Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Doğruluk ve Önemi

Doğruluk ve Önemi

Doğruluk ve Önemi

Doğruluk; doğru olma hali,
dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet anlamına gelen itikadî
ve ahlâkî bir kavramdır. Allah'ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol izlemek ve
insanların haklarına riâyet etmek demektir. İman eden ve inancını hayata geçiren
doğru insan, Hz. Peygamber'in en güzel ahlâkını örnek alır. Kur'ân-ı Kerim,
doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk anlamında, hak, istikamet, birr,
hidâyet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen doğruluk, daha çok ?sıdk?
kelimesiyle karşılanır. Sadece ?sıdk? kelimesi ve türevleri Kur'an'da 155 yerde
kullanılır; yalan ve yalancılık anlamına gelen ?kizb? kelimesi ise Kur'an'da tam
282 yerde geçer.
Doğruluk, ahlâkî vasıfların
tümünü kendinde toplar. Özünde Allah'a, meleklere, âhirete, kitaplara,
peygamberlere inanan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan, sabreden, sözünde
duran, cihad eden... mü'minlerin bütün bu vasıfları doğruluk halinin
tezâhürleridir. Doğruluk vasfı, doğru yolun anlaşılmasıyla gerçeklik kazanır.
?Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet.
Nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna
değil.? (1/Fâtiha, 5-7) âyetleriyle doğru yolun temel istek olduğunu
vurgulayan Kur'an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların
yolunu açıklar. Allah'a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir.
Allah, O'na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa mazhar eder,
onları doğru yola iletir. ?Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.? (11/Hûd, 112;
42/Şûrâ, 15) buyuran Allah, hâlis kullarını şeytandan korumaktadır. Allah,
mü'minlerin kendisinden korkmalarını ve ölçüyü doğru tutmalarını emretmektedir.
Sözün de doğru olması için uyarılan mü'minler, doğrulukları karşılığında cennete
gireceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Doğruluk, en iyi, takvâ halinde
gerçekleşebilir. Âyette ?Doğrularla beraber olun.? (9/Tevbe, 119)
buyurulması, bu kavramın toplumsal oluşuna delâlet eder. Doğruluk bir mîsaktır,
kulluk ahdidir. Ahde vefâ ve sadâkatin mükâfatı, hem dünyada, hem âhirette
verilecektir. Sıddıkların özellikleri, ana hatlarıyla açıklanmıştır. Bunlar;
sabır, itaat, infak, istiğfâr, ihlâs, takvâ, hayâ, emânet gibi özelliklerdir.
Doğruluğun karşısında
yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakîler asla yalan
söylemezler. Hz. Peygamber, ?el-Emîn? olarak tanınmıştı. Yalancılık ise, dar
anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan uzaklaşması
anlamına gelir. Geniş anlamda Allah'ın emir ve yasakları ile alay etmek, Allah'a
iftirâda bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı kâfirleri doğru
yola iletmeyeceğini Kur'an'da birçok âyette açıklamış, onları lânetlemiş ve
büyük bir azâba uğrayacaklarını bildirmiştir. Allah, mü'minlere şöyle buyurur:
?Yalan sözden kaçının.? (22/Hacc, 30). Bir diğer yalancı grup,
münâfıklardır. Bunların özelliği, yalan söylemeleri ve yalan yere yemin
etmeleridir. Bunlar sahtekâr kimseler olup küfürlerini gizlemişlerdir.
Davranışlarda doğruluğa
hakkaniyet de denir. Bu da adâlet, insaf ve merhametten ibârettir. Doğruluğun,
vahyî temellerinin anlaşılmasından sonra, düşüncenin eyleme geçirilmesinde en
başta dile hâkimiyet gelmektedir. Dil, düşünceyi iletme aracıdır. Mü'minler söz
söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuşmaz, kötü söz söylemezler; ya hayır
konuşurlar veya susarlar.
Doğruluk; düşüncede, sözde,
niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder.
