Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Tefsirlerden İktibaslar
Tefsirlerden İktibaslar 
 
 
Tefsirlerden 
İktibaslar 
 
 
 
Hz. İsa, İsrâiloğullarının çoğunun bu dâveti 
kabul etmeyip inkâr edeceklerini ve kendisini öldürmek isteyeceklerini 
anlayınca: ?Allah'a giden yolda yardımcılarım kimlerdir?? dedi. Hz. 
İsa'nın seçkin ashâbı olan Havârîler dediler ki: ?Allah'ın rasûlünün ve dininin 
yardımcıları biziz. Allah'a iman ettik. Sen de şâhit ol ki, şüphesiz biz 
Allah'ın emir ve yasaklarına zâhiren ve bâtınen teslim olan müslümanlarız.? 
 
 
 
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?İsa'nın 
tevhide dâveti üzerine İsrâiloğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu 
etmemişti. İman etmeyenler bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İsa (a.s.)'ya 
hissettirdiler. İsa da bunlardan bu küfrü hissedince; ?men ensârî ilâllah? 
(Allah yolunda bana yardım edecek kim var?? dedi. Kendine, özü Allah'a doğru 
yardımcılar aradı. Bu cümlede, "ilâllah" kaydının, "Ensâr"dan veya "yâ"dan 
hâl olmasına ve ?ilâ?nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali vardır. 
 
1- Ben Allah'a giderken yardımcılarım kimler? 
 
2- Allah'a teslim ve uymuş olarak bana yardım 
edecekler kimler? 
 
3- Benim, Allah için yardımcılarım kimler? 
 
4- Allah ile beraber olup, yardımcım olacak 
yardımcılarım kimler? 
 
5- "Allah'a iman etmiş ve müslüman olmuş, 
nefsini Allah'a teslim etmiş olup da, yardımını Allah'a bağlayarak ve Allah 
rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana Allah yardımı yapacak, özetle özü 
Allah'a bağlı, Allah'a doğru yardımcılarım, dostlarım kimler?" 
 
Bu mânâ hepsini toplayıcıdır. Cevap da buna daha 
uygundur. Hz. İsa'nın bu isteği ilk olarak bir sosyal tesir yapıyordu. Kelime 
başlangıçta Meryem'in rahminde ilâhî seçim ile cisimlendiği gibi, şimdi de 
dışarıda belirlemeye başlıyordu ki, İsa'nın dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu 
andan itibaren tevhid dini maneviyatta kalmayacak, maddiyata da geçecekti. Bu 
isteğe, İsa'nın ölüyü diriltme mucizesinin kazanç meyvesi olan en güzide ashabı 
(arkadaşları) havârîler cevap verdiler: Havârîler bir ağızdan dediler ki: O 
Allah yardımcıları, Allah dostları biziz. Yani biz, Allah için sana yardımcıyız. 
Zira sana yardım, Allah'a dostluktur, Allah rızasına uygundur. Çünkü sen O'nun 
peygamberisin. Bundan, "Sen Tanrı değilsen, biz sana yardım etmeyiz." gibi veya 
"Sen Tanrı'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız." gibi bir kötü anlam 
çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani biz Allah'a iman ettik ve 
sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve Resulüne itaat ediciyiz. İşte 
nasâraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan) denmesinin sebeplerinden birisi, 
İsa ile havârîler arasındaki bu yardım anlaşmasıdır. Onlar o zaman böyle 
müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış idiler. Bununla İslâm dinine ve Muhammed 
aleyhisselâm'a âit dâvete de mânevî bakımdan ikrar vermişlerdi. 
 
?Havârî? Kelimesi Hakkında: Arapça "havâri" 
kelimesi hemen hemen "ensâr" kelimesi ile eş anlamlıdır. Kitab-ı Mukaddes'te 
bunlar "şâkird" bazı yerlerde "rasûl" olarak adlandırıldılar. Hz. İsa (a.s.) 
diğer insanlara mesaj ulaştırmak gayesiyle onları görevlendirmiş, bu nedenle 
onlara bu ad verilmiştir; Allah onları kendi elçileri (apostles) olarak seçtiği 
için değil (Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınları: 1/229). 
 
?Allah'ın Yardımcıları? İfadesi Hakkında: 
İslâm'ın ikamesine yardımcı olan kişiler Allah'ın yardımcıları olarak 
isimlendirilirler. Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan 
eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. 
Çünkü O, serbestlik bahşettiği alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul 
ettirmez. Bilâkis nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları 
tavsiye ve nasihatle doğru yola ulaştırmak Allah'ın işi olduğundan Allah, 
İslâm'ı yaymak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları "yardımcıları 
ve dostları" olarak adlandırır. Gerçekte bu, bir kulun ulaşabileceği en üst 
derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri 
yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah'ın dininin 
yayılmasına çalıştığında, Allah'ın "dostu ve yardımcısı" olma gibi eşsiz ve yüce 
bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu dünyada ruhî yücelme ile 
kazanabileceği en yüksek makamdır (Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınları, 
1/229). 
 
?Rabbimiz, indirdiğine iman ettik ve Rasûl'e 
tâbi olduk, artık bizi şâhit olanlarla beraber yaz!? 
(3/Âl-i İmrân, 53) 
 
Havârîler sözlerine şöyle devam ettiler: 
?Rabbimiz, Kitabında indirip açıkça bildirdiğin hükümlere tüm kalbimizle iman 
ettik ve Rasul'e tabi olduk, hayatımızı İsa'nın getirdiği Tevrat ve İncil'e göre 
düzenleyeceğiz, İsa'nın tavsiyelerine uyacağız. Artık bizi rasullerin 
getirdiklerine şahitlik eden ve hayatını buna göre düzenleyen mü'minlerle 
beraber yaz, bizi onlardan kıl!? 
 
