir. Çünkü bu tür ifadelerde:

a-
Yalnızca bir günün iyi geçmesi dileği vardır. Halbuki İslamın selam ifadesinde
bir zaman sınırı yoktur. Selam veren müslüman, din kar­de­şine bütün zamanları
kapsayan bir barış, Allah'dan rahmet ve bere­ket di­lemiş olur.

b-
İslamın selam ifadesi Kur'ân-ı Kerim'de tescil edilmiştir

[2]
ve Kur'ân-ı Kerim'in diliyle söylenir. Dolayısıyla hangi milletten olursa
ol­sun, hangi dili konuşuyor olursa olsun İslamın koyduğu selam şekli her
müs­lüman için aynıdır. Bu bakımdan milletlerarası bir özel­liğe sahiptir.
Halbuki diğer dillerde selamlaşma böyle değildir. Her millete ait selam şekli o
milletin kültür ve anlayışıyla sınırlıdır. Örneğin Fransızlar, İngilizler,
Almanlar, İtalyanlar, İspanyollar ve daha birçok milletler hıris­tiyan
olduk­ları halde bunların, müslüman­lar gibi ortak bir selamlama şekli yoktur.
Dolayısıyla başka bir millete ait selam şeklini kullanan, ya da böyle bir selam
şekline muhatap olan insan, selamın insancıl ve barışçıl içeriğine rağmen
kendisini yabancı hissetmekten kurtaramaz.

Hz. Muhammed (sav)'in getirdiği vahye
dayanan namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerle bütün emir ve yasaklar da
aynen böyle evren­sel birer anlam taşırlar. Özellikle ibadetler, hiç bir sporun,
hiç bir âyi­nin, hiç bir alış­tırma, geliştirme ve terapi rehabilitasyon
sisteminin insana kazandıra­maya­cağı ruh ve beden sağlığını kazandırır,
toplumun sos­yal ve ekono­mik disip­li­nini sağlar. Bu nedenledir ki müslüman
kişi bu ibadetleri yaptıktan sonra büyük bir rahatlık hisseder ve mutlu olur.

3-
Hz. Muhammed (sav)'e inen vahiy, disiplin müeyyideleri dışında şekle pek önem
vermemiş, işin ruhunu ve özünü ön planda tutmuş­tur. Bu nedenle her ne kadar
giyim, kuşam ve beden temizliği konu­sunda as­hâbını daima öğütlemiş ise de
belli bir kılık ve kıyafet üze­rinde asla dur­mamıştır. O, her zaman insanların
ve toplumların düzen ve asayiş içinde yaşamala­rına, adaletin dakik bir şekilde
uygu­lanmasına, hiç kimsenin ezilmemesine, saygı ve sevginin, dürüstlük ve
karşılıklı güvenin yayıl­masına önem ver­mek gibi tüm insanlığı il­gilendiren
büyük ve duyarlı konular üzerinde durmuştur.

O'nun traşla ilgili bazı sözleri, sırf
müslü­man kişinin müşrik­lere ben­zeme­mesi ve değerlerin bu suretle
yozlaşmaması amacını gütmek­tedir. Buna abartılı içerikler kazandıranların
ha­disdeki gerçek amacı anlayamadıkları açıktır. Bu nedenle gerek kullandık­ları
özel kılık ve kıya­fetler, gerekse İslamın ibadet şekillerine zaman içinde
eklenen çeşitli âyinler en azından kanıtlanmak zorundadır.

Ayrıca en büyük cihan peygamberi
olarak Hz. Muhammed'in, yaşa­mına, kişilik ve misyonuna ilişkin şu ayrıntıların
bilinmesinde yarar var­dır:

1-
Peygamberlik mevkiinin gizemli bir özelliği olarak (çok basit rahat­sız­lıklar
ve vefatından önceki son birkaç günlük hastalığı hariç) giriş­tiği çetin ve
yorucu mücadelelere rağmen Hz. Muhammed (sav), ya­şamı bo­yunca hasta
yatmamıştır. Uhud Savaşı sırasında isabet alarak hasar gören bir di­şinden başka
herhangi bir sakatlık geçirmemiştir. Dişindeki bu hasar, O'nun vücut bütünlüğü
üzerinde herhangi bir olumsuz etki ve görünüm bırakma­mıştır. Bu özellik aynı
zamanda bütün peygam­berlerde vardır. Nitekim yaralanır, daha önce
tertiplenemeyen çok ani süikastlere uğrayarak şehid olurlar. Fakat yaralanarak
ya da kaza geçi­rerek (sürekli şekilde) sakat kalmış hiç bir pey­gamber yoktur.