Bütün bunların kaynağı, Kur'an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem
birliği, doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta tam mânâsıyla İslâm'a
yönelinmedikçe ve İslâmî hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması
mümkün değildir. Doğru olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber'in ahlâkıdır.
Zira Rasûlullah (s.a.s.) ?dosdoğru ol!? mesajı ile ?Hûd sûresi beni
kocattı? diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu
ifade etmiştir. Yine O, ?Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.?
buyurmuştur.
Bugünkü beşerî sistemlerin
işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak, yalancılık temeline
dayalıdır. Çünkü insanlarda Allah korkusu yeterli şekilde kalmamıştır.
İnsanlararası ahlâkî ilişkiler sanal ve yapmacıktır, doğruluktan uzaktır.
Toplum, emîn/güvenilir bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle bir toplumda
hakikat, beyanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta; insanlar Allah
için yaşamadıklarından, O'na gerektiği gibi inanıp davranışlarını O'na
dayandırmadıklarından, söz ve işlerinde birbirlerine güven duygusunu tamamen
kaybetmiş görünmektedirler.
İslâm dışı fert ve toplum
hayatında doğruluğun temelleri, hatta doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü
düzenler zulüm üzerine kuruludur ve insanlar kişisel çıkarları peşinde
birbirlerini kandırmak için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu, bozuk bir
hayat düzeni/düzensizliğidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hâkim olduğu düzen,
müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de yozlaştırmıştır.
İnsanlar her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret yurdunu aramaktansa
materyalist dünyaya gönül vermiş insanların hevâ ve heveslerine uymaya
başlamışlardır. Câhilî bir toplumda müslümanlar da gayr-i İslâmî günlük hayata
ayak uydurmuş gözüktükleri ve müslüman şahsiyetleriyle tanınamadıkları için,
İslâm'ı tanıtmak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat müslümanların doğruluk
düstûruna uymamaları bir toplumun helâk olması için yeterlidir. Çünkü hakkı
tavsiye eden olmazsa veya yeterli sayıda ve yeterli şekilde nehy-i ani'l-münker
yapılmazsa o toplum çökmüş demektir. Bir sahâbi Hz. Peygamber'e ?Yâ Rasûlallah,
bana İslâm'ı öyle tanıt ki, senden başka birine (başka soru) sorma ihtiyacını
duymayayım? deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: ?Allah'a inandım de, sonra
da dosdoğru ol!? (Müslim, İman 62; Ahmed bin Hanbel, III/413). Başka bir
hadis-i şerifte de: ?Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.? (İbn Mâce,
Tahâret 4; Dârimî, Vudû' 2) buyurulmuştur.
İslâm'ın hayat yolu sırât-ı
müstakîmdir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere bir üzüntü ve korku yoktur.
Her şeyden önce doğruluk, müslümanın akîdevî özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz
kılmayan bir mü'min ibâdette tam doğruya uymadığından, diğer davranışlarında da
hatalı olacaktır.[1]
O yüzden, Kur'an'da ?namaz kılın? denilmez, ?namazı dosdoğru kılın, dimdik
ayakta tutun, ayağa kaldırın? anlamında ?namazı ikaame edin? diye
emredilir.
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve
dürüstlük, çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte olup bunların başında ?sıdk?
ve ?istikamet? kavramları gelir. ?İnsanın söz ve davranışlarıyla niyet ve
inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması? şeklinde tanımlanabilecek olan
?sıdk? erdemi, genellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. ?İstikamet? de,
?Allah'ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma? demektir.
Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişiye ?sâdık? ve ?sıddîk? denir.
İnsanlığın genel ahlâk
anlayışında olduğu gibi, İslâm ahlâkında da doğruluk ve dürüstlük, insan
onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak kabul
edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı en önemli ödevleri arasında
gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye,
?Alllah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol!? (Müslim, İman 13) buyurmuştur.
Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına karşı
tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere karşı
her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faâliyetlerden kamu
görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde aranan bir
erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşmada, niyet ve
irâdede, karar vermede ve kararında durmada, (riyânın zıddı olarak) amelde, dinî
ve mânevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün çeşitli şekilleri
üzerinde durulmuştur.
?Doğru? kavramıyla ilgili
olarak kelimenin anlam sahasını tahlil eden değerlendirmesiyle İzutsu, şöyle
der: Doğru kavramında temelde iki kutup, ?sıdk? ve ?hak? arasında bir bağıntı
vardır. Hak, doğrunun nesnel yanını temsil etmektedir ve dil ancak ona uyum
gösterdiğinde, ?doğru? olabilir. O halde, öznel bir hâdise olarak doğru, dili
hak yani ?gerçeklik? ile uyum gösterecek bir tarzda kullanmaya bağlıdır. Allah
ile insan arasındaki dinî ilgiye ait meselelerde doğru konuşma sorununa
yöneldiğimiz zaman, bu husus müthiş bir önem kazanmaya başlar. Zira Kur'an'a
göre vahiy, haktan başka bir şey değildir ve Allah'ın kendisi de mutlak Hak'tır.
Her iki halde de ?hakk?ın esas olarak; mesnetsiz bir şey, boş şey, yahut yalan
demek olan ?bâtıl?ın zıddı oluşu önemlidir.[2]

Kur'ân-ı Kerim'de; "Hadîs
(olayları haber veren söz) bakımından Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır??
(4/Nisâ, 87) ve ?Allah hak olarak vaad etti. Allah'tan daha doğru sözlü
kim vardır?? (4/Nisâ, 122) buyrularak Allah'ın hem haber verme, hem de
vaadini yerine getirme bakımından gerçek anlamda ?sıdk? sahibi olduğu
belirtilir. Kur'an'da daha çok peygamberler için kullanılan ?sıddîk? ise, sıdkı
en fazla olan, yani asla yalan söylemeyen kimse demektir. Sıdk terimi,
peygamberlerin en önemli özelliklerinden biridir. Risâlette ehil olabilmek için
her peygamberin bu sıfatı üzerinde taşıması gerekir. Öyle ki; içeriği sözü ve
yaptığı anlaşması, ciddiyetle mizahı ve olay nakletmesi gibi bütün sözleri,
süzgeçten geçirilirse, gerçeğe uygun düşer. Bu sıfat, herhangi bir sûretle
yerinde olmazsa risâlet dâvâsı temelinden sarsılmış olacaktır. Çünkü insanlar
doğru söylemeyen bir peygambere güvenemez. Doğru olan peygamberin herhangi bir
sûrette gerçeğe ters düşen bir söz söylediği görülmemiştir. Bir peygamberin
Allah nâmına dâvet ettiği şeyi kendi nefsinde yaşaması gerekir. Çünkü risâletin
en büyük gâyesi Cenâb-ı Hakk'ın insanları mükellef kıldığı ahkâmı onlara tebliğ
etmektir. Çünkü Allah ile ilişkisi olan kimse, herkesten daha çok O'nun
azametini anlar. Dolayısıyla O'nun hiçbir emrine karşı gelmez. Zira, O'na karşı
gelmek ihânettir. Hâin olan kimse de Allah'ın risâletinin ehli olamaz. Kur'ân-ı
Kerim'de birçok peygamber için doğruluk vasfı kullanılmakta, bazılarına ?sıddîk?
denilmektedir.
?Kitap'ta İbrahim'i de an.
Çünkü O, sıddík/çok doğru bir nebî idi..? (19/Meryem, 41).
?Kitapta İsmâil'i de an.
Çünkü o vaade sâdık rasûl bir nebî idi.? (19/Meryem, 54).
?Kitapta İdrîs'i de an.
Hakikaten o, sıddîk bir peygamberdi.? (19/Meryem, 56).
