Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır!

İslâm



İslâm; Basitlik
Değildir Ama Kolaylıktır!



Kendisini, fıtratın ve hayatın dini olarak
tanıtan bir sistemin insan için en kolay ve âhenkli olanı sunduğu kuşkusuzdur.
Çünkü fıtrat/yaradılış nizamı olmanın ilk şartı, yaradılış ve insanla
çatışmamaktır. Çatışmamanın ilk gereği de, hitâb edilen varlığı zora sürmemek
olduğu kesindir. İslâm düşüncesinin temel kabullerinden biri de şudur: İnsanı
yokuşa süren, hayat ve insan gerçeğiyle çatışıp çelişen ne varsa yaradılışa ve
insana terstir. Böyle terslik ve aykırılıklar hayat tarafından itilir ve insan
hayatında uzun süre tutunamazlar. Fakat burada bir noktayı akıldan çıkarmamak
lâzımdır: Fıtrat dinindeki kolaylık ve hoşgörü prensibi, herkesin kendisine
kolay geleni yapması anlamını taşımaz. Bunun anlamı; fıtrat dininin, insanlar
için en kolay ve uygulanabilir olanı getirdiği merkezindedir.

Allah ve O'nun seçtiği ve mü'minler için örnek
gösterdiği, tebliğ görevlisi Hz. Peygamber, altından kalkamayacağı hiçbir yükü
insana yüklememiştir. İslâmiyet, insanı yokuşa süren, zorlayan, hayatı işkenceye
çeviren emir ve disiplinler içermez ve böylesi emir ve disiplinleri kendi
bünyesinin dışında sayar. Nefsi öldürmek, bedene işkence çektirmek, hayat ve
insanlardan kaçıp dağlarda münzevî olarak yaşamak, evlenmemek, gıdâ ve uykuyu
terk gibi tavırlar Rasûlullah (s.a.s.) tarafından reddedilmiş ve din dışı ilan
edilmiştir. Zorluk ve işkence bir yana; ?din kolaylıktır.? (Buhârî, İman
29), ?Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.? (Ahmed bin Hanbel, III/479).
?Esası, peygamberlik ve rahmet olan dini? (Dârimî, Eşribe 8) insan için
azap haline getirmek dine en büyük ihânet olacaktır. İbâdetler bir işkence, bir
sıkıntı değil; bir iç ferahlığı ve Yaratıcı'ya huzur dolu bir yaklaşma oldukları
sürece anlam taşırlar. Bunun içindir ki, ?Dinde zorlama ve baskı yoktur?
(2/Bakara, 256). Dış görünüşü bakımından ne kadar mükemmel olursa olsun, insanın
içten gelen isteklerinden kaynaklanmayan bir davranış, Allah katında değer ifâde
etmemektedir.

İslâm, insanı köşeye sıkıştırıp ezmediği gibi,
insanın kendi kendini baskı altına alıp ezmesine de karşı çıkmıştır. Tahrîm
sûresinin ilk âyetinin meâli şöyledir: ?Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl
kıldığı şeyleri neden kendine haram ediyorsun?? (66/Tahrîm, 1) Bir başka
âyette ise şöyle deniyor: ?De ki: ?Allah'ın kulları için ortaya serdiği süs
ve güzelliği, hoş ve temiz rızıkları kim haram etmiştir? De ki: ?Onlar, dünya
hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise
yalnız mü'minlerindir.? (7'Arâf, 32). Bu İlâhî beyanlara dayanarak şunu
rahatlıkla söyleyebiliriz: Maddî ve mânevî bütün zevkler, en ideal anlamda,
vahyin gösterdiği helâller dâiresinde mevcuttur. Allah, bu konuda kulları adına,
kullarından daha cömert davranmıştır. Haram alanına çıkıp orada zevkler
arayanlar, İslâm düşüncesine göre, fıtratı bozuk, sapmış ve yaradılış âhengi
bozulmuş dejenere ruhlardır. Dini, hayata zıt, yaşanması imkânsız denecek kadar
zor bir kurum olarak görüp ondan kaçmalarına sebep olmak, din adına bir
cinâyettir. Fıtrat dini, hayat ve insanla çatışmaz.

