Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Ruh-Beden İlişkisi

Ruh

Ruh-Beden
İlişkisi:

Ruh, emir âleminden olup, beden
ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanundur.
Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisimdir. Rûhun kendi
mâhiyetini bilmede de aczi vardır ki, bu âcizlik, nice hakikatlere pencereler
açıyor. Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi,
ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber
veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin
kederle bir ilgisi yok. Ruhtaki üzüntü, gözden yaş olarak dökülmekte.

Ters yönden giden bir arkadaşımıza,
?Dur! Geri dön!? diye sesleniriz. Bu seslenişte muhâtabımız, ne onun kulak zarı,
ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir âhizedir, ayaklar ise doğru veya yanlış
yoldan anlamazlar. Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehâdet
âlemine hâkimiyetini temsil ediyor. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi,
şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş
de ışığını kendi irâdesiyle vermiyor. Beden şu âlemdeki birçok olayın etkisinde
kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstündedir. Aşırı soğuk da
sinir sistemi üzerinde olumsuz etki yapar; ama bu tesir, hiçbir zaman bir
ihânetin, bir zulmün, bir vefâsızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da
tansiyonu yükseltici etkiye sahip; fakat bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın
etkileri yanında küçük kalır.

Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir
bakıma, sesle anlam arasındaki ilgiye benzer. Ses, mananın bedeni, mana ise
sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda; ne içindedir, ne
dışında. Mana, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O,
hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesi
bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedimi, işte o zaman, sese görev düşer.
Ses, muhâtabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mana ise ondan sonra da
varlığını sürdürür. Mana, sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten
sonra da varlığını devam ettirmede.

Ruh, Allah'ın kanunu, beden O'nun
mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor. Allah'ın mahlûkata
benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda,
birçok Rabbânî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik
ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma
gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta
ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehâlettir. Bir yazı, kâtibini gösterir,
onun sanatına delil olur; fakat, kâtibi yazıya benzetmek veya yazının
özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak anlamsızlıktır. Meseleye bu şuurla
nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:

Ruh, beden ülkesinin yegâne
sultanıdır. Ruh, bedenin hiçbir cüz'üne, hiçbir organına benzemez. Ruhun zâtı,
bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında
benzerlik düşünülemez. Ruh, doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar, hep
bedenin, maddenin özellikleridir.

Ruhu, mâhiyetiyle kavramak mümkün
değildir. Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesâda gider. Bedenin eliyle ne
alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır. Ruhun bedendeki icraatı,
güneşin gezegenlerini döndürmesi gibi, dokunmaksızın, temassız yapılır. Bir
hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark
düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir.

Bir başka açıdan: Bedeni kafese, ruhu
ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok ders var. Bunlardan
birkaçı: Beden ruh içindir, ruh beden için değil. Kafesin boyanmasıyla kuş
güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz. Kafesi büyütmekle
kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır. Kuş, kafesten
dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir. Kuşsuz kafesi kimse evinde
barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz? Kuş,
kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir. Şu
koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu
gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere. Kafeste
boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler olsun![1]

?Ruh, nasıl bir şey?? diye soranlara,
doğru cevap: ?Bilmiyorum!? olmalı. Ya da, en doğrusu ve en güzeli olan, Kur'an
üslûbunu ölçü alarak, ?çok az şey biliyoruz? denilmeli. Böyle demekle sorunun
gerçek cevabı verilmiş olmakla kalınmaz, insan kendini ve haddini de bilmiş
olur. Mâhiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, ?bilmiyorum? kelimesinde
ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında birtakım tahminlerde bulunulsa,
?uzundur? veya ?kısadır? denilse, ?bedenin şurasında veya burasındadır?, ?şu
veya bu renktedir? gibi lâflar edilse, kişi aldanmış ve aldatmış olur. Çünkü
ruh, beden cinsinden değil. Biri ev, diğeri misafir; biri tezgâh, beriki usta.

Beden ve evren. Her ikisi de kesif ve
maddî. Ruh ise latîf ve nûranî. O halde ne beden, ne de şu âlem bize ruhun
mâhiyeti hakkında bir bilgi vermez. Onlara dayanarak yapacağımız bütün
tahminler, yanıltıcı olmaya mahkûm. Toprağa bakıp yer çekimi hakkında tahminler
yürütmek gibi bir şey. Ruh, zâtıyla bedene benzemediği gibi, onun gördüğü işler
ve yaptığı icraatlar da bedeninkiyle karşılaştırılamaz. Penceremizin perdesini
elimizle açıp kaparız; göz kapaklarımızı ise elsiz açar kapatırız; ama nasıl?
Konuşurken ses tellerimizi dokunmaksızın titreştiririz; ama nasıl? Yere düşen
kalemimizi elimizle tutup kaldırırız; kolumuzu ise bir yerinden tutmaksızın
kaldırırız; ama nasıl?