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Bunun 
için havârîler cevaplarını şu duâ ile bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin 
indirdiğin emre inandık ve peygambere (yahut o resûle) uyduk, şu halde bizi 
yalnız bir şâhit olan İsa ile değil, birliğine şâhitlik eden bütün erbâb-ı şühûd 
(şehâdet ehli) ile beraber yaz. Yani melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve 
özellikle "Siz insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun." 
(2/Bakara, 143) âyeti gereğince âhirette bütün ümmetlere şâhit olacak olan o 
peygamber Muhammed ve ümmeti ile yaz. Görülüyor ki "şâhitlerden" demediler, 
"şâhitlerle beraber" dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şâhitlerden" 
değildiler. Hz. İsa, havârîlerin İslâm'ına ve bu duâsına şâhit olduğu gibi, 
Muhammed (s.a.s.) ve ümmeti de buna şâhitlik eder. Havârîler, mânevî bakımdan, 
Muhammed ümmeti ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile beraber 
peygamberlerin tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz." 
(2/Bakara, 285) diye şâhitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz.İsa'yı 
ve havârîleri beraberlerine almışlardır. 
 
Yuhanna İncili'nin birinci babında yahudilerin, 
"Sen kimsin?" diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın Mesih'e (İsa'ya) şâhitliği 
hakkında şöyle bir kıssa vardır: "Yahya inkâr etmeyerek, 'Ben Mesih değilim.' 
diye ikrar etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?' diye sorduklarında; 'O da 
değilim." dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde, 'Hayır' diye cevap verdi. 
O zaman, 'Sen kimsin söyle ki, bizi gönderenlere cevap verelim. Kendi hakkında 
ne dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin dediği gibi, Rabbin yolunu 
doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi ve o gönderilenler 
firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih yahut İlya, ya o 
peygamber olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler. Yahya onlara cevap 
olarak: 'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi." (İstanbul'da basılmış Türkçe İncil 
Tercemesi, 1930). İşte burada "er-Rasûl", "en-Nebiyyu" tercümesi olan "o 
peygamber", "şu peygamber", Tevrat'ta Mûsâ'ya benzer, "Mûsâ gibi bir peygamber" 
olarak geleceği açıklanan o peygamberdir ki, Hz. Yahya'nın şahitliğiyle o 
peygamberin ne Yahya, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı açıklanmıştır. bunun için 
İncil'e, Yahya'ya, Mesih'e iman, gelecek olan "o peygamber"e de imana bağlıdır. 
Şu halde havariler Hz. İsa'yı ?Amennâ billâh, ve'şhed biennâ müslimûn 
(Allah'a iman ettik, şâhit ol ki, biz muhakkak müslümanlarız? diye şâhit 
getirdikten sonra Allah'a ?Rabbenâ âmennâ bimâ enzelte... (Ey Rabbimiz, Senin 
indirdiğine iman ettik...)? diye duâ ettikleri zaman ?mâ enzelte (inzâl 
ettiğin)? cümlesinde şüphesiz "o peygamber" de dâhil olmakla ?er-Rasûl?den 
kasıtları ya bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya resul cinsine uymanın 
gereği olmak üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle) Muhammed Rasûlullah'a bakmakta 
veya kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile mânâ bakımından şâmildir ki 
"Allah'a ve Rasûle uyun" emrinden beri ?er-Rasûl? kelimesinin ilk 
defa burada tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız ?Rasûlen ilâ benî 
isrâîle (İsrâiloğullarına gönderilen Rasûl)?e masrûf (çevrilmiş) olmayıp, 
bütün peygamberlerin tasdikçisi olan o Rasûle, "o peygamber"e bağlanması ve bu 
şekilde Rasûl cinsini kapsamına alması sözün gelişinin tümüne daha uygundur. 
Bunlar düşünüldüğü zaman ?fe'ktübnâ mea'ş-şâhidîn (bizi şâhitlerle beraber 
yaz)? duâsının tefsir yönü de anlaşılır. "Allah'a inandık, her şey 
Rabbimizin katındandır." (3/Âl-i İmrân, 7) "Vallahu a'lem (Allah daha iyi 
bilir)." 
 
Seyyid Kutub Diyor ki: Burada âyetlerin 
anlatımında büyük bir boşluk göze çarpmaktadır. İsa'nın doğuşu, annesinin onu 
topluluğa göstermesi ve kendisinin de beşikte onlarla konuşması, yetişkin yaşta 
kavmine çağrıda bulunması anlatılmamıştır. Ayrıca annesinin müjdelenmesinde sözü 
edilen bu mucizelerin onun tarafından kendilerine. sunulması söz konusu 
edilmemiştir. Kıssanın bu kesiti Meryem suresinde anırtılmıştır. Kur'an 
kıssalarında bu tür boşluklara rastlanmaktadır. Zira bu kıssalarda, bir taraftan 
aynısı ile tekrara yer verilmiyor, bir taraftan da yalnız surenin konusu ve 
temasıyla ilgili halkalar ve buna ilişkin sahnelerin verilmesi yeterli 
görülüyor. Herbirinin ardından, Allah'ın varlığına tanıklık ettiği, Allah'ın 
kudretinin kendisini desteklediği gibi insanların gücünü aşan mucizelerin 
hepsini gözler önüne seren Mesih, İsrailoğulları'nın birtakım bağlarım ve 
yükümlülüklerini hafifletmek için gönderilmiş olmasına rağmen, İsrailoğullarının 
inkara kalkışacaklarını anlıyor. İşte bu sırada nihâî çağrısını yapıyor: 
"Allah uğrunda bana yardımcı, destekçi olacak olanlar kimlerdir?" 
 
Allah'ın dinine, mesajına, sistemine ve düzenine 
çağırmada kim bana destek olur? Kim bana yardım eder ki ona tebliğde bulunayım 
ve onunla görevimi yerine getireyim? Her inanç ve dâva sahibinin yanında, 
kendisi ile beraber hareket eden onun davranışını yüklenen, savunan, 
ulaşabildiklerine ulaştıran ve ondan sonra davasını yaşatan destekçilerin 
bulunması gerekir. 
 