Allah'ın koyduğu ölçülere müdâhale edilemez.
Bunlar, kâinat kanunlarıdır. Bu ölçülerin zedelenmesi insanı İslâm'ın dışına
çıkarır. Fakat, bir konuda vahyin koyduğu kesin bir ölçü yoksa, başka bir
deyimle konu, mubahlar dâiresine giriyorsa, o noktada kolaylığı seçmek, Hz.
Peygamber'in tavrı ve emridir. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: ?Yüce Peygamber, biri
daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı
seçerdi.? (İbn Sa'd, 1/369). ?Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın,
zorlaştırmayın.? (Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71). Zoru
seçmek, bir ifrattır. Her ifrat, bir tefriti gerektirir. Bu yüzdendir ki, Rahmet
Peygamberi, Allah tarafından konmuş emir ve yasakları ?az? bularak bunlara
ilâveler yapmaya kalkanları kınamıştır. Esasen böyle bir tutum, dinin tek vaz'
edeni/koyucusu olan Allah'a noksanlık izâfe etmek anlamına gelebilir ve insanı
şirke düşürebilir. Öte yandan, böyle bir tutum Allah'a güvenmekten çok, kendi
nefsine yaslanmayı ve bu da insanın şuuraltında bir bozukluğun varlığını
gösterir. Bu tip davranışlarla, kitle içinde sivrilmek isteyenlerin Hz.
Peygamber'den asla itibar görmemeleri bunun en çarpıcı delilidir. Hz. Âişe
(r.a.) şunu anlatıyor: Evlerine gelen bir kadının kim olduğu Peygamber
tarafından sorulmuş, Âişe annemiz bu kadını tanıtırken onun çok namaz kıldığını
söylemiş. Hz. Peygamber, bunun üzerine, takdir beklenen bir sırada, şöyle
demiştir: ?Heh! Sanki bir şey! Ben size fazlasını değil; gücünüzün yettiği
kadarını tavsiye ederim.? (et-Tâc, I/48). Hz. Peygamber, oruçlu insanın
iftar etmeden akşam namazını kılmasını yasaklamıştır. Bunun da ötesinde, bu
tavrı, sünnete uymanın en güzel belirişi olarak göstermiştir. Burada vurgulanmak
istenen şudur: Allah'ın bir emrini yerine getirmek için bütün bir gün nefsini
ezmiş bir insanı; orucunu açmaya hazır ve müsâit hale geldiği bir zamanda,
ikinci bir beklentiye, ikinci bir zorluğa itmek yersizdir.

Bazı nâfile ibâdetleri yerine getirme, azîmeti
tercih etme konuları, bütün toplumu bağlamaz, onlara emredilmez. Bu çeşit takvâ
ile ilgili gayretler, seçkin benliklere hitâb edilen istisnâlardır. Kolay olanı
tercih, İslâm'ın genel tavrı ve insana tanıdığı bir haktır. Fert, bu hakkını
kullanmayabilir. Problem, bu hakkın inkâr edilmesidir. Varlığı kabul ve ilan
edilen hakkın, sahibi tarafından kullanılmamasına gelince, bu bir fedâkârlık
olarak övülebilir, bir ahlâkî fazîlet olabilir. Böyle bir tutum, fâiline maddî
ve mânevî değerler de kazandırır. Fakat unutmayalım ki, bunu başarabilecek
ruhlar çok azdır. İslâm ise, bütün insanlığa, büyük kitlelere ışık tutar. O,
daima geneli, kamuyu, büyük yığınları dikkate alarak kurallar koyar; ancak bu
kurallara mûnis yaklaşımlarla ve seçkin benliklere hitap edecek istisnâlar
getirir. İslâm'ın bu istisnâî yanlarını kurallaştırarak onu, hayatı zora süren
bir kurum haline getirenler, İslâm'ın karakteristik yapısını, genel tavrını
bozmaktadır. Bir hak ve yetki, önce teslim edilir, sonra bu haktan ferâgat için
sahibine dâvet edilebilir. O, bu dâvete icâbet eder veya etmez. Hak sahibini
hakkından vazgeçmeye zorlamak ayrı bir şeydir. Bunun adı zulümdür.[1]

İslâm, hayata/fıtrata rağmen gelmiş bir din
değildir. Onun amacı insana dünyayı dar etmek de değildir. Bilakis, hayata hayat
vermek için gelmiştir. Dinin gâyesi, insanın fıtratını zorlamaksızın dünya ve
âhiret saâdetini te'mine mâtuftur. Din, insanı yeniden inşâ eden, ahlâkî
tekâmülünü gerçekleştirmesine zemin hazırlayan bir hakikattir. İnsanı
gerilimlerden uzak tutarak ihtiyaçlarının giderilmesini öngörür. Fıtrat dini
İslâm, bu yapısı ile "kolaylık" üzere inşâ edilmiştir; kolaylık/yaşanılabilirlik
bu dinin tabiatında vardır.

İbâdetlerin miktarı Allah tarafından belirlenmiş
ve Elçisi tarafından da pratiğe aktarılmıştır. Bu açıdan, herhangi bir
ziyâdeleştirme ya da noksanlaştırma kesin bir şekilde yasaklanmış ve bu yöndeki
her davranış haddi aşma/bid'at olarak isimlendirilmiştir. Nitekim İmam Gazzâlî,
ibâdetlerin miktarını, ilâçların karışımına benzetmiş ve sağlıklı bir netice
alınabilmesi için bu ölçüye dikkat edilmesi gerektiğini ifâde etmiştir (Gazzâlî,
el-Munkızu mine'd-Dalâl, s. 111). İbn Teymiyye de, amelinin daha makbul olması
için ameldeki meşakkati artıranlar hakkında şöyle der: "Bilmek lâzımdır ki,
Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı ve sevgisi, faydasız bir şekilde kendi kendine azap
çektirmek, canını zorluklara sürmekte değildir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ,
10/192-193). Buna göre, kışın ortasında, sıcak su varken sevâbı çok olsun
düşüncesiyle soğuk su ile abdest almak ve aynı anlayışla, yakında câmi varken
uzaktaki bir câmiye gitmek, mâkul ve doğru değildir.