Bu soruların cevabı, ruhun tarif
cümlesinde geçen ?Rabbın emri?, kanun-ı emrî ifadesinde saklı. Emir
âlemine ait bir kanun. Tâbiri câizse, idare edenler âlemine ?emir âlemi?, idare
edilenlere ise ?halk âlemi? diyoruz. Toprak, halk âlemindendir, yer çekimi ise
emir âleminden. Güneşin cirmi halk âleminden, câzibesi ise emir âleminden. Halk
âlemi, en mükemmel şeklini insan bedeninde bulduğu gibi, o bedenin idarecisi de
en mükemmel bir kanun olacaktır; o ise ruhtan başkası değil.

Med-cezir olayında Ay, denize
dokunmaksızın dalgaları kaldırır ve indirir. Dünya da Ay'ı yine dokunmaksızın
etrafında döndürür. Atom çekirdeklerinin elektronlardaki tasarrufu da bunun bir
başka örneği. İşte bu sayısız örneklerin en mükemmeli, ruhun bedendeki icraatı
ve tasarruflarıdır.

Ölüm kanunu ile bedenden göç eden ruh,
aslî fonksiyonlarını çok daha mükemmel olarak yerine getiriyor. Uyanıkken
karşımızdaki apartmanın arka tarafını göremediğimiz halde, rüyada kıtalar
ötesini görebilmemiz bunun ilk işareti değil mi?

Daha önce verdiğimiz örnekle ifade
edersek, kafesle kuş, ayrı birer varlık. Kafesi sökmekle kuşu parçalamış
olamazsınız. Can kuşu denilen ruh ile beden kafesi arasında da benzer bir ilgi
mevcut. ?Ceset ruh ile kaimdir. Ruh onunla kaim değildir. Ruh, kendiliğinden
kaim ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun
bağımsızlığına zarar vermez.? İnsanoğlu ?ben?, ?ben? der durur. Yaptım, ettim,
gittim, geldim gibi laflar eder. O ?ben? derken bilerek veya bilmeyerek ruhunu
kasdetmektedir. Dolayısıyla ağzından çıkanı kulağı işiten bir insan ruhu inkâr
edemez.

Birisinin koştuğunu görsek, ?acelesi
var? deriz; ?ayaklarının acelesi var? demeyiz. Ağlayan birisinin kederli
olduğundan söz ederiz; gözlerinin üzüntülü olduğunu söylemeyiz. Öfkeli bir
şekilde el kol hareketleri yapan kimse için de, ?kollarının âsâbı bozulmuş?
demeyiz. Aynı şekilde, ?şu koku burnumun çok hoşuna gitti?, yahut ?şu
manzarayı gözüm çok sevdi? de demeyiz. Heyecandan kalbin çarpmasını, korkudan
ellerin titremesini, üzüntüden rengin kaçmasını ifade ederken de bedeni değil;
ruhu ön plana geçiririz. Bütün bu tür konuşmalarımızda bedeni; mahkûm, irâdesiz,
ilimsiz, sevgisiz, korkusuz... olarak tanır, bütün bu ve benzeri fonksiyonların
o bedende misafir olan ruha ait olduğunu çok iyi bilir ve kelimelerimizi ona
göre seçeriz. Ruha inanmayanların, konuşma düzenlerini de bu inançsızlık
istikametinde ayarlamaları gerekir. Böyle yaptıklarında saçmalamış olacaklarını
çok iyi bilir ve bu yola girmezler. Ama bu hal, ruhu inkâr etmek kadar gülünç
olmaz.

Ruh, zâtında hayat ve şuur sahibi;
girdiği cismi de hayata kavuşturan özelliktir. Cahil bedene şuurlu işler
yaptırır. Yol, iz tanımayan ayakları diyar diyar gezdirir. Akılsız beyin
hücrelerinden bilgi fışkırtır. Bir şey bilmeyen dudaklardan ilim ve hikmet
akıtır. Gerçeği böylece tespit eden ruhlar, varlık âlemini çepeçevre kuşatan ve
akıllara durgunluk veren rahmet, kudret ve hikmet tecellîlerini ibretle
seyrederler. Bunu başaramayanlar ise, bedende kaybolur, tabiatta boğulur ve
mahvolurlar. Bir cenazenin kabre konulmasından sonra, böcekler bedene ilişinceye
kadar, hısım akraba da tâziyelerini hemen hemen bitirmiş oluyorlar. Daha sonra,
mirasçılar mal bölüşme görüşmelerine, böcekler de bedeni parçalamaya
koyuluyorlar. Her iki faâliyet de bir bakıma, birlikte yürütülüyor. Beden
tüketiliyor, servet dağıtılıyor. Bu hali hayretle seyreden ruh, birçok
yaptıklarına şimdi pişman olarak elini dizine vurmak istiyor, ama ortada artık
ne el kalmıştır, ne de diz![2]