"Havârîler: Biz Allah'ın destekçileriyiz Allah'a 
iman ettik. Şahit ol ki müslümanız." Havârîler burada İslâm'ı, dinin özü 
anlamında kullanıyor. İsa'yı (selâm üzerine olsun) bu müslümanlıklarına ve 
Allah'ın yardımına... Yani onun Peygamberlerinin, dininin ve hayat sisteminin 
yardımına koşmalarına tanık tutuyorlar. Sonra Rablerine yöneliyorlar ve pratik 
olarak yaşadıkları bu olaylarda doğrudan Allah ile ilişki kuruyorlar: "Ey 
Rabbimiz! İndirmiş olduğun mesaja inandık ve Peygamber'e uyduk. Bizleri bu 
mesajın canlı şâhidleri yaz." 
 
Allah ile doğrudan sözleşmek için bu yönelişte 
önemli bir nokta var. Mümin başta Rabbi ile sözleşme yapar. Peygamber onu tebliğ 
ettiğinde inanç hususunda Peygamberin görevi biter, Allah ile sözleşme 
gerçekleşir. Bu sözleşme peygamberden sonra da mümini bağlayıcı niteliktedir. Bu 
sözleşmede peygambere uyulacağına dair söz verilmiştir. Mesele, vicdanda yer 
alan bir inançtan ibaret değildir. 
 
Burada önemli olan belirlenen yolu izlemek ve bu 
yolda Peygambere uymaktır. İşte İslâm'ın bu anlamı, gördüğümüz gibi aynı zamanda 
surenin öteden beri üzerinde yoğunlaştığı ve değişik üslûplarla tekrar ettiği 
bir olgudur. Havârîlerin sözlerindeki başka bir ifade ayrıca dikkat çekiyor: 
"Bizi şâhitlerle beraber yaz." Ne şâhitliği ve hangi şahitler? Allah'ın 
dinine iman etmiş müslümanın, bu dine tanıklık etmesi istenmektedir. Bu 
tanıklık, dinin hayatta kalma hakkını pekiştirecek bir tanıklıktır. Bu dinin 
insanlara vermek istediği hayırlı mesajı destekleyen bir şâhitliktir. Kişi 
canıyla, ahlâkıyla, yaşantısıyla, hayatıyla bu dinin canlı bir şekli olmadıkça 
bu şâhitliğin gereğini yerine getirmiş olamaz. Bu öyle canlı bir tablodur ki 
insanlar onda bu dinin var olmaya daha lâyık olduğunu, yeryüzünde var olan diğer 
sistemlere, düzenlere ve organizasyonlara oranla daha iyi ve daha üstün olduğunu 
rahatlıkla görebilmektedirler. 
 
İnsan hayatının temelini, toplumun düzenini, 
kendisinin ve toplumunun yasasını bu dinden almadığı, bu çerçevede bir toplum 
kurmadığı, bu sağlam ilâhî sisteme uygun olarak işlerini idare etmediği,bu 
toplumu kurmak ve bu yaşam biçimini gerçekleştirmek uğrunda cihad etmediği, 
toplum hayatında Allah'ın sistemini gerçekleştirmeyen başka bir toplumun 
gölgesinde gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde yaşamaktansa ilahi 
nizamın uğrunda ölmeyi tercih etmediği sürece bu şehâdetin gereğini ödemiş 
olmaz. 
 
Böylece insan, bu dinin bizzat yaşamaktan daha 
hayırlı olduğuna, yaşayanların elde etmeye çalıştığı en değerli varlıktan daha 
aziz olduğuna şehâdet etmiş olacaktır. Bu nedenle o "şehid" diye anılacaktır. 
 
İşte bu havârîler, kendilerini Allah'ın dinine 
şâhitlik edenlerle birlikte yazması için Allah'a dua ediyorlar. Yani bu dinin 
canlı bir örneği olabilmeleri için kendilerine yardım etmesini ve başarılı 
kılmasını, O'nun hayat sistemini gerçekleştirme, bu sistemin pratik olarak 
yaşandığı bir toplum kurma uğrunda cihad etmeye göndermesini diliyorlar... 
İsterse, bu dinin gerçeğine "şâhitlik edenlerden olma kendilerine hayatları 
pahasına mâl olsun! 
 
Bu duâ, kendisinin müslüman olduğunu iddia eden 
herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir niyazdır. İşte Havarilerin anladığı 
İslâm budur. Gerçek müslümanların vicdanlarındaki İslâm budur! Dinine karşı bu 
şâhitlikte bulunmayan ve onu gizleyen, kalben günahkârdır. Kişi müslüman 
olduğunu iddia edèrde kendisi İslâm'ın öngördüğü bir hayat yaşamaz veya bunu 
kendi içinde yaşar, fakat onu hayatın her alanında uygulamaz da kendi yaşamını 
dinin yaşamasına tercih edip Allah'ın hayat için öngördüğü yaşam biçimini 
yürürlüğe koymak için cihad etmezse o şahitliğinde gedik açmış olur. Veya bu 
dinin tersine bir şehâdette bulunmuş olur. Böyle bir şehâdet, başkasının da bu 
dini kabullenmesiyle engel olacaktır. Çünkü başkaları, bu dine bağlı olanların 
ondan yana değil onun aleyhine şâhitlik ettiklerini göreceklerdir! Kendisi iman 
edenlerden olmadığı halde, bu dine iman ettiğini iddia etmek suretiyle 
başkalarını Allah'ın dininden alıkoyanlara yazıklar olsun. 
 
Şüphesiz Allah kendi dinine yardım edene, yardım 
edecektir. Çünkü dinin ihtiyarî olan fiillerle alakası olduğuna göre, o konuda 
arzu edilen gayenin gerçekleşebilmesi için, Allah'ın iradesi kulun cüzî 
iradesine bağlı olduğundan, kulların cüzî iradelerini kullanarak bir çaba sarf 
etmeleri, Allah'ın iradesinin işlemesine vesile olması itibarıyla bir yardım 
gibidir. Onun için müminleri savunmayı söz veren Yüce Allah, yardımının kesin 
olarak gerçekleşmesini onların yardım ve çalışmalarına bağlamıştır. Yoksa Allah 
şüphesiz çok güçlüdür, her şeye gâliptir, yardıma ihtiyacı yoktur. Yardım ettiği 
kimseler de her zaman üstün olup hiçbir zaman mağlup olmazlar. (Elmalılı, 
22/Hacc, 40 âyetinin tefsirinden) 
 
"Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni 
verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır." 
Bunun yanı sıra Allah'ın kendilerini 
koruyacağından ve kendilerine yardım edeceğinden emin olmalarını da 
vurgulamıştır: "Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter." 
 
