Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Hadis-i Şeriflerde Te'vîl ve Tefsîr Kavramı

Hadis

Hadis-i Şeriflerde Te'vîl ve Tefsîr Kavramı

Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim Kitabullah hakkında şahsî re'yi
ile söz ederse, isâbet bile etse hatâdadır." (Ebû Dâvud, İlm:, 5 (3652);
Tirmizî, Tefsir: 1, hadis no: 2953). Rezîn şu ilâvede bulunmuştur: "Kim re'yi
ile söz eder de hata ederse küfre düşer." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/218)

Açıklama: Kur'ân'ın gerek lâfzı üzerine ve
gerekse lâfzın ifade ettiği mâna üzerine, aklına dayanarak beyanda, yorumda
bulunmak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yasaklanmış
bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile şerî bir ruhsatı olmadığı için
hatâlı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazâlî şöyle der: "Şeriat koyucusunun
(Allah) elfâzını Batınîlerin yaptığı gibi zâhirinden hareketle daha önce
(Selef'in) zihnine inmemiş meseleleri yorumlamaya kalkmak büyük felâketlerden
biridir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'i anlama işinde -bizzât şeriat koyucusundan (Hz.
Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle yapılmasında zaruret olduğunu
gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zâhire göre hareket edip yorum yapmak
haramdır."

Kur'ân'ı tefsir edebilmek için, başta Arabça ile
alâkalı ilimlerden başka, bedî, beyan gibi edebiyata, tefsir, hadîs, fıkıh,
nâsih mensuh gibi şeriata, Kur'ân'a müteallik on beş kadar ilim bilmek
gerekmektedir. (Burada kastedilen 15 adet ilim şunlardır. Lügat, nahv, tasrîf,
iştikak, me'ânî, beyân, bedî, kıraât, asleyn, esbabu'n-nüzûl, kasas, nâsih-mensûh,
fıkıh, ehâdîsu'l-mübeyyine, ilmu'l-mevhibe).

Esasen Kur'ân'ın re'yle tefsiri, tefsir
metodları çerçevesinde düşünülünce en son sırada yer alır. Alimler: 1- Kur'ân'ı
Kur'ân'la, 2- Kur'ân'ı Sünnetle, 3- Başta Ashab olmak üzere selefin re'yi ile
tefsiri esas alıp, en son sırada gerekli ilmî formasyona sâhip kişinin re'yine
belli kayıtlarla cevaz verirler. Elbette Şia'nın yaptığı üzere bu metoda
uymayan, hevaya göre yapılan tefsirler merduddur, kabul edilmez. Sözgelimi , Hz.
Musa ile Firavun kıssasında Hz. Musa'yı kalb, Firavun'u nefis olarak
yorumlayanlar olmuştur. Bunda naklî delile dayanmadıkları için merduddur.

Türbüştî, bunda reddedilen re'yden maksadın,
Kur'an ve sünnetle ilgili ilimlere istinad etmeyip sırf aklına dayanarak
söylediği sözler olduğunu belirttikten sonra der ki: "Tefsîr ilmi, ulemanın
ağzından alınır. Nitekim Esbâbu'n-Nüzûl, Nâsih, Mensuh ilmi böyle alınmıştır.
Tefsirin diğer bir kaynağı imamların -Arab dilinin hakikat, mecaz, mücmel,
mufassal, âm, hâs gibi meselelerle ilgili kaidelerine dayanarak- ortaya
koydukları te'vîl ve akvâllerdir. Bu iki temele dayanan müfessir, usûlü'ddinin
iktiza ettiği çerçeve dâhilinde konuşmaya, te'vîle muhtaç ayetleri te'vîl etmeye
tevessül eder. Ortaya koyduğu te'vîlin mûteber olması, Kur'ân-ı Kerîm'in
zâhirine muvafık düşmesine, bu zâhirden "sahihtir, doğrudur" diye tasdik ve
şehâdet görmesine bağlıdır. Bu şartları eksiksiz yerine getirmeyen kimselerin
sözleri terkedilir. Şartları yerine getirmeden söyleyeceği sözde isabet etse
bile, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından "hatalı" olduğunun söylenmesi, yolunun
yanlışlığını ifâdeye kâfidir. Müctehid ile mütekellif (müctehid taslağı),
arasında ne büyük mesâfe var: Müctehid hata da etse me'cûr (sevâba mazhar) iken
mütekellif isâbet bile etse müznibtir, günahkârdır."

Âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'i şahsi re'yle tefsir
etme yasağının şu iki gayeden birinden hâli olmayacağını belirtirler:

1- Bundan maksad, Kur'ân'la ilgili olarak
seleften nakledilen ve otoritelerden işitilenler ile yetinip yeni istinbatta
bulunmayı terketmek.

2- Bu yasaklamadan maksat: "Kur'ân hakkında
sadece ve sadece işitmiş olduğunu söylemek, bunlar dışında hiç konuşmamak. Bu
ikincisi batıl bir iddiadır. Çünkü Ashâb-ı Kirâm hazerâtı (radıyallahu anhüm
ecmain), Kur'ân'ı tefsir ettiler ve tefsirlerinde ihtilafa düştüler.
Söylediklerinin hepsini Rasûlullah (s.a.s.)'tan işitmiş değillerdi. Hz.
Peygamber İbnu Abbas (r.a.) için: "Ey Allah'ım bunu dinde fakih kıl,
Kur'ân'ın te'vilini de öğret" diye duâ etmişken, nasıl olur da ?Ashab'ın
te'villerinin hepsi Rasûlullah (s.a.s.)'tan işitilmiş açıklamalardır'
diyebiliriz? Çünkü te'vil de tenzil (Kur'ân) gibi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'den işitilmiş olsaydı İbn Abbas (r.a.)'a yaptığı duâda "tevili
öğret" diye tahsîsle zikretmesinde bir mânâkalmazdı.

Öyle ise hadiste ifâde edilen yasağın başka
maksadlarını aramakta gerek var. Müteakip hadisin açıklamasında bu hususta
İbnu'l-Esir'in beyân ettiği iki te'vili kaydedeceğiz. (İbrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/218-220)

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)
buyurdular ki: "Kim Kur'ân hakkında ilme dayanmadan söz ederse ateşteki
yerini hazırlasın." (Tirmizî, Tefsir: 1, hadis no: 2951)

Açıklama: Münâvi buradaki tehdidin, Kur'an-ı
Kerîm hakkında, gerçeğin başka şekilde olduğunu bildiği halde, yanlış söz edenle
Kur'ân-ı Kerîm'in müşkil âyetleri üzerine Sâhabe ve Tâbiîn'den nakledilen
dışında söz edenleri ilgilendirdiğini belirtir. İbnu'l-Esîr buradaki
yasaklamanın iki vechi olduğuna dikkat çeker:

"Birincisi: Kişinin bir hususta peşin bir hükmü
vardır. Bu hüküm o şeye duyduğu arz ve hevesden doğmuştur. Adam tutar Kur'ân'ı
alır ve gâyesine uygun şekilde ondan delil çıkarır. Şayet bu peşin arzu ve
hevâsı olmasaydı Kur'ân'dan o mâna çıkmayacak idi. Bunu bazan bilerek yapar,
tıpkı ehl-i bid'at gibi ortaya attığı sapık görüşünü doğru göstermek için bir
âyetten te'vîl ederek delil çıkarır, halbuki pekâlâ bilmektedir ki âyetin asıl
muradı bu değildir. Bunu bazan cehâletle yapar. Şöyle ki: Birçok mânâya muhtemel
olan bir âyeti alır, onu gâyesine uygun mânada anlar ve bu mânayı şahsî re'y ve
arzusuna dayanarak tercih eder ve böylece kendi re'yine dayanarak Kur'an'ı
tefsir etmiş olma durumuna düşer. Çünkü bu olmasaydı, mezkûr ihtimal nezdinde
tercihe mazhar olamayacaktı. Bazan da kişinin doğru bir gâyesi vardır. Buna
Kur'ân'dan bir delil arar ve düşündüğü maksadla nâzil omadığını bildiği bir
ayeti kendine delil yapar, şöyle ki: İnsanları kalpteki kasâvetle mücâdeleye
çağırmak isteyen kimsenin "Firavun'a git doğrusu o azmıştır" (20/TâHâ,
24) meâlindeki âyeti kullanması gibi. Âyeti okuyup kalbine işaret ederek
Firavun'la kalbin kastedildiğine imâda bulunur. Bu çeşit davranışlara bir kısım
vâizler meşru ve doğru bir maksad için tevessül ederler. Böylece sözlerine
güzellik katıp dâvet ettikleri meseleye cemaatin hevesini uyandırmak isterler.
Gaye müsbet bile olsa bu davranış yasaktır, sorumluluğu büyüktür.

İkincisine gelince, bu âyetin, sırf zâhirine,
Arapça elfâzına göre onu tefsir etmeye kalkmaktır. Burada Kur'an'ın garib ve
mübhem kelimelerindeki ihtisar, hazf, izmâr, takdim, tehîr gibi durumlardaki
incelikleri, nakle başvurarak, ehlini dinleyerek anlama, araştırma cihetine
gitme yoktur. Şu halde kim tefsir için gerekli olan hâricî şartları gözetmeden,
mücerret Arabça bilgisiyle Kur'ân'dan mâna çıkarma cihetine giderse çok hata
yapar ve hadiste tehdid edilen: "İlme dayanmadan Kur'an tefsir edenler"
zümresine dâhil olur. Şu halde tefsir için nakl (yani selefin açıklamaları) ve
semâ (yani ehil olanların dersini dinlemek) zaruri olan iki ön şarttır. Bu
şartların gerçekleşmesinden sonra anlamak ve mâna istinbat etmek imkân dâhiline
girer. Zâhirî şartları eksiksiz ikmal etmeden bâtinî mânaya nüfuz etme hevesine
düşülmemelidir." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/220-221)

"Benim hakkımda da bildiğiniz dışında sözden
kaçının. Kim bana bile bile yalan nisbet ederse ateşteki yerini hazırlasın. Kim
de Kur'ân hakkında re'yi ile söz ederse ateşteki yerini hazırlasın."
(Tirmizi,
Tefsir: 1, hadis no: 2952)

Açıklama: Bu rivâyette, Kur'ân mevzuunda olduğu
ölçüde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında da son derece dikkatli olmak
emredilmektedir. Çünkü her ikisi de aynı ölçüde dinin iki temel kaynağını teşkil
etmektedir. Bunlar istismar edilerek insanlar yanıltılabilir.

Münâvî, "bildiğiniz" kelimesiyle "yakîn
hasıl ettiğiniz" yani "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbeti hususunda
kesin bilgi sahibi olduğunuz" denmek istendiğini belirtir. Şârih Tîbî şunu
söylemiştir: "Hadisle şu iki mananın da kastedilmiş olması câizdir:

1- Benden hadis rivâyet etmekten kaçının.

2- Benden hadis rivâyetinden kaçının ancak
bildiklerinizi rivâyetten kaçınmayın."

Buradaki yasağın şümûlüne dikkat çekmek
maksadıyla, şârihler, bu hadisi şerh ederken hadis kelimesiyle kastedilen manaya
dikkat çekerler. Biz de bir kere daha hatırlatacağız ki hadis deyince:

1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
fiil, söz ve takrirlerini anlarız.

2- Sahâbe-i kirâm (radıyallahu anhüm ecmaîn)'ın
fiil, söz ve takrirlerini anlarız.

3- Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'in fiil, söz ve
takrirlerini anlarız.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hadislerine merfu hadis (sünnet), sahabeninkilere mevkuf hadis, Tâbiîn ve
Etbauttâbiîn'inkilere maktû hadis denir. Yine hatırlatmak isteriz, hak
mezheplerin imamları Tabiin ve Etbauttâbiin nesillerine mensupturlar.

Şu halde bu büyüklerle ilgili olarak da iyice
bilinmeyen mesailden bahsedilmemelidir. Dinde onların reyleri, fetvaları,
tatbikatları bazı kayıtlarla da olsa hüccettir. Sözgelimi, iyice bilmeden İmam-ı
Âzam şöyle demiştir, böyle fetva vermiş, şu şekilde amel etmiş gibi sözler
mahzurludur. Sağlam kaynaktan okumuş, sağlıklı şekilde öğrenmişsek o başka, bunu
söylemek ilmin yayılması olur, tıpkı iyice bilinen bir hadis-i şerifin rivâyeti
gibi.

Şunu da ilâve edelim: Hadis kelimesi mutlak
kullanıldığı zaman kâhir durumda merfu hadis kastedilir, lügavî mânâdaki
kullanışlar hâriç. "Ateşteki yerini hazırlasın" ibâresi "inmek üzere,
kendisine cehennemde bir yer edinsin" demektir. Dikkat edersek emir sigasıyla
gelmiştir, ama maksad haberdir, yani mutlaka cehenneme gideceğini haber
vermektedir. Râfiî bunun beddua olduğunu söyler. Yâni: "Allah ona cehennemde bir
yer hazırlasın! O da burayı ikametgah edinmeye hazırlansın demektir" der.
Hadisin emir sigasıyla gelmesi, "kim bile bile bana yalan nisbet ederse" şartına
cevaptır. Cevabın böyle emir sigasıyla gelmesi, yapılan işin mutlaka bu cezayı
gerektirdiğini daha beliğ daha açık olarak ifade etme gayesine mâtuftur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında söylenen yalan,
felâkete atıcı en büyük günahlardan biridir. Çünkü dinde hâsıl edeceği zarar
fazla, imanın temelinde meydana getireceği fesad büyüktür. Rasûlullah (s.a.s.)
hakkında yalan söyleyenler -usûl bahsinde açıkladığımız üzere- pekçok sınıflara
ayrılır: Siyasî, ticarî, ırkî, maddî, dinî vs. pekçok sebeplerle yalan
uyduranlar türemiştir. Hadisin âm olan ifadesine bakan âlimler, tehdidin, hangi
maksadla söylenmiş olursa olsun, Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında söylenen bütün
yalanlara şâmil olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadiste dine müteallik yalanların
kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Ancak, herçeşit yalanın dâhil olduğu
görüşü ekseriyetin re'yidir ve esah olan da budur. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/221-223)

Hâris el-A'ver anlatıyor: "Mescide uğramıştım,
gördüm ki halk, zikri terkedip malâyanî konulara dalmış, konuşuyor. Hz. Ali
(r.a.)'ye çıkıp durumdan haberdâr ettim. Bana:

- "Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?"
dedi, Ben:

- "Evet, dediğim doğrudur" deyince:

- "Ben Rasûlullah (s.as.)'ın şöyle söylediğini
işittim:

-
"Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!"
Ben hemen sordum:

- "Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah'ın
Rasûlü?" Buyurdu ki:

-
"Allah'ın Kitabı (na uymak)dır. O'nda sizden önceki (milletlerin ahvâliyle
ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli
ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda (iman-küfür, taat-isyân,
haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin de hükmü var. O, hak ile batılı
ayırdeden ölçüdür. O'nda herşey ciddîdir, gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim
akılsızlık edip, O'na inanmaz ve O'nunla amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim
O'nun dışında hidâyet ararsa Allah onu saptırır.O Allah'ın sağlam ipidir. O,
hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur. O, kendine uyan hevaları koymaktan,
kendisini (kıraat eden) delilleri iltibastan korur. Alimler ona doyamazlar. Onun
çokca tekrarı usanç vermez, tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz
yönleri son bulmaz, tükenmez, O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman
şöyle demekten kendilerini alamadılar: "Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet
dinledik. Bu doğruya götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık"
(Cin: 72/1). Kim ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse
ücrete mazhar olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona
çağrılırsa, doğru yola çağrılmış olur. Ey A'ver, bu güzel kelimeleri öğren."
(Tirmizi,
Sevâbu'l-Kur'ân: 14, 2908; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/224-225)

Açıklama: Mescidde zikir dışında yapılan
konuşmalar ahbâr, hikâyât, kıssalar nevinden faydasız şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim
mükerrer âyetlerinde bu çeşit malâyanî mevzulara dalmaktan yasaklamıştır:
"...Onları daldıkları sapıklıkta bırak oynasınlar" (6/En'âm, 91) meâlindeki
âyette olduğu gibi. Hz. Ali (r.a.)'nin: "Öyle mi yapıyorlar?" sözü, onların
davranışının kötü karşılandığını ifade eder. Yani: "Gerçekten söylediğiniz şen'î
işi yaptılar mı?" demektir.

Hz. Peygamber'in haber verdiği "fitne"den
maksadın Ashab arasında cereyan eden hâdiseler veya Tatarlar'ın çıkışı, Deccâl
veya Dâbbetu'l-Arz'ın zuhûru gibi âhir zaman fitneleri olabileceği
belirtilmiştir. Ancak, Aliyyu'l-Kârî: "Birincisi dışındakileri kastetmiş olması
makam icâbı mümkün değildir" der.

Kur'ân için "gâyesiz bir kelâm değildir"
diye tercüme edilen tavsifin metni ?hezl değildir? şeklindedir. Hezl, lügat
olarak "arzu edilen mânâdan yoksun olan söz"e denir. Kur'ân'la ilgili bu tavsif
şu mealdeki ayetten muktebestir: "Hakikaten o (Kur'ân) hak ile (bâtılı ayırt
eden) kat'î bir sözdür, o hezl (gâyesiz bir söz) değildir" (86/Târık,
13-14).

Tîbî, "Kim akılsızlık edip Kur'ân'ı
terkederse..." ibaresini açıklama sadedinde der ki: "Kur'ân'dan, amel
edilmesi vâcib olan bir âyet veya bir kelimeyi tekebbür sebebiyle kim amel dışı
bırakır veya kıraatını terkederse küfre deşer. Kur'ân'ın yüceliğine inanmakla
birlikte acz, tembellik veya zayıflık sebebiyle kıraatı terketmesinde günah
yoktur, ancak sevaptan mahrum kalır."

"O, kendine uyan hevaları kaymaktan korur"
ifâdesinden şârihler şu mânaları anlamışlardır:

1- Kişinin hevası Kur'ân'ın getirdiği hidâyete
tâbi olursa, düşüklükten kendini korur.

2- Kur'an'a tâbi olan hevâ bid'ate düşmekten,
sapıtmaktan kendini korur. Yâni Kur'ân'ın hidâyeti sebebiyle hevâ ehli onu
meylettiremez.

3- Hevâ ehli Kur'ân'ı tebdil ve tağyir edemez
(mânasını) saptıramaz. Anak bu mananın muhalifinde, gulât denen sapıklıkta aşırı
gidenlerin tahrife, mubtıllerin bâtıl iddialara, câhillerin de yersiz te'villere
tevessül edeceklerine işâret vardır.

