Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Ölüme Hazır Olmak

Ölüme Hazır Olmak

Ölüme Hazır Olmak:

Allah'ın dışında tüm canlılar
için ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı olmak
her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak
müslüman olarak ölmek isteyen her mü'min için gereklidir. Hz. Peygamberimiz
şöyle buyurmuştur: "Lezzetleri yok eden ölümü çok anın."[1]
Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir: "Ölümü ve
öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını
isteyen dünya hayatının süsünü terk eder."[2]
Ensardan bir adam Peygamberimiz'e sordu: ?Mü'minlerin hangisi en akıllıdır??
Aleyhi's-salâtu ve's-selâm: ?Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için
en iyi hazırlığı yapanlar; İşte bunlar en akıllı kimselerdir.? Buyurdular
Kabir ziyaretinin orada yatan
ölü için değil; ziyaret eden dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû
kılındığını hatırlamakta fayda var. Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak
durmak şartıyla kabirleri ziyaret etmek, insana âhiret bilinci verir. İslâm'da
yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak, yani türbe, kabirleri
mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki
aşırılıkların şirk unsuru olduğu bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden
de cehennemden korkar gibi sakınmak gerektiğini unutmamalıyız.
Ölümle başlayan esas hayatı
dünya görüşünün merkezine alamayan tek dünyalı insanın ufku, sadece bu geçici
âlemle sınırlıdır. Ölümü düşünmek, hatırlamak istemez; yatırımını sadece dünyaya
yapan, mutluluğu salt dünyevî ölçülere göre tanımlayan insan. Yaşayışından ölümü
kovmaya çalışır; çünkü adına ölüm dedikleri şey dünyevîleşmiş insan için,
gerçeği tokat vurur gibi haykıran uyarıcı bir vâiz, sorgulayıp itham edici bir
yargıç ve fâni zevklerini kemiren korkunç bir canavardır. Modernleşen şehirlerde
artık mezarlıklar, bu tür insanları "rahatsız" etmeyecek kadar uzak yerlere
yapılır oldu. Mezarın içini cennet bahçesine çevirmeyi düşünmeyenler,
mezarlarını anıt gibi süslemeyi tercih ediyor. Halbuki İslâm, kendi insanlarına
ölümle dost olarak, onunla içli dışlı yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup
kaçılacak bir şey değil; gereğinde baş tâcı edilecek bir şey olduğuna
inandırmıştı.
?Güzel ölüm?ün şefkatli kollarından ?çirkin hayat?ın
merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Ölümün kronik korkusunu da yenemedi,
hemen tüm filmlerde o işlendi, çoğu rüyaları o böldü, bunalımların kaynağının o
olduğu söylendi. Ölümü unutmaya çalışmak, başka güzellikleri de unutturdu.
Sadece dünyayı düşündüğü halde, ona da sahip olamadı; "hırsızı yakaladım"
derken, yakasını yavuz hırsız dünyanın elinden kurtaramadı. İslâm'ın insanındaki
ölüm sevgisi, yerini; dünyevîleşmiş insanda "ölüm korkusu"nun stresine terk
etti. Ölümü hatırlamamak için çeşitli eğlencelere, uyutucu ve uyuşturuculara
yönelen modern insan, 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan (konforlu da
olsa dünya zindanında yatan) müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir.

Her ne kadar ölüm, geride
kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için
fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vâsıtadır. O yüzden birçok ayette ölüm
ve ahiret hayatı ?buluşmak, sevdiğine kavuşmak? anlamındaki ?lika (likaullah,
likau'l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir. Asıl hayatın ikinci âlemde
başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz
hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının
özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Ölümün korkulmayacak, aksine can atılacak
güzelliklerin anahtarı olduğuna şâhitlik eden, ölümü öldürerek ölümsüzleşen
şehâdet erleri ise, şehidlerdir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra
sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişe ve
gayretlerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için
büyük bir tehlikedir. Bugün insanların uğraşlarına, şikâyetlerine bakınca; hemen
tamamının dünyevî endişeler olduğunu görüyoruz. Çağdaş insan, kendi kapısını
yüzde yüz çalacak ölüm dâvetini ve hesaba çekilmeyi düşünmeden, ot gibi
yaşamayı; fıtratına, aklına, dinin diriltici çağrısına rağmen başarabilmek(!)
için, kendi yaptığı putların, paranın, sporun, müziğin, sinemanın, eğlencenin,
teknolojinin... kulu olmayı kabullenmiş, tersine ve olumsuz anlamda ölmeden önce
ölmeyi, yani intiharı ve katliâmı ebedî hayata tercih edebilmiştir.
Müslüman, hayata tevhid
penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir
anlayışla hayatı ve ölüm ötesini, dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt
olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar ebedî ve gerçek hayatla
birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız
istikbâl (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya
ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.

Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların,
dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir
anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır.
Ölümlü, fâni sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî,
mükâfatlarla dolu, zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin
bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona
hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, ahiret karşılığında
dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir"
cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir.
Her gece, bir ölüm, her sabah bir dirilişi yaşar güneş altındaki bütün canlılar.
Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı, her an
ölümün ve hayatın yaratılışını ispatlayan, âhirete imanı seslendiren bir
âyettir. Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm,
her bahar bir diriliştir. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla
ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm,
baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır:
"Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar
mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca
seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı
bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; halbuki yokluk
yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır. Nihayet bir
müddet sonra, bahar rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, kıyameti yaşayarak
kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir
tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın
düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır.
Kıyamet günü, zaten kalkış günü demektir. (Bkz. 50/Kaf, 9-11; 30/Rûm, 19). Doğum
da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip
dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun
(atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. (Bkz.
2/Bakara, 28; 36/Yâsin, 77-79).
Sadece bu dünyada
yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek
yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle,
âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı
saâdet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya
başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız
hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk.
İmam Gazali diyor ki:
"Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp
geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık
getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir
mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu
düşer mi? (Bkz. 44/Duhân, 25-28; 9/Tevbe, 38). Ölümü tefekkür ederek yaşamak,
hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını
ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Aksi halde, insan gideceği saate kadar
kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. "Ama siz, dünya hayatını
tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (87/A'lâ,
16-17)
Hayatı güzelleştirmek
istiyorsak, ölümü güzelleştirmek, ölümötesi güzelliklere lâyık hayat sürmek
gerektiğini unutmamalıyız. Ölmeden evvel ölmeye çalışmalı, ama öldükten sonra
yaşamanın sırrını bulmaya gayret etmeli. Ölümü ancak bu iki şekilde
öldürebiliriz. Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu
iki şekilden biriyle öldüren "bir gün" ölür; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise
"her gün" ölür. Âhiret yanında dünya bir gün kadar kısadır. Hesaba çekilmeden
önce kendimizi hesaba çekmek için geceler büyük fırsattır. Gündüzü dünya
hayatının, geceyi ölümün, yatağı kabrin karşılığı kabul ederek her yatağa
girdiğimizde, günlük amel defterimizin kâr ve zarar hânelerini önce kendimiz
değerlendirmeli, zararımız fazla ise, onu tevbe ve gözyaşı silgisiyle silmeli ve
daha hatasız ticaret için kararlar alıp eyleme geçirmeliyiz. Yeniden bir
dirilişi yaşayacağımız ertesi günü, önceki günden daha güzel yapma gayreti
içinde olmalıyız.
Her gün ve her gece, namaz
sonlarında, işimizin arasında, her fırsatta; tefekkür edelim, özellikle ölümü,
dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın
nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Oralarda ölümle
kolkola yaşayacağımız günleri düşünmek amacıyla, hele gece karanlığında
mezarlığa gidip şu ölümcül yaşayıştan silkinip dirilelim. Ölüm ve şehâdet
râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak
müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde
düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur,
içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın,
benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını
bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu
kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman
gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin,
yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın
üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin
huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve
hayatını ona göre düzenle. Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm
uzakta değil; çok yakınımızdadır. ?Ölümse / Gel dese / Tak tak tak /
Mu-hak-kak.?[3]
Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim!
Ölüm! Allah'ın bir ?hikmet?i, bir ?tecellî?si! Hikmetinden sual olunmadığı gibi,
ne zaman tecellî edeceği de bilinmez. ?Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm /
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?!? Ölümsüzlüğü tatmak! İşte ölümün
dehşetini etkisiz kılan iksir! Ölümünü düğün ve bayram ilân eden, o heyecanla
ölüm adlı sevgiliyi bekleyen canlı şehidlerin mesajı! ?O mübârek, aziz şehitler
ki / Hepsi seçmişler en güzel ölümü! / Allah için, din için, şehitlik için /
Döğüşüp müslümanca ölmüşler! /Törensiz ölmüşler / Kefensiz ölmüşler / İsimsiz
ölmüşler / Ruh olup hep, cisimsiz ölmüşler / Bürünüp sade bir şehid adına / Öyle
çıkmışlar, alnı pak, yüzü ak / Allah'ın katına!?
Mezar, zıtların kenetlendiği noktadır. Yokta varlığa yol
veren geçittir. Hayat ve ölümün, varlık ve yokluğun, bu dünya ve öte dünyanın
buluştuğu çizgidir. Mezar, yok olunduğu sanılan bir noktada gerçek varlığın
bulunduğu bir ?geçit? oluverir. Ölümsüz hayata geçmek için ölüm tek geçit! Dünya
yalan, ölüm yalansız! İnsan, bu gerçeği bilir; bilir bilmesine ama, bilmez gibi
yaşar.
Ölümden korkmak, her gün
binlerce kez ölmek demek. Ölümden korkmak, hayatı bu maddî dünyadan ibaret
sananların çıkmazıdır. Ölümden korkmak, öte dünyaya imanın zayıflığının
göstergesi. Ölümden korkmak, ölümü yok etmez, ertelemez, hafifletmez, ?korkunun
ecele faydası yoktur.?
Dünya bir han;
konan göçer. Can ise, tıpkı bir kafesteki kuştur; o da zamanı, vakti geldimi
durmaz, uçar. Ölüm, öyle bir yoldur ki, bir kez ve tek başına yürünür. Tekrarı
yoktur; dönüşü yoktur; tek yönlü bir yoldur; mecburî istikamettir. Ölüm âdildir;
ölüm herkes içindir; fakiri-zengini, beyazı-zenciyi, kadını-erkeği,
genci-yaşlıyı ayırmaz.
Ölüm, insan
için güzel bir son ve aynı zamanda güzel bir başlangıç demek! Bir hayata ?vedâ?
deyip, öte hayata ?merhaba? demek! Onun için güzel bir olay! Ölüm, dünya
hayatının muhtaç olduğu bir ihtiyaçtır. Yeri göğü titretse de, varlığı dengede
tutmaktadır ölüm. Ölüm, hayatın, varlığın, yaratılmışlığın dengesi ve güzelliği
için vardır. Hayat, sınanma için verildiği gibi ölüm de aynı amaç için
yaratılmıştır (67/Mülk, 2). İnsana düşen; ölüm korkusunu öldürmek, ölümün bir
denge ve güzellik olduğuna inanmak ve hayat sınavında başarılı olmaktır.[4]