Sonra mü'minlerin savaşa girmeleri için önemli 
bir gerekçeleri de vardır. Çünkü onlar büyük bir insanlık görevi 
üstlenmişlerdir. Bu büyük görevin iyiliği sadece kendilerine dokunmaz, bunun 
yanında bütün mü'min cephe bu iyilikten yararlanır. Bu aynı zamanda inanç ve 
ibadet özgürlüğünün de garantisidir. Üstelik onlar zulme uğramışlar, haksız yere 
yurtlarından çıkarılmışlar: "Onlar sırf ?Rabb'imiz Allah'tır' dediler diye 
haksız yere yurtlarından çıkarıldılar." Bu söz; "Rabb'imiz Allah'tır" sözü, 
söylenen en doğru sözdür. Söylenmesi gereken en gerçek sözdür. Onlar sadece bu 
sözü söyledikleri için yurtlarından çıkarılmışlar. Çünkü bu söz saldırgan 
zorbalar açısından, şüpheye yer bırakmayan kesin isyankârlığın ifadesidir. Ama 
bu, haksızlığa uğrayanlar açısından her türlü kişisel hedeften soyutlanmanın 
ifadesidir. Onlar yalnız ve yalnız inançlarından dolayı yurtlarından 
çıkarılmışlar. Şu yeryüzü nimetlerinden biri uğruna başlatılan bir mücadele 
değildir bu. İnsanların ihtiraslarını kamçılayan, çıkar çatışmalarına neden 
olan, değişik eğilimlerin, karşıt isteklerin sahnelendiği dünya değerleri için 
bir çarpışma değildir bu. 
 
Bütün bunların ötesinde genel kural yer alıyor; 
inancın savunulması gereği evrensel bir kural olarak vurgulanıyor: "Eğer 
Allah bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığı ile savmasaydı, nice 
manastırlar, havra ve içlerinde Allah'ın adı çokça anılan cami yıkılıp giderdi." 
Manastırlar, rahiplerin içinde ibâdet etmek amacıyla inzivaya çekildikleri 
yerlerdir. Havralar ise yahûdilerin ibâdet yerleridir. Mescidler de 
müslümanların içinde ibâdet ettikleri yerlerdir. Bunların tümü -kutsallıklarına 
ve Allah'a ibadet için ayrılmış bulunmalarına rağmen- her zaman yıkılma ile 
karşı karşıya kalırlar. Çünkü batıla göre buralarda Allah'ın adının anılmış 
olması bir ayrıcalık sayılmaz. Bazı insanların, bazısının saldırılarını 
püskürtmelerinin dışında hiçbir şey buraları yıkılma tehlikesinden koruyamaz. 
Yani inancı koruyanların, inancın saygınlığını tanımayan, inancı benimseyenlere 
haksızlık eden düşmanları savmaları buraları yıkılmaktan korur. Çünkü batıl 
şımarıktır. Kendisine saldıran, kendisini püskürten denk bir kuvvetle 
karşılaşmadıkça azgınlığından vazgeçmez, saldırganlığından geri kalmaz. Hakkın 
sırf hak oluşu düşmanların ona saldırmasına engel oluşturmaz. Aksine hakkı 
koruyan, onu savunan bir gücün bulunması zorunluluktur. İnsan bu özelliklere 
sahip bildiğimiz insan olduğu sürece değişmez genel bir kuraldır bu. 
 
Şu, kelimeleri az, ama anlamları derin ayetler 
üzerinde ve bunların ötesinde hem ruhlar dünyasında hem de hayatta yer alan bazı 
sırların üzerinde durmamız gerekir. Yüce Allah, müşriklerin savaş açtığı, batıl 
ehlinin saldırısına uğrayan kimselere kendilerini savunma amacı ile savaşma 
iznini verirken, "Allah'ın mü'minleri savunacağını ve kendilerine saldıran hain 
kâfirleri sevmediğini" ifade ederek başlıyor: "Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri 
destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah emânetine hıyanet edeni ve nankörü 
sevmez. 
 
Buna göre Yüce Allah mü'minleri düşmanlarına 
karşı savunacağını garanti etmiştir. Yüce Allah kimi savunursa o, kesinlikle 
düşmanlarının vereceği zarardan korunmuş demektir. Ve o kesinlikle düşmanından 
üstündür. Peki niçin onlara savaş izni veriyor? Niye üzerlerine cihad farz 
kılınıyor? Neden kendilerine savaş izni veriliyor da bu yüzden öldürülüyorlar, 
yaralanıyorlar, büyük eziyetler, meşakkatler çekiyorlar? Halbuki sonuç bellidir. 
Ve yüce Allah, hiçbir zorluk, hiçbir meşakkat çekmelerine, büyük fedakârlıklara, 
dayanılmaz acılara, öldürme ve savaşlara katlanmalarına gerek kalmadan bu 
akıbeti gerçekleştirebilir? 
 
Verilecek cevap şudur: Bu konudaki yüce Allah'ın 
hikmeti son derece yücedir. En kesin kanıt onun katındadır. Ama insan olarak 
bizim bu hikmetten kavradığımız, bilgi ve deneyimler sonucu aklımızın ve kavrama 
yeteneğimizin çıkardığı sonuç şudur: Yüce Allah mesajını yüklenen ve onu koruma 
pozisyonunda olan kimselerin beceriksiz "tembeller" olmalarını dilememiştir. 
Büyük bir vurdumduymazlıkla yan gelip yatan, bir sıkıntıya uğradıkları ya da bir 
saldırı ile karşı karşıya kaldıkları zaman, sadece namaz kılmak, Kur'an okumak 
ve Allah'a dua etmenin dışında hiçbir çaba sarf etmeden gayet kolay biçimde 
zafer kazanan kimseler olmalarını istememiştir. 
 