?Yusuf, ey sıddîk kişi!...?
(12/Yûsuf, 46).
Yine son nebî Hz. Muhammed
(s.a.s.)'in de sâdık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur'ânı-ı Kerim'in birçok
yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risâletin Mekke dönemine
bakıldığında Rasûlullah (s.a.s.), gerçeğin şehâdeti, iman edenlerin ve hatta
düşmanlarının şâhitliğiyle ?el-Emîn? ve ?Sâdıku'l-Va'du'l-Emîn? olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Sıdk kavramı, Kur'ân-ı Kerim'de
Allah Teâlâ'nın vaad ettiği şeyleri yerine getirmesi özelliği olarak da
kullanılır.
?Rabbinin sözü sıdk/doğruluk
ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O'nun kelimelerini değiştirebilecek hiç
kimse yoktur. O hakkıyla işiten ve bilendir.? (6/En'âm, 115).
?İşte onlar öyle kimselerdir
ki, amellerinin en güzelini onlardan kabul ederiz ve onların kötü amellerinden
vazgeçeriz. Onlar cennet ashâbı arasındadırlar. Bu, onların vaad olunageldikleri
sıdk/dosdoğru bir vaaddir.? (46/Ahkaf, 16)
Sıdk, aynı zamanda Kur'ân-ı
Kerim'in bir ismidir.
?Sıdk (doğru olan Kur'an)ı
getirene ve onu tasdik edenlere gelince, işte muttakîler onlardır.?
(39/Zümer, 33).
"Allah'a karşı yalan
uyduran, kendisine gelen sıdkı (gerçek olan Kur'an'ı) yalan sayandan daha zâlim
kimdir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok sanki?" (39/Zümer, 32).
Kur'ân-ı Kerim'de genel olarak
doğruluktan ve doğruluğun fazîletinden bahseden pek çok âyet-i kerime vardır. Bu
âyetlerden biri, mü'minlerin sâdıklarla beraber olmalarını emreder:
?Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve sâdıklarla beraber olun.? (9/Tevbe, 119)
Sadâkat, kıyâmette kulun
kurtuluşu için bir garanti mâhiyetindedir. Allah'ın gazabından kurtuluşa
sebeptir, onu cennete götüren bir araçtır doğruluk:
?... Bu (gün), doğru
söyleyenlerin (sâdıkların) sıdklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür.
Orada devamlı kalacakları altında ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah
kendilerinden râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır ve işte bu en büyük
kurtuluş ve saâdettir.? (5/Mâide, 119).
Doğruluğun esası; bir şeyin
meydana gelmesi, tamamlanması, kuvvetinin kemâle ermesi, kısımlarının bir araya
toplanmasıdır.
Doğruluk (sıdk/sadâkat); niyet,
söz ve amelde olur. Niyette doğruluk, son derece azimli olmak ve Allah'a
yönelmek için irâdeyi kuvvetlendirmek ve engelleri aşmaktır. Bu ise Allah'ın
farz kıldığı şeylere koşmakla elde edilir. Bunun da başında Allah yolunda cihad
gelir. Cihadın bir türü de Allah'a dâvettir. Dâvete engel olan herkesten
yüzçevirmek, bunlardan uzaklaşıp nefret etmek gerekir. Çünkü onlar gaflet içinde
yaşayan insanlardır. Gözleriyle inanırlar; Dünyada gördüklerinden başka bir şey
bilmezler, onların ulaştıkları bilgi derecesi budur. Gerçekte ise, cehâlet ve
nefsânî arzular onları kuşatmıştır. Doğru kimsenin kalbi, çok hassas olur;
dâvete engel olan kimselere karşı tahammül edemez. Bunun için de onlardan
sıkılır; onlarla komşuluk, arkadaşlık yapamaz; onlarla düşüp kalkamaz, onlardan
uzak kalmakla gönlü açılır; Allah'a kulluk ve O'na dâvet hususunda acele etmeye
teşvik eden kimselerden hoşlanır.