Beşerî bilim,
insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatsa bile niçin geldiğini bildiremez. Bu
dünyaya her gelenin öleceğini bildirir, fakat nereye gideceğini kestiremez.
Bilim, olayın şeklinden bahseder, felsefe ise, sebebini açıklamaya çalışır.
Ancak felsefenin de sınırı akıldır. Aklın bulamayacağı konular, felsefenin de
dışında kalır. O zaman söz ?din?in olur/olmalıdır. Yüce Yaratıcımız, insan
aklının idrakten âciz kaldığı hakikatleri, Peygamberleri vasıtasıyla
öğretmiştir. Beşerî bilimin dışında kalan, onun sınırına girmeyen, felsefeyi
âciz bırakan konular, sadece dinin alanı içine girer. Ve ancak bu sahada
çözülebilir. Alex Carrel: ?Ölümün esrârı karşısında insanın duyduğu endişeye
imanın verdiği cevap, bilimin verdiği cevapla kıyaslanmayacak kadar
tatminkârdır? diyor.
Nereden gelip nereye gittiğimizi, bizi nasıl bir
geleceğin beklediğini ve ölümün anlamını ancak vahiy aydınlatabilir. Vahyi kabul
etmeyen insan, tatminsizlik ve huzursuzluğu bu konudada da derinden yaşayacak,
bu soruların ve ölümün her insan için ayrı mânâsı veya anlamsızlığı olacaktır.
Çünkü ölüm, hayata göre, hayatın mânâsı da onu yaşayan kişilere göre değişmekte
ve sahip olduğu inanç, insanı şekillendirmektedir. Ama ortak olan bir şey
vardır. O da, bu sorulara sadece bilim veya kuru bir akılla cevap verilemeyeceği
gerçeğidir.
İnsanın yeri ve konumu
gerçekten çok yüksektir. Çünkü şu koca dünya, ona bir ev, hayvanlar ona bir
hizmetçi, güneş onun ısınması için bir soba, ay ise aydınlanması için ona bir
lâmba olarak yaratılmıştır. Bu yüzden insanın görevi de büyüktür. Vazifesi,
kendini yaratanı tanıyıp O'nun emir ve izni dahilinde hareket etmesi şeklinde
tarif edilebilir. Yine de imtihan dünyasında yaşadığımızı ve dileyenin istediği
yolu seçmekte serbest olduğunu da unutmamalıyız. Ancak, cansız ve şuursuz
cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan yıldızların atomlarından
yeniden bir başka yıldız yaratılırken, insanın ölümden sonra bir avuç toprak
olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O halde insan toprağa girip
ebediyyen yatamaz ve saklanamaz. Sahip olduğu nimetlerden hesaba çekilecek,
mükâfat ve ceza için âhiret konakları olan Cennet ve Cehenneme gönderilecektir.