Evet, namaz kılacaklardır. Kur'an okumaları, 
bollukta ve darlıkta dua ederek Allah'a yönelmeleri gerekecektir. Ama tek başına 
bu tür bireysel ibadetler onların Allah'ın mesajını omuzlamaya lâyık kimseler 
olmalarını sağlamaz. Bunlar savaş için önceden hazırladıkları azık, çarpışma 
esnasında kullanmak üzere depoladıkları gıda, batıla karşı koyarken güvenip 
dayandıkları cephane niteliğindedirler. Bunu, takva, iman ve Allah'a bağlılık 
duygularıyla arttırırlar. 
 
Yüce Allah, mü'minlere yönelik savunmasının 
bizzat kendi elleriyle gerçekleşmesini, böylece savaş meydanında 
olgunlaşmalarını dilemiştir. Çünkü tehlikeyle karşı karşıya kaldığı, savmak ve 
savunmak durumunda olduğu, saldırgan kuvveti püskürtmek için var gücünü 
topladığı durumların dışında, insanın bünyesinde yer alan potansiyel enerji her 
zaman uyanıp harekete geçmez. Bu durumda insanın bedensel yapısında yer alan her 
hücre rolünü oynamak için kendisine bahşedilen yetenekleri devreye sokar, ortak 
operasyon için diğer hücrelerle dayanışma içine girer, sahip olduğu yetenekleri 
son noktaya kadar kullanır, özünde barındırdığı gücü sonuna kadar harcar. 
Kendisi için takdir edilen en son noktaya, kendisi için hazırlanan kemal 
derecesine ulaşır. 
 
Allah'ın dâvâsını yüklenen bir ümmetin tüm 
hücrelerinin uyanması, tüm güçlerinin toplanması, tüm yeteneklerinin işlevini 
yerine getirir durumda olması, tüm enerjilerinin biraraya gelmesi gerekmektedir. 
Bu ümmetin gelişmesini tamamlaması, olgunlaşması, bunun sonucunda da o büyük 
emaneti yüklenip gereğini yapması için bu bir zorunluluktur. Uğruna hiçbir 
meşakkat çekilmeyen ve yan gelip yatan tembellerin elde ettiği kolay bir zafer 
insanın işaret ettiğimiz yetenek ve enerjilerinin ortaya çıkmasına engel olur. 
Bu dùrumda bu enerji ve yetenekleri harekete geçiremez, onları kullanamaz. 
 
Bunun yanı sıra çabuk ve kolay elde edilen bir 
zaferin kaybolup gitmesi de kolay olur. Birincisi, böyle bir zaferin değerinin 
ucuz olması ve uğruna büyük fedakârlıkların çekilmemiş olmasıdır. İkincisi böyle 
bir zaferi elde edenler, bunu korumak için tüm güçlerini kullanmazlar, onu 
kazanmak için enerjilerini toplayıp devreye sokmazlar. Onu savunmak için 
yeteneklerini, enerji ve güçlerini toplayıp harekete geçirmezler. 
 
Kuşkusuz burada zafer ve yenilgiden, hücum ve 
kaçıştan güç ve zayıflıktan ilerleme ve geriye çekilmekten, ayrıca bunlara eşlik 
eden duygulardan, arzu ve ıstıraplardan, ferahlık ve hüzünden, huzur ve 
bunalımdan zayıflığı ve güçlülüğü duyumsamadan kaynaklanan vicdanı bir eğilim, 
pratik bir alıştırma sözkonusudur. Bunun yanında, inanç ve toplum adına bir 
araya gelmek, kişisel duygulardan vazgeçmek, savaş anında, öncesinde ve 
sonrasında eğilimler arasında uyum sağlamak, zayıflık ve güçlülük noktalarını 
ortaya çıkarmak, her durumu göz önünde bulundurarak işleri planlamak... Evet 
bütün bunlar, davayı omuzlayan ve gereklerini yerine getirmek ve insanların ona 
uymasını sağlamak durumunda olan bir toplum için zorunludur. 
 
Bütün bunlar ve bunların dışında sadece yüce 
Allah'ın bildiği hususlar nedeniyle yüce Allah mü'minlere yönelik savunmasının 
bizzat onların eliyle gerçekleşmesini ve uğruna hiçbir zorluğa katlanmadan 
gökten inen bir buluntu olmamasını dilemiştir. (Buna rağmen İslâm, savaşı başlı 
başına bir hedef olarak öngörmez. Ateşkesten ve saldırmazlıktan daha büyük ve 
daha Önemli bir amaç olmadığı sürece savaşa izin vermez. Kur'ân-ı Kerim'de yer 
alan birçok âyette de vurgulandığı gibi İslâm'ın amacı barışı sağlamaktır. Ama 
haksızlık, zulüm, azgınlık ve düşmanlığın olmadığı bir barış... İnanç ve ibadet 
özgürlüğü, yönetiminde ve cezalandırmada adaletli olmak, mal ve serveti, hak ve 
sorumlulukları adilce paylaşmak, kişisel ve toplumsal olarak Allah'ın 
belirlediği sınırlar içinde hareket etmek gibi üstün insani değerlere karşı bir 
saldırı, bir tecavüz sözkonusu olduğu zaman... İşte bu değerlerden herhangi 
birine, herhangi bir şekilde, bir saldırı ve tecâvüz ister bir fertten diğerine, 
ister bir fertten bir topluma, ister bir toplumdan bir ferde ya da topluma, 
ister bir devletten diğerine yönelik olsun, İslâm bu durumda böyle bir 
haksızlığa dayanan bir barışa razı olmayacaktır. Çünkü İslâm'a göre barış 
saldırmazlık ve statükoyu korumak değildir. İslâm göre barış, yüce Allah'ın 
kulları için belirlediği sistem dairesinde iyilik ve adaletin gerçekleşmesidir. 
 
Zulme uğrayan ve "Rabb'imiz Allah'tır" demekten 
başka suçları olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarılanlara yönelik zafer 
kimi zaman gecikebilir. Kuşkusuz bu gecikme yüce Allah'ın dilediği bir hikmetten 
dolayıdır. 
 