Sözde sadâkat, dilin hakkı ve
doğruyu söylemesidir. Dil böyle alışınca, artık hiçbir bâtıl konuşmaz.
Amelde sadâkat, şer'î yollara
uyarak Rasûlullah'a tâbi olmak sûretiyle olur. Müslüman; sözde, niyette ve
amelde sadâkati gerçekleştirince, sıddîkıyet derecesine ulaşır. Bu derece ise,
Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullarından istediği Rasûlullah'a hitap ile yönelttiği
bir derecedir: ?Ve şöyle de:'Rabbim, beni sıdk (ve selâmet) çıkarışıyla çıkar
ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver.? (17/İsrâ, 80). ?Sıdk
girdirişi ve çıkarışı? demek, müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe
girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu terkinin Allah için ve Allah ile
olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah'ın rızâsına bağlıdır. Kul
bunları edâ ederken Allah'tan yardım dileyerek yapar. Maksadı da Allah'ın
rızâsıdır. Gâyesi de yalnız Allah'tır.
?De ki: ?Benim namazım da
ibâdetlerim de, hayatım ve ölümüm de, hiçbir ortağı olmayan âlemlerin Rabbı olan
Allah içindir.? (6/En'âm, 162-163)
Müslüman, sıddîkıyetin bu
derecesine erince, hayatta onun nazarında rağbet edilecek başka bir gâye kalmaz.
Ancak bunun ayakta kalışı Allah'ın rızâsına vesîle olacaksa ayakta kalmayı
tercih eder. Şayet bu gâyeyi kaçırır veya elde edemeyeceğini anlarsa, hayattan
yüz çevirir. Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediği rivâyet edilir: ?Üç şey olmasaydı
dünyada kalmayı istemezdim; 1- Allah yolunda iyi cins atlar sırtında savaşmak,
2- Gece ibâdetinin meşakkat ve zorluğuna katlanmak, 3- Sözün temizini, hurmanın
temizini seçer gibi seçen kimselerle düşüp kalkmak.? Hz. Ömer (r.a.)'in arzu
ettiği bütün bu sayılanlar Rabb'ı râzı edecek şeylerdir.
Sâdık bir müslüman dâvetçinin
sadâkati onun yüzünden ve sesinden belli olur. ?Yüzlerinde secdelerin izinden
nişanları vardır.? (48/Fetih, 29). Rasûlullah'ı tanımadan evvel onunla
konuşan kimseler şöyle derlerdi: ?Vallahi, bu bir yalancı yüzü ve yalancı sesi
değildir. Dâvetçinin yüzünde ve sesinde doğruluk eserinin görünmesi, muhâtabına
tesir eder; onun sözünü kabule, ona saygı beslemeye sevkeder. Ancak, muhâtapları
son derece kör kalpli kimselerse onlara tesir etmeyebilir. Ne olursa olsun,
sadâkat, müslüman için ve Allah'a dâvet eden herkes için zarûrîdir. Çünkü imanın
esası doğruluk; münâfıklığın esası da yalandır. Dâvetçinin yalancı olması mümkün
değildir. Bir kimse dâvetçi ise yalancı değildir; yalancı ise dâvetçi değildir.
Peygamberimizin buyurduğu gibi, yalan ahlâksızlığa sevkeder. Ahlâksız bir
kimsenin ise dâvetçi olması mümkün değildir.
Yüce Allah, peygamberlerden ve
iman edenlerden ahd olarak sâdıkları ve kâzipleri birbirinden ayırmıştır:
?Biz nebîlerden kuvvetle
ahitlerini almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan ve Meryem oğlu
İsa'dan (evet) onlardan ağır bir mîsak (söz) aldık. Allah bu sözü doğrulara
sadâkatlerinden sormak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap
hazırladı.? (33/Ahzâb, 7-8).
"Mü'minler içinde Allah'a
verdikleri sözde duran (sâdık olan) nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi,
sözü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir.
Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadâkat
gösterenleri (sâdıkları) sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münâfıklara
-dilerse- azap edecek, yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir.
Şüphesiz Allah, bağışlayandır, merhamet edendir." (33/Ahzâb, 23-24)

"İnsanlar, imtihandan
geçirilmeden, sadece 'iman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah,
doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır."
(29/Ankebût, 2-3)
Yukarıdaki âyetlerde bahsedilen
sâdık erlere Cenâb-ı Hak, mükâfat olarak ?sıdk? mekânlarını ?sıdk? bir vaad ile
vaad etmiştir:
"İçlerinden bir adama:
İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir
sıdk/doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak
bir şey mi oldu ki, o kâfirler: Bu elbette apaçık bir sihirbazdır, dediler?"
(10/Yûnus, 2)
?İşte onlar öyle kimselerdir
ki, amellerinin en güzelini kendilerinden kabul ederiz ve onların kötü
amellerinden (günahlarından) vazgeçeriz. Onlar cennet ashâbı arasındadır. Bu,
onların (dünyada iken) vaad olunageldikleri sıdk (dosdoğru) bir vaaddir?
(46/Ahkaf, 16)
?Muhakkak ki muttakîler
cennetlerde ve ırmakların kenarındadırlar. Sıdk makamında (doğruluk meclisinde)
gâyet muktedir, güçlü bir Melikin (Allah'ın) huzurundadırlar.? (54/Kamer,
54-55)
"Allah şöyle buyuracaktır:
'Bu, sâdıklara/doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde
ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan
râzı olmuştur, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç
budur." (5/Mâide, 119)[3]
Genel mânâda doğruluk,
başkalarının maslahatını gözeterek, onlara doğru bilgi ulaştırmaktır. Doğru
olmak, hem doğru söylemek, hem doğru düşünmek, hem de doğru davranış
göstermektir. İnsan her işte doğru olanı bildirmeli, kendi zararına veya
yakınları aleyhine olsa bile doğru sözü söyleyebilmelidir. Doğru sözlü olmanın
verdiği güven duygusu, toplum fertleri arasındaki bağların çözülmesini,
aralarındaki dayanışmanın kaybolmasını önler. Ayrıca doğru insan kendi
kendisiyle çelişkiye düşmez. Kısacası yalancılıktan doğabilecek bütün
psiko-sosyal problemlerin önü alınmış olur. Doğruluk, insanların iç dünyalarını
huzura kavuşturur. Özellikle de mü'minlerin gönüllerini. Çünkü yalan, olgun bir
vicdana rahatsızlık verir.
Olgun insan, bile bile söylemiş
olduğu yalan sözle vicdanının, hele hele imanının sesi arasında çatışmaya girer.
İşte doğruluk, bu tür çelişkilere düşmekten, huzursuzluktan insanı kurtarır. Hz.
Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: ?Bil ki, doğruluk
sükûnet (gönül huzuru), yalan ise şüphe ve tereddüt verir.? (Tirmizî,
Kıyâmet 60). Doğruluk, aynı zamanda diğer ahlâkî erdemlerin yolunu açan, insanı
ahlâkî değerlere sahip çıkmaya sevkeden anahtar bir karakterdir. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.s.); ?Doğruluk insanı iyiliğe götürür...? (Müslim,
Birr 105; Buhârî, Edeb 69) buyurmuştur.[4]
Doğruluk kelimesi, şu
alanlardaki doğruluğu kapsar: Sözde, niyet ve irâdede, vefâda, amelde, azimde ve
her çeşit rûhî/psikolojik hallerde doğruluk. Bunların hepsinde doğruluğu kazanan
kimse sıddîktır. Sıddîklar da derecelere ayrılır.


[1]
Sait Kızılırmak, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/410-411


[2]
Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 141.

[3]
Muammer Ertan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/399-401

[4]
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, s. 76-77.