Dünya Sağlık Örgütü'nün
istatistiklerine göre, her günde ortalama 300.000 kişi ölmekte. Evet, her yaşta
ölenlerin toplamı bu... Bu sayının içinde nice ölmeyeceğini sananlar veya ölümü
bekleyenler, beklemeyenler, veya başkasına ?vah vah?, kendisine ise ?Allah
gecinden versin? diyenler de mevcut. Ama hepsi yolcu. Bunlar arasında ölümü
unutanlar yok muydu dersiniz? Ama ölümün onları unutmadığı bir gerçek. Evet
ölüm, hiç umulmadık bir anda kapımızı çalıyor. Ya bir kalbi sıkıyor, ya bir
damarı tıkıyor. Ya da yeni elbisesini giyerken bir ayna karşısında veya
otomobilini sürerken yakalıyor unutkan ve gâfil insanı. Kısacası, âhirete giden
yollar o kadar çok ki, saymakla bitmez, neticede hepsi oraya çıkar. ?Ölüm gelmiş
cihâne, baş ağrısı bahâne!? Mezarın yeri ve dış konforu nerede ve nasıl olursa
olsun, âhiret, her yerden aynı uzaklıkta. Önümüzdeki günlerde de yine yüz
binlerce insan ölecek, bir yandan da ölüm meleği vazifesi gereği can almaya
devam edecek. Ömrümüzün uzatılması için yapılan çalışmalar da devam edecek.
Geçen günler de gösteriyor ki, hayat var olduğu müddetçe, dünya hayatı açısından
ölümün sonu gelmeyecek ve ölüm öldürülemeyecek.
Ölümü unutmak, ondan kaçmak
çare değil. En yakın ve candan bir dostumuzun cenazesinden bile yeterli ibret
alamaz olmuşuz. Ne kazmayı sallayan, ne tabutu taşıyan ve ne de ölüyü yıkayan
haberdar değil yaptığından. Hareketlerimiz hep ezberden, mekanik bir şekilden
ibaret. Eskiler ölümü o kadar uzakta tutmamış ve günlük yaşamlarından kapı
dışarı etmemişlerdi. Doğrusu pek de bir şey kaybetmemişler, bilâkis
kazanmışlardı. Çünkü zaman ve mekân tanımayan o dâvetsiz misafire karşı biraz
olsun hazır bulunmakla, ona ansızın yakalanmaktan kurtulmuşlardı.
Yahya Kemal'e İstanbul'un
nüfusu sorulduğu zaman 50 milyon demiş, bunu abartı gibi görenlere de; ?ne
yapalım, biz ölülerle dirilerimizi birbirinden ayrı düşünmüyoruz? cevabını
vermişti. Aslında, bu bir şahsın değil; uzun bir devrin ve köklü bir düşüncenin
eseriydi. Eski semtler, ölümle hayatı hâlâ beraber yaşıyor. İşte İstanbul'un
Eyüp Sultan, Üsküdar, Karacaahmet ve Topkapı kabristanları ve diğerleri. Ölümle
hayat iç içe. Ölmeden önce hayatımızın kıymetini bildiren birer ibret taşları,
yoldaki işaretler olmuş kabirler.

Câmiler, minareler,
kabristanlar, mezar taşları iki dünyayı ayıranın bir ses değil; bir nefes
olduğunu haykırıyorlar. Bırakın ölüleri, yaşayanların bile dirilip döndüğü bir
Eyüp kabristanı ile çevresini, bir de şimdiki mezarsız ve ezansız semtleri
düşünün. Ölüm gerçeği konusunda ne değişti sanki? Ama, ölümü algılayış ve
hatırlayış hususunda insanımız, yarına hazırlığı defterinden silgi izleri
sırıtacak şekilde sildi veya defterini karaladı. Ölümü hatırlamayı modern çağın
yüz karasıymış gibi düşünenler, kimseyi değil; sadece kendilerini aldatmışlardı.
Belki asrımızda çok şey değişmiş olabilir, ama ölüm gerçeği değişmemiştir. Tam
aksine, kazalar ve hastalıklar sayesinde âni göçüşler, hızlı yaşamaya ayak
uydurarak sayı ve sürat kazanmıştır.
Bırakalım artık yarınların
hayaliyle oyalanmayı. Bu gün için elde olan ne? Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda
götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünyaya bir daha gelip de eksik
ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her
ânını değerlendirmeli ve ?gün bu gündür!? diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya
çalışmalıyız.[5]


[1]
Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31

[2]
Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387

[3]
Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 14, Ağustos 2002

[4]
Hasan Ali Kasır, Ölüm Şiirleri, s. 21 vd.

[5]
Selim Gündüzalp, a.g.e. s. 23 vd.