Zafer gecikebilir, çünkü ümmet henüz 
olgunlaşmamıştır, henüz gerekli eğitimi tamamlamamıştır. Bütün enerjilerini bir 
araya getirmemiştir. Bütün hücreler içlerindeki tüm güç ve yetenekleri son 
noktasına kadar belirleyip ortaya çıkarmak için. henüz bir araya gelip harekete 
geçmemişlerdir. Bu ümmet bu durumda olduğu halde zafer elde edecek olursa, uzun 
süre bu zaferi koruyacak güce sahip olmadığından çok çabuk yitirecektir elde 
ettiği zaferi. 
 
Mü'min ümmet, gücünü son noktasına kadar 
kullansın, bütün birikimlerini harcasın, üstün ve değerli gördüğü her şeyi feda 
etsin, bunları Allah yolunda kolay ve ucuz harcamasın diye zafer gecikebilir. 
Mü'min ümmet var gücünü denesin ve Allah'ın yardımına dayanılmadığı sürece 
yalnız başına bu güçlerle zaferin kazanılmayacağını anlasın diye, yüce Allah'ın 
söz verdiği zafer gecikebilir. Mü'min ümmet elinden gelen her şeyi bu uğurda 
harcadıktan ve bundan sonrasını Allah'a bıraktıktan sonra yüce Allah'ın verdiği 
zafer sözü gerçekleşir. 
 
Mü'min ümmet, büyük zorluklar çekerken, acılara 
katlanırken, bütün gücünü bu uğurda harcarken, Allah'tan başka bir dayanağın 
olmadığını sıkıntı anında ancak O'na yönelinileceğini bizzat yaşarken, Allah'a 
olan bağlılığı daha bir artsın diye zafer gecikebilir. Çünkü, yüce Allah 
kendisine izin verip zafere ulaştıktan sonra Allah'ın sistemi doğrultusunda 
hareket etmesinin ilk garantisi Allah'la kurduğu bu bağdır. Ancak bu şekilde 
azgınlaşmaz, yüce Allah'ın kendisine zafer bahşetmesine neden olan haktan, 
adaletten ve iyilikten sapmaz. 
 
Allah'ın verdiği zafer sözü kimi zaman 
gecikebilir. Çünkü mü'min ümmet giriştiği savaşta, yaptığı fedakârlıklarda, can 
ve mal konusunda yaptığı harcamalarda bütünüyle Allah için, davası için 
bunlardan soyutlanmamış olabilir. Bir ganimet için ya da kendisini korumak için 
veya düşman karşısında kahramanlık ve cesaret gösterisinde bulunmak için 
savaşıyor olabilir. Oysa Yüce Allah cihadın sadece kendisi için, sırf kendi 
yolunda, ve diğer bütün endişelerden uzak olmasını istiyor. Nitekim, 
Peygamberimize (s.a.s.) "Bir adam kendini korumak için, bir kahramanlık için, 
biri de gösteriş için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolunda savaşıyor" diye 
sorulduğunda "Allah'ın sözü en üstün olsun diye savaşan Allah yolunda 
savaşıyor" diye cevap vermiştir (Buhârî, Müslim) 
 
Mü'min ümmetin savaştığı, kötülüğün bünyesinde, 
bir iyilik kalıntısı bulunduğu için de zafer gecikebilir. Bu yüzden yüce Allah 
kötülüğün bütünüyle iyilikten soyutlanmasını, tek başına kötülük olarak 
kalmasını, içinde bir zerre dahi olsa iyiliğin de yok olmaması için sadece 
kötülüğün mahvolmasını ister. Mü'min ümmetin savaş ilan ettiği batıl, olanca 
çıplaklığı ile halkın görüşünde netleşmediği, çirkefliği bütünüyle bilinmediği 
için de zafer gecikebilir. Böyle bir durumda mü'min ümmet batıla üstünlük 
sağlayacak olursa, batılın bozukluğu, yok edilmesinin zorunluluğu konusunda 
henüz ikna olmamış, bu yüzden batıla yardımcı olan kimi aldanmışlar bulunabilir. 
Bu durumda gerçeği tam anlamıyla kavrayamamış saf kimselerin gönlünde batıla 
karşı köklü bir eğilim yer edebilir. Halbuki yüce Allah, bütün insanlar net 
olarak görene kadar batılın varlığını sürdürmesini ister. Yok olacağı zaman 
geride hiçbir kalıntı bırakmadan, hiç kimse kendisine hayıflanmadan yok olup 
gitsin diye. 
 
Ortam henüz mü'min ümmetin temsil ettiği hak, 
iyilik ve adaletin geleceği açısından uygun olmadığından zafer gecikmiş 
olabilir. Durum böyle olduğu halde mü'min ümmet zafer elde edecek olursa 
ortamdan kaynaklanan ve birlikte yapamayacağı bir muhalefetle karşı karşıya 
kalabilir. Çevresindeki insanların gönülleri zafer kazanan gerçeği kabullenip 
kalıcılığını isteyecek duruma gelene kadar çekişme sürüp gidecektir. 
 
Bütün bunlar için, bir de Yüce Allah'ın bilip de 
bizim bilmediğimiz birtakım nedenler için zafer. gecikebilir. Fedakârlıklar kat 
kat katlanabilir. Çekilen acılar arttıkça artabilir. Buna rağmen yüce Allah 
düşmanlarına karşı mü'minleri savunacak, en sonunda zaferi onların lehine 
gerçekleştirecektir. 
 
Sebepler yerine gelip zaferin bedeli ödendikten, 
onu saran atmosfer onu kabullenip kalıcılığını sağlayacak duruma geldikten sonra 
yüce Allah zafer izni verdiği zaman yerine getirilmesi gereken birtakım 
yükümlülükler, katlanılması gereken birtakım zorluklar vardır. "Kim Allah'a 
yardım ederse bilsin ki, Allah da mutlaka kendisine yardım edecektir. Hiç 
şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir." "Onlar ki, eğer biz kendilerini 
yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek 
kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir." 
 
