Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Cemaat ve Tebliğ Çalışmalarında Usûl

Cemaat ve Tebliğ Çalışmalarında Usûl

Cemaat ve Tebliğ
Çalışmalarında Usûl


Batı, felsefe mirasına sahip olduğu ve her
filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü
eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Bâtılılar, hakikati
bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi,
biraz da bu anlayışın ürünüdür. Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip
olan farklı görüşler değişik partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu
hakem tâyin edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar,
kimsenin kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes,
karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser.
Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre insanların uymak zorunda
olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin doğrusu kendisinedir. Buna
karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine sahiptir. Şerh
geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların görüşlerini Yüceltme tavrına
götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep
seleflerini Yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû bir tavır
olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur'an'dan yola çıkarak
değerlendirilebilir.

Müslümanların, modernizmi olduğu kadar
geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey, hem
cemaat olarak yaptıklarını gözden geçirip sık sık otokritik yapmaları, metot ve
söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve
cemaatler, hedeften sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece
kendi veballerini değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme
riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.

Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve
yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen
düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük
zararlar vermektedir.

Her konuda ?doğru? tek değildir; bu, özellikle
beşerî doğrular için böyledir. ?Doğru?nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir
adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk'a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve
tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah'a teslim olana) göre mutlak
doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur;
değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî
doğrudur. Yani, göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya,
kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur'an'da muhkem ve yoruma yer
bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler
mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur'an'da farklı anlamaya müsâit yoruma açık
hükümler ya da Kur'an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit
doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya
delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek
göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir.

Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî,
fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi.
Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere
göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise
saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye,
hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile
arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa, mü'minlerin
kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ
sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ
kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının
sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır.
Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve
bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o
görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser,
yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur'an'ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad
yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü, hakkında nass olan bir
hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. ?Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur?
(Mecelle, Madde 14). Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez
câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin
değil; zannîdir. Hele, ?ben müctehid değilim? diyenlerin dini yorumlaması,
sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî yorumlarına itaat
edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan
soracaktır.

?Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet
(millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...?
(11/Hûd, 118). Görüş açılarındaki farklılık,
müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini,
olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak
bir sıhhat alâmeti olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç
çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. ?Kendi ayıplarının,
başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!? denildiği
halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz.
Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek,
fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye
fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının
bir hikmeti olduğundan, her şeye te'vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi
liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih
edilebiliyor.

Günlük hayatta ve Din'i anlamada farklı
görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması
bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din'i kendi
hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme
yanlışlığıdır. Din'in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline
getirilmesi bir anlamda ?bağy' dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki
vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi
rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep
olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.

Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere,
düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda
yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal
şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini,
kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din'de tefrikadır.
Unutulmamalıdır ki, Din Allah'ındır ve Kur'an'da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne
anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din'den
anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din'i daha iyi yaşama noktasında bir çaba
gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din'in kendisi değildir.
Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır.
Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme
anlayışı ?tefrika' mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır.
Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla
faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup
olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir (9)

Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa,
ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat
ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl
ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa, her grup kendi mezheb veya meşrebini,
cemaat prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa
(23/Mü'minun, 53; 30/Rûm, 32) bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb
sebebi tefrikaya dönüşür.

Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu
söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların
ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır.
Kur'an'dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)'den başka sözü
eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada
rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.

Bir âlimin, bir müctehid veya müfessirin
yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din kabul etmek daha
başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o
doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla
çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Deliller bırakılarak şahısların ve
onların söylemlerinin bayraklaştırılıp tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul
etmesi gerektiği anlayışı, "ya hep ya hiç" şeklindeki kumarbaz beklentisidir.
?Men lâ yüdrakü küllühû, lâ yütrakü küllühû? ?Bir şey bütünüyle elde edilemezse,
tümüyle de terk edilmez.?

Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur:
Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı
doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî
değerlendirmeler, hatta bazen Kur'an'ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı
yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur'an'ın önemsediği konular yerine, hiç yer
vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın
başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye
tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki
gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden
müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler,
bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan
zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları
sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan,
bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan
da daha fecîsi, Kur'an'ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla
yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur'an'a taban tabana zıt
olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir
haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru'l-harp mantığı ile topluma empoze
etmektir.

Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması
için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah'a,
Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip
adına değil, ?müslüman? isim ve sıfatımızla, İslâm'ın hizipler üstü temel
prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: ?(İnsanları) Allah'a çağıran, sâlih
amel işleyen ve ?ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim vardır.?
(41/Fussılet, 33). Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen;
parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek
kınanacak bir tavra düşebiliyor: ?Onlardan dinlerini parçalayanlar ve
kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi
yanındakiyle sevinmektedir.? (30/Rûm, 32). Bugün kimi cemaat mensubu
kişiler, insanlara Kur'an'ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur'an'ın
muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm'ın temel esaslarına dâvet
edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. ?Dinlerini
parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin
yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını
haber verecektir.? (6/En'âm,
159)

İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve
şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde
bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu
tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için
kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat'î olan vahyin
itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların
kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir.

İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve
yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu
hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz'ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan
hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe
bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur'an ve mütevâtir hadislerdir.
Bunlara sübûtu kat'î deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin
de kat'î olması gerekir. Âyet veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi
mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delaleti zannî, yoruma açık
olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir
yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir.
Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir
etme hakkına hiç kimse sahip değildir.

Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın
dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı
kurallarını uygulaması hiç dikkate alınmadan, te'vil etme özgürlüğünü onlara
vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım
daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat
yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu
veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya
bu şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar,
karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân
etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat
görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne
anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır.
?Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...?
(9/Tevbe, 31). Adiy bin Hâtem, Rasûlullah'ın yanına geldiğinde bu âyeti
okuyunca, Adiy: ?Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar,
onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki? dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine
şöyle buyurdu: ?Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da
uymadılar mı din adamlarına?? Adiy: ?Evet? dedi. Efendimiz buyurdu ki:
?İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.? (Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 10, hadis
no: 3292)

Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve
ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu
te'vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz.
Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm'ın olmazsa olmaz bir
unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir
yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi
dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına
dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini,
üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların
temelini teşkil ediyor.

Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm
(toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara
alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din'i yanlış yorumlamaktır.
Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm'ı, günlük hayatta
uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. "Dinde
aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü
helâk oldular." (Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318,
330)

Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri
sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek
tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem
hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye
düşünüyorum.

Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı,
?öteki? insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından bakarak
değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir.
Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi
değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot,
dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm'ın doğrularına dâvet
etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki
konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli,
dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir.
İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm'ın aslî
meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme
muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği
meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken
ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine
gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. ?Sadece benim
mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!?
demekten sakınıp kendi doğrularımızın "yanlış ihtimali olan göreceli doğru"
olduğunu, muhâtap mü'minlerin de "doğru ihtimali olan yanlış" görüşleri
olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir'den fazla olabileceğini
unutmadan olgun mü'mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. ?Dinleyip de
sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın hidâyet edip doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.? (39/Zümer, 18)
(10)