Peygamberlerden Hz. Eyyub'un uzun süre
hasta yattığı ve (haşa!) vü­cu­dunun kurtlandığı yolundaki söylentiler doğru
olmasa gerektir. Evet Hz. Eyyub hastalanmış, büyük ihtimalle uzun sürmeyen
rahat­sızlığını Allah'ın bir takdiri ve sınavı olarak önce sabırla karşılamış,
ancak pey­gamberlik mis­yonunu yerine getirebilmesi için şifa dilemiş­tir. Allah
Teâlâ da O'nun du­asını kabul buyurarak şifasını ihsan et­miştir.[3]
Çünkü ilâhi elçilik, sü­rekli beden ve akıl sağlığı yanında aktivite isteyen
önemli bir görevdir. Peygamber seçilmiş olmanın en büyük hikmetlerinden biri de
budur.

2-
Hz. Peygamber (sav) Hakkın ve gerçeğin düşmanlarına karşı verdiği onca silahlı
mücadeleye rağmen hayatında yalnızca Uhud Savaşı sıra­sında üzerine doğru
saldıran Ubey b. Halef

[4]
adlı bir düşman nefe­rini öldürmüş, ondan başka hiç bir insan kanını kendi
eliyle dökme­miştir. Çünkü O, Allah tarafından âlemlere rahmet olarak
gönderil­miştir.

[5]
Vakıa O, bü­tün peygamberlerin aynasıdır. Çünkü onların cümlesinden üstündür. Bu
nedenle elbette ki ne kadar Allah elçisi varsa temelde in­sanları öldürmek için
değil, bilakis O'nun emir ve yasaklarını, vahyettiği değerli bilgileri, ha­yat
ve kâinât gerçeklerini bildirmek, insanları eğitmek ve ıslah etmek üzere
gel­mişlerdir.

3-
Peygamberlerden, insanlık tarihinin en ünlü kahramanlarından, li­derlerinden,
imparatorlarından, dahilerinden, bilgin, filozof, icatçı, bu­luşçu ve
sanatçılarından hiç bir kişinin ünü, Hz. Muhammed'in şanı, şe­refi, ve şöhreti
kadar yayılmamıştır; Bir süre yayılmışsa da sonraları unu­tulmuş­tur. O'nun ise
dünyanın her yerinde şanlı adı her gün milyarlarca kez yük­seklerde, mimberlerde
ve kürsülerde, ilim meclislerinde, namaz­larda, kut­sal mekânlarda ve gönüllerde
anılmaktadır. Yüzyıllarca böyle anılmıştır, kı­yamet kopuncaya kadar da sürekli
yâd edilecektir. Bir muci­zesi olarak O'nun mübarek adı her saniye, ama her
saniye dünyanın her yerinde oku­nan ezanlarda ve namazlarda saygıyla
anılmaktadır.

Hayatınızda şu ilginç olayı hiç
düşündünüz mü?

Dünya, -bilindiği üzere- yuvarlak
olduğu için bütün ülkelerde sürekli olarak namazlar kılınmakta, bu namazlar için
de ezanlar okunmakta ve kâmetler getirilmektedir. Tabiatıyla saat farkından
dolayı beş vakit namaz bütün dünyada aynı anda ve süreklilikle kılınmaktadır.
Örneğin, dünya­nın bir noktasında sabah namazı kılınırken birkaç boy­lam ötede
öğle na­mazı, bi­raz daha ileride ikindi namazı, ondan biraz daha ötelerde de
ak­şam ve yatsı namazları, aynı dakikalarda eda edil­mektedir. İki rekatlı
namazların ikinci, dört rekatlı namazların ise hem ikinci hem de dör­düncü
rekatlarında, (ka'delerde) Hz. Peygamber (sav), her gün milyarlarca kez
saygıyla anılmak­tadır. İşte bu gerçek O'nun, kıyamete değin yaşanacak olan
canlı bir mucize­sidir.