Kendisine yardım edenlere yardım edeceğine 
ilişkin yüce Allah'ın verdiği söz, kesin, sağlam, gerçekleşmesi kaçınılmaz ve 
değiştirilmez bir sözdür. (Fî Zılâli'l Kur'an, 22/Hacc, 40. âyetin tefsirinden) 
 
?Onlar, yalnızca; ?Rabbimiz Allah'tır' 
demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer 
Allah'ın, insanların bir kısmıyla bir kısmını defetmesi (yenilgiye uğratması) 
olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça 
anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi...? Bu ifâdede İlâhî bir kural 
ortaya konulmaktadır: "Allah hiç bir topluluğun ve hiç bir grubun sürekli hakim 
durumda olmasına izin vermez. Her an bir grubu başka bir grupla defeder." Eğer 
böyle olmasaydı, sürekli hakim olan grup sadece siyasi ve ekonomik alanlarda 
karışıklık çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda ibâdet yerlerini de yakıp yıkardı. Bu 
kurala Bakara Suresi 251. ayette de değinilmiştir. 
 
?Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin 
olarak yardım eder...? "Allah'a 
yardım edenler", insanları tevhide çağıran ve "Hak Din"in ve doğruluğun ikame 
edilmesi için çaba harcayan kimselerdir. (Tefhimu'l Kur'an, 22/Hacc, 40 âyetinin 
tefsirinden) 
 
?Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım 
ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar. İnkâr 
edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah, onların yaptıklarını boşa 
çıkarmıştır.? (47/Muhammed, 7-8) 
 
Ey iman edenler, siz Allah'a yardım ederseniz, 
Allah Teâlâ kendisi ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada Allah'a 
yardım ifadesi emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek mânâsından 
mecazdır. Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların 
irâdeleriyle yapılması matlup olan ihtiyarî yani isteğe bağlı fiillerdir. Onun 
için kulun cüz'î iradesi harekete geçmeden istenen netice ve sevap meydana 
gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve isteklerine bağlıdır. İşte bu 
şekilde Allah'ın emirlerini yerine getirmek için kulların cüz'î irâdelerini sarf 
etmekle yapacakları hizmetlerine, Allah'a yardım denilmiştir ki isnadda mecaz, 
yahut istiâredir. Yani imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, 
rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve gayretlerinizi sarf etmek 
suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size yardım eder, sizi düşmanlarınıza 
galip ve muzaffer kılar. Ve ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad 
mevkîlerinde ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar. 
 
Küfredenlere ise artık yıkım onlara. kelimesi, 
aslında ayak kayıp yüzükoyun, yahut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve kalkamayıp 
helak olmaktır. Kamus'ta der ki: Helâk olmak, kaymak, düşmek, şer, uzaklık, 
düşüş mânâlarına gelir. İfadesi kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın gibi 
beddua yerinde de mesel halinde kullanılır. Burada müminlere ayaklarını sağlam 
bastırma vaadine karşılık kâfirlere yıkım ile tehdittir. (Elmalılı, 47/Muhammed, 
7 âyetinin tefsirinden) 
 
Peki müminler yüce Allah'a nasıl yardım ederler 
ki şartı yerine getirmiş olsunlar ve sonuç olarak da kendilerine o şartın bir 
karşılığı olarak yardımını ve sebatı elde etsinler? Gönülleri Allah için her 
şeyden soyutlamakla, Allah'a açık veya gizli hiçbir şeyi ortak koşmamakla, 
gönüllerinde Allah'ın sevgisi yanında hiçbir kimseye ve hiçbir şeye yer 
bırakmamakla, yüce Allah o gönüllere kendisinden ve sevdiği ile ilgi duyduğu her 
şeyden daha sevgili olmakla, gönüller Allah'ı tüm arzularında, duygularında, 
duruşlarında ve davranışlarında, tüm faaliyetlerinde ve duygularında hakem 
kılmakla... Evet gönül aleminde Allah'a yardım böyle olur. 
 
Yüce Allah'ın bir şeriatı ve hayat sistemi 
vardır. Bu şeriat birtakım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine 
ve hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Allah'a yardım, O'nun şeriat ine ve 
sistemine yardım edilerek şeriatının istisnasız tüm hayata hakem kılınma 
girişimi ile gerçekleşir. Bu da hayat sahnesinde Allah'a yardım demektir. 
 
"Allah kendi yolunda öldürülenler" ifadesi ile, 
"Allah'a yardım ederseniz" ifadeleri üzerinde bir an duralım. Her iki 
durumda da, öldürülme ve yardım etme durumlarında da, bunların sırf Allah için 
yapılmış olması şarttır. Aslında bu, doğruluğu apaçık olan bir gerçektir. Ancak 
ne var ki bazı nesiller İslâm'ın inanç sisteminden sapınca, bu gerçeğin üstünü 
karaltılar kaplıyor. Şehâdet sözcüklerinde (Allah'ın birliği ve Rasûlullah'ın 
O'nun peygamberi olduğuna tanıklık ifade eden sözcükler) şehid düşenlere cihad 
sözcüklerine önem verilmeyince ve bunlar değerlerini yitirince ve bu sözcükler 
gerçek ve biricik anlamlarından saptırılınca ispata ihtiyacı olmayan bu gerçeğin 
üzerini karanlıklar kaplıyor. 
 
Halbuki, insanın gerek iç aleminde gerekse 
dünyadaki yaşama üslubunda, cihad bir olan Allah'ın yolunda yapılmadıkça, ölüm 
sadece O'nun yolunda gerçekleşmedikçe yardımın gayesi, sadece O'na yardım 
olmadıkça ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten... 
 
Allah'ın hükmünün en üstün olması hedef olarak 
seçilmemişse, Allah'ın şeriati ve hoşnut olduğu hayat sistemi insanların 
vicdanlarına, ahlaklarına, yaşama üsluplarına, kanunlarına, durumlarına ve 
düzenlerine aynı derecede egemen olamamışsa, ne cihaddan söz edilebilir, ne 
şehidlikten ve ne de cennetten... 
 