Ruh ile beden arasındaki ilişki,
elektrikle mükemmel bir fabrika arasındaki ilişkiye benzer. Ruh-beden
ilişkisinin konumunu düşündüğümüzde, ruhun bedene dahil olmadığı gibi, hariç de
olmadığını görürüz. Bir şeye dahil ve hariç olma, cisim ve maddenin özelliğidir.
Ruh ise, maddenin sıfat ve özelliklerinden soyulmuş bir varlıktır. Dahil ve
hariç meselesini bir örnekle açıklayabiliriz: Bilindiği gibi, elektrik, ışığa
dönüştüğü avizeye dahil olmadığı gibi hariç de değildir. Çünkü, elektriğin ışığı
onda ortaya çıkmaktadır. Dahil de değildir. Çünkü kırıldığında, onun
parçalarında elktrik bulunmaz. Buna başka bir örnek: Bir fabrikadaki bütün
çarkları çalıştıran elektriktir. Elektrik kesilince, faaliyetin duracağı
muhakkaktır. Elektrik, o fabrikaya vücut veren maddelere dahil değildir. Zira,
aynı fabrikanın çarklarında elektrik yoktur. Ancak, fabrikayı çalıştıran o
olduğundan, elektrik o âlet ve çarkların dışında da değildir. Çünkü, fabrikaya
hareket veren odur.

Ruh, aynen elektrik gibi, bazen
gördüren, bazen işittiren, bazen kimyasal ve bazen fizik bir enerjidir. Elektrik
de ruh gibi bazen ısı, bazen ışık ve bazen hareket enerjisidir. Hayat, ruhun
canlılardaki tesiridir.

Ruhun madde ve bedenle ilişkisi,
kanunidir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar, farklı bakmaz. Meselâ,
yerçekimi, en küçük bir çakıl taşını nasıl çekiyorsa, en büyük dağı da öyle
etkilemektedir. Çünkü yerçekimi bir kanundur. Ruh bir piyanisttir; beyin ise bir
piyanodur. Vücut ruhun emirlerine, piyanonun piyanistin komutlarına
uyması gibi kolaylıkla uyar ve itiraz etmez.

Davranışlarımızın ortaya çıkması
açısından ruh ile biyolojik yapı arasındaki ilişkiler şöyle anlaşılmalıdır:
Biyolojik yapının enerjisi ruhtur, onu çalıştırır ve kullanır. Ancak
davranışlarımızın kaynaklarının tam karşılığı biyolojik yapı değildir. Bu, aynen
şuna benzer: Bir sürücünün davranışını etkileyen otomobilinin bazı özellikleri
vardır. Hızı, yakıtı ve konfor gibi özellikleri. Ancak, sürücünün her hareketini
bu otomobil düzenlemez. Bazen otomobilsiz de sürücü hareket eder. Bu örnekteki
sürücü ruhtur. Misal olarak; rüyada ruh, beden verilerinden etkilenir. Ancak,
yalnız da hareket edebilir. Bedenin karşılamadığı, görmediği insanlarla konuşur.
Maddî bedenin kullandığı zamanı pek kullanmaz. Hareketlerinde yer ve zaman
darlığı ve zahmeti yoktur. Yeme, içme ve istirahat gibi ihtiyaçları yoktur.

Ancak onu rahatlatan, Allah'a kulluk
ve itaat, nizam ve intizam, sâlih amel, insanlık yararına yapılan şeyler,
fedâkârlık ve sükûn gibi moral değerlerdir. Bunu hissetmemiz zor değildir.
İhtiyacı olan bir insana, karşılıksız bir yardım elini uzatın. Kötü olarak
bilinen bir alışkanlığı yapmayın. Ne hissedeceksiniz? Sebebini anlayamadığınız
bir mutluluk. Acaba, çok zor durumda kaldığınız zaman, yalan söylemediğinizde
organik yapınız ve maddeniz için ne yapmış oldunuz? Bir mazluma infak olarak
yardım elinizi uzatın. Bedeniniz ne kazandı? Allah yolunda kurşuna hedef
oldunuz. Maddeniz ne kazandı? Aldığınız haz neye aittir?

Bugüne kadar insan davranışını
açıklayan sayısız model vardır. Öğrenme, davranışçı, sosyal, mekanik, biyolojik
ve mistik. Bunların hepsi de eksiktir. Her model, insanın bir kuvvetini alıp
diğer sıfatlarını inkâr eden modeldir. Modern psikiyatrinin ?biyopsikososyal?
kavramıyla bütünleştirip topladığı model kavramsal olarak, mükemmeldir. Ancak,
vahyi reddeden anlayışların tümünde neyin biyolojik, neyin psikolojik ve neyin
sosyal faktör olduğu belli değildir. Herhangi bir tek modelle insan
davranışlarını anlamak mümkün görünmemektedir. Bu olay, körlerin bir fili
tanımlamalarına benzer. Filin hortumunu tutan biri filin bir borudan ibaret
olduğunu, kuyruğunu tutan biri filin uzun kıllardan ibaret olduğunu ve Freud
gibi filin cinsel organanından tutan biri de filin sadece cinsel organdan ibaret
olduğunu ve filin diğer yapılarının bu organa hizmet ettiğini iddia etmesi gibi
bir şeydir.




[1]
Alâaddin Başar, Nurdan
Kelimeler: 161.


[2]
A.g.e. c. 2, s. 9-13.