4- Kaymak diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı
izâğa'dır. Bunun metinde "meylettirme" manasına olduğu, binaenaleyh ibâreyi şu
şekilde anlatmanın mümkün olduğu söylenmiştir: "Kur'ân-ı Kerîm'i, doğru yoldan
sapmış hevalar eğriliğe ve sapıklığa alet edemezler, Yahudilerin Tevrat'ı tahrif
edip kelâmın yerlerini değiştirince yaptıkları gibi. Zira Cenâb-ı Hakk, onun
hıfzını tekeffül etmiş, üzerine almıştır: "Zikri (Kitabı) biz indirdik, O'nun
koruyucusu da biziz" (15/Hicr, 9) buyurmuştur.

"Dillerin iltibastan korunması", Kur'ân Arapça
olmasına rağmen, Arap olmayan mü'minler de öğrenmekte, telâffuzda zorluk
çekmezler. Zira Cenâb-ı Hakk: "Biz Kur'ân'ı senin dilinde indirerek
kolaylaştırdık" (19/Meryem, 97) ve "Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye
kolaylaştırdık..." (54/Kamer, 22) buyurmaktadır. Bundan, Kur'ân'dan başka
bir sözün, teşvişe sebep olacak, hakla batıl karışacak şekilde araya sızıp
karışmaya yol bulamayacağı, çünkü Kur'ân'ı Allah'ın korumakta olduğu mânası da
anlaşılmıştır. Kur'ân'ı Kerim'e beşer sözü karışamaz çünkü onda i'câza delâlet
eden ma'sumiyet (korunma) vardır.

"Âlimler ona doyamazlar"
ibâresi "onun künhüne eremezler, sonuna varıp "tamamen hallettik artık" deyip
araştırmaya devamdan geri duramazlar" demektir. Yemek yiyenin doyup elini
yemekten tamâmen çekme hâli, böylesi bir doygunluk Kur'ân âlimlerinde hâsıl
olmaz. Onun hâiz olduğu hakikatlerden bir sonuncusunu keşfettikçe yenilerini
aramaya öncekinden daha fazla bir iştiyak duyar. Bu böyle doymadan, usanmadan
devam eder gider (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 3/225-226).

"Bir grup, Kitâbullah'ı okuyup ondan ders almak
üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine
sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla
sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar."
(Ebû Dâvud, Salât: 349, 1455. H.; Tirmizî, Kırâ'at: 3, 2946 H.; Müslim, Zikir:
38, 2699 H; İbnu Mâce, Mukaddime: 17, 225. H. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/227)

Açıklama: Bu hadis, Resûlullah (s.a.s.)'ın
Müslümanlar arasında Kur'an bilgisinin yayılması için yaptığı teşviklerden
biridir. Allah'ın evi tâbiri öncelikle mescidleri ifâde ederse de ulema,
bu fazileti elde etmek arzusuyla, han, kışla, medrese gibi başka yerlerde de
toplanılabileceği görüşünü beyan etmişlerdir. Esas olan Kur'an'ın müzâkeresi
olduğuna göre bu maksadla evlerde akdedilen meclislerin de aynı şekilde sevablı
olacağı söylenebilir.

Sekînet, esas itibariyle vakar, itminan ve
mehâbet mânasına gelir. Ancak Kadı Iyaz, burada rahmet mânasında kullanıldığını
söyler. Ancak rahmet kelimesi hemen arkadan buna atfedildiğine göre, Nevevî'nin
dediği gibi vakar ve tuma'nine şekline anlamak daha uygun düşüyor. Zikredenlerin
anıldığı yüce cemaat büyük meleklerin teşkil ettiği cemaattir, buna Mele-i Â'la
da denir. Allah'ın onların yanında anması, Kur' ân okudukları için teşrif etmek
maksadıyla medh u senâda bulunmasıdır.

Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde hadisin
sonunda şu cümleye de yer verilir: "Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa nesebi
hızlandırmaz." Bu şu demektir: "Her kim soy ve sopunun şerefine aldanarak
hayır ameller işlemede kusurda bulunursa nesebi, onu, amel edenler seviyesine
ulaştırmaz." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
3/227-228)