İslâm, kolaylık üzere binâ edilmiştir;
yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında vardır. Ancak bu, bir başıboşluğu, her
şeyin câiz ve serbest olabileceğini ifâde etmez. Elbette ki bu kolaylığın da bir
sınırı vardır. Kur'ân-ı Kerim'de yer yer şu ifâdelere rastlamaktayız:


"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a
ve Rasûlüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere zemîninden ırmaklar
akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve Rasûlüne
isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak üzere ateşe sokar."
(4/Nisâ, 13-14)

"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın
sınırlarını aşarsa, şüphe yok ki kendine zulmetmiş olur."
(65/Talâk, 1)

İnsanın kendine zulmetmesi, ifrâta kaçması ya da
tefrîte düşmesi sûretiyle olur. Allah Rasûlü, ümmetini ibâddetlerle ilgili
hayatta da i'tidâl üzere olmaya çağırmıştır. Hadislerde belirtildiğine göre,
Rasûl-i Ekrem, ümmetine farz kılınıp îfâsında zorluk çekileceği endişesiyle
terâvih namazının cemaatle kılınmasına üçüncü veya dördüncü geceden sonra ara
vermiş, hastalık ve yolculuk esnâsında namaz ve oruç gibi ibâdetler için tanınan
ruhsatları kullanmamayı uygun bulmamış, insan gücünü zorlayacak şekilde nâfile
namaz kılmayı tasvip etmemiş, imamlık yapanların namazı uzatmalarını eleştirmiş
ve dinî hükümleri aşırılığa kaçarak uygulamaya çalışanların bunda muvaffak
olamayacaklarına dikkatleri çekmiştir.

İslâm, sadece takvâ sahibi elitlerin, âlim ve
mücâhidlerin/savaşçıların dini değil; bedevîlerin, ihtiyar kadınların, ortalama
kültür ve bilgiye sahip yığınların da dinidir. Saçı başı dağınık, bedevî bir
müslüman, Rasûlullah'a gelerek, Allah'ın kendini yükümlü tuttuğu ibâdetleri
sormuştu. Peygamberimiz de; şehâdet kelimesi ve farz olan 5 vakit namaz, Ramazan
orucu, her yıl zekât ve ömürde bir kere hac konusunu ve zekâtı saymıştı. Adam:
?Sana ikramda bulunan Allah'a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de
yapmam, eksik de bırakmam' diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de
arkasından şöyle demiştir: ?Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.?
(Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9)

Dinin tüm hükümleri, beşerî ve askerî yapıda
emirler ve yasaklar sıralaması halinde değildir. Farz, vâcip, sünnet, müstehap,
mubah sıralaması ve haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh, müfsid gibi
merdiven basamakları vardır. Yine, azîmet ve ruhsat tercihi sözkonusudur.
Ruhsatlar, İslâm'ın her şart ve ortamda kolaylıkla yaşanabilmesi, yükümlülerden
ağır yüklerin kaldırılması ve İslâmî hükümlere henüz yeterince bağlı olmayanları
onlara alıştırmak için başvurulan kolaylıklardır. Müslümanlar, hayatın akışı
içerisinde çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. İbâdetlerini yerine getirirlerken,
kendilerinden kaynaklanmayan zarûret durumuyla karşı karşıya gelebilirler. Bu
gibi durumlarda ruhsatlar onların önünü açabilir. İhtiyaç olduğu zaman
ruhsatlardan herkes yararlanabilir. Bir konuda ruhsat gündeme gelirse, mü'minler
azîmetle amel etmeye zorlanamaz. Dileyen azîmet ile, dileyen ruhsat ile amel
eder. Rurhsat ve kolaylığı kullanma da, Yaratıcı'nın kuluna verdiğ bir hak
olduğuna göre, bu haktan yararlanıp yararlanmama meselesi, kulun tamamen serbest
seçimine kalmıştır.

Nâfile ibâdetler, sünnet olan sınır aşılmamak
şartıyla istenildiği kadar yapılabilir. Ama, başkalarına emredilemez, bunlar
dinin olmazsa olmazları arasına sokulamaz. Tebliğ ve tavsiyede önceliği alamaz.
Tevhidî hususlardan, farzlardan daha önemli gibi gösterilemez. Aksi takdirde din
zorlaştırılmış, ölçü kaçırılıp ifrâta gidilmiş olur.









[1]
İslâm Düşüncesinde Din ve Fıtrat, s. 262-268.