[6]




[1] Kulluk
kavramının örfî ve fıkhî olmak üzere iki farklı anlamı vardır. Mü'min
kişi­nin meşru olan her iş ve davranışı da örfen ibadet sayılır.
?Dünyadan nasibini unutma.? (Kasas: 28/77) mealindeki ilahi tavsiye,
dünyevî de olsa yararlı her işin Allah Teâlâ'yı hoşnut edeceği umulur. Ancak
ruhânî anlamdaki kulluğun, yani ?ibâdet?in tanımı ve esasen nele­rin ibâdet
sayıldığı konu­sunda ölçü İslam Fıkhı'dır.



[2] Nisa:
4/86, En'am: 6/54, A'raf: 7/46, Ra'd: 13/24, İbrahim: 14/23, Nahl: 16/32,
Ahzab: 33/44, Zümer: 39/73, ...


[3]
Enbiya: 21/83, 84


[4] Ubey
b. Halef, Mekke'li bir müşriktir. Hz. Peygamber (sav), vaktiyle zor günler
ya­şa­dığı Mekke'de bu adam O'na her rastlayışında:

"-Bak Muhammed! Benim bir atım var, ona her
gün mısır yediriyorum; Bir gün binip onun sırtındayken seni öldüreceğim,"
diye tehditler savururdu. Hz. Peygamber (sav) ise hiç te­laşa kapılmadan,
ağırbaşlı bir eda ile:

"-Bilakis, Allah'ın izniyle ben seni
öldüreceğim," diye cevap verirdi.

Peygamberlerin yalan söylemesi
zaten imkansızdır. Ayrıca bu nokta ile ilgisi bakımın­dan açıklamak gerekir
ki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (sav) için Necm Suresi'nin üçüncü âyet-i
keri­mesinde: "O, havadan konuşmaz!" buyurmuştur. Nitekim bu olay,
Uhud günü O'nun bir mucizesi olarak gerçekleşmiştir.


[5]
Hz. Peygamber (sav) bir devlet başkanı olarak elbetteki gerektiğinde savaş
ilan et­miş idam cezalarını onaylamıştır. Bu, O'nun bir rahmet peygamberi
olmak ve savaşta bile müm­künse insan kanını kendi eliyle dökmemek gibi
özellik ve gayretleriyle bir çe­lişki oluş­turmaz. Çünkü gerektiğinde savaş
ilan etmek ve ceza infazını onaylamak, hem dünya ve top­lum disiplini
açısından zaman zaman bir zorunluk haline gelir, hem de Hz. Peygamber (sav),
mutlaka Allah (cc)'ın vahyi ile hareket ettiği için bütün kararlarında
olduğu gibi bu konu­larda da elçilik ve kulluk görevlerini yerine
getirmiştir.



[6]
Çağımız dünyasında "Müslümanım" diyen yaklaşık bir milyar 250 milyon
insanın, or­talama %57'sinin namaz kıldığı söylenmektedir. Bu varsayımı
kabul edecek olursak bu yüzde: 712 milyon 500 bin kişi eder. Bunlar her gün
beş vakit namazın yalnızca farzını kı­lı­yor olsalar, bu namazların toplam 9
ka'desi sırasında: Dokuzunu zamirle, onbeşini ise doğru­dan olmak üzere Hz.
Peygamber (sav)'i 24 er kez anmış olurlar ki bu takdirde 24 saat zar­fında,
dünya çapında Hz. Peygamber (sav), 24 x 712 500 000 = 17 milyar 100 milyon
kez say­gıyla anılmaktadır. Ancak unutul­mamalıdır ki dünyada en yaygın olan
Hanefi mez­hebinin, mensupları sünnetlerini asla terketmez ve günlük
namazları 17 değil, 38 rekat olarak kılar­lar ki her gün 24 yerine 66 şar
kez Hz.Peygamber (sav)'i anmış olurlar. Bayram ve cumalar­daki artışa
paralel olarak okunan yüzbinlerce ezanın, ge­tirilen yüz­binlerce kâmetin ve
müs­lümanlarca sayılara sığmayacak kadar okunan salevat-ı şerife, kelime-i
şahadet ve kelime-i tevhidlerin her birinde de mübarek adının ayrıca
anıldığı hesaba katılacak olursa bu cihan peygamberinin, dillerde ve
gönüllerde ne derece şan ve şerefle, saygı ve sevgiyle yaşadığını ve
yaşayacağını tahmin edebilirsiniz.

Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, Kahraman
Yayınları: 265-271.