Nitekim Ebû Mûsâ'nın naklettiği bir hadiste, 
Rasûlullah'a bir kişinin kahramanlık, bir kişinin soy taassubu bir kişinin de 
gösteriş için savaştığı hatırlatılarak bunların hangisinin Allah yolunda olduğu 
sorulduğunda, Rasûlullah: Allah'ın hükmü ve iradesi yücelsin diye çarpışan 
kimsenin savaşı Allah yolundadır buyurur. Sapık düşünceli nesillerin değer 
verdiği tüm sancak, bütün isim ve hedefler arasında yüce Allah'ın bu sancağı ve 
bu hedefinden başka uğrunda cihad etmeye ve şehid düşmeye değer ve bunun sonucu 
olarak da cennetin hak edileceği başka hiçbir hedef ve sancak yoktur. 
 
Dava adamlarının bu apaçık gerçeği iyi 
kavramaları, gönüllerinde besledikleri bu gerçeğe bulaşan yaşadıkları çevrenin 
mantığını, sapık nesillerin düşüncelerini temizlemeli, sancaklarını başka hiçbir 
sancakla karıştırmamalı ve inanç sisteminin özüne yabancı olan düşünceleri kendi 
öz düşüncelerine bulaştırmamalıdırlar. Cihad ancak ve ancak Allah'ın hükmü ve 
iradesi en üstün olsun diye yapılır. Allah'ın hükmü ruhlarda ve vicdanlarda en 
üstün olsun diye yapılır. Ahlâk ve davranışlarda tüm durumlarda ve sistemlerde 
en üstün olsun diye yapılır. Cihad yeryüzünün her köşesinde gerçekleşen 
ilişkilerde bağlılıklarda Allah'ın hükmü en üstün olsun diye yapılır. Bunun 
dışında yapılan hiçbir savaş Allah için değildir. Aksine şeytan uğrunadır. Bu 
seçenek dışında şehidlikten de şehid olma arzusundan da söz edilemez. Bunun 
dışında ortada ne cennet vardır ve ne de yüce Allah'tan yardım ne de ayakların 
kaymaması için Allah'tan destek... Sadece karanlık vardır ortada, bir de kötü 
düşünce ve sapıklık... 
 
Allah dâvâsından başka davalar peşinde koşanlara 
bu gibi karanlıktan, kötü düşünce yapısından ve sapıklıktan kurtulmak zor 
geldiğine göre, Allah'a çağrıda bulunanların Allah'ın şartı arasında yer alan 
birinci gerçekle bağdaşmayan içinde yaşadıkları toplumun mantığından 
kendilerini, duygularını ve düşüncelerini kurtarmalarının zorlukta ondan daha 
aşağı kalır yanı yoktur. 
 
Allah yolunda öldürülmek ve O'na yardım etmek 
Allah'ın iman edenlere karşı ileri sürmüş olduğu şarttır. İnananların yararına 
olarak kendisinin üstlendiği ise, onlara yardım etmek ve kendilerine dayanma 
gücü vermektir. Yüce Allah vermiş olduğu sözden asla caymaz. Allah'ın bu sözü 
bir süre gerçekleşmemiş ve geri kalmışsa, bu bir başka nedenden dolayı önceden 
planlanmış bir gecikmedir. Allah'ın verdiği sözün gecikmesinin nedeni zaferin ve 
dayanma gücünün gerçekleşmesi ile birlikte meydana gelir. Müminlerin gerekli 
şartları yerine getirdikleri halde ve Allah'ın yardımının -bir süre için- 
gelmemesi halinde bu durum sözkonusudur. 
 
Sonra âyetin ifâdesinde yer alan, özel bir 
deyimin üzerinde de bir nebze duralım: "Size yardım eder, ayaklarınızı 
savaşta sâbit kılar." İnsan ilk bakışta, önce dayanma gücünün verildiğini 
sonra da yardımın geldiğini dayanma gücünün zaferin nedeni olduğunu zanneder. Bu 
doğrudur. Ancak ayetin ifadesinde dayanma gücünün yardım sözcüğünden sonra yer 
alması dayanma gücünün anlamlarından başka bir anlamın kastedildiğini 
düşündürüyor. Bundan amacın, zafere ve zaferin çilelerine karşı dayanma gücü 
vermek olduğunu düşündürüyor. Çünkü zafer, küfür ile iman arasında, hak ile 
sapıklık arasında geçen savaşın sonu değildir. Çünkü zaferin, hem ruh ve hem de 
hayat bazında getireceği yükümlülükler vardır. Çünkü zaferin kibirlenmemek ve 
şımarıp azmamak gibi yükümlülüğü vardır. Çünkü zaferin gerçekleştirildikten 
sonra gevşememek, düşmanı hafife almamak gibi yükümlülükleri vardır. Birçokları 
bela ve çilelere karşı dayanır. Fakat zafer ve nimet karşısında benliğini 
koruyabilen kişi çok azdır. Kalplerin zaferi elde ettikten sonra bozulmamaları 
ve bağlılıklarını sürdürmeleri zaferin ötesinde bir mertebedir. Herhalde Kur'an 
ayetinin işaret etmeye çalıştığı gerçek bu olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir. 
 
"İnkâr edenlere gelince onların hakkı yıkımdır. 
Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır." 
Bu ifade yardımın ve dayanma gücünün tam 
tersidir. Tökezleyip yüzükoyun düşme bedduası yüce Allah'ın onlar için yüzükoyun 
düşmeleri, kaybetmeleri ve yardımsız bırakılmaları için verilmiş bir hüküm 
demektir. Amellerinin boşa çıkarılması ise bunun üzerine ikinci bir zarar ve 
ikinci bir yok oluştur. (Fî Zılâl, 47/Muhammed, 7 âyetinin tefsirinden) 
 
 ?Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına 
İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz...? 
Allah'a yardım etmenin en açık ifadesi, O'nun 
dinini yüceltmek için can ve malla cihad etmektir. (Tefhimu'l Kur'an, 
47/Muhammed, 7 âyetinin tefsirinden) 
 
?Ey iman edenler Allah'ın yardımcıları olun. 
Tıpkı Meryem oğlu İsa'da havarilere: `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?" 
dediğinde Havariler: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demeleri gibi İsrail 
oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkar etti. Biz de inananları, 
düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler.? 
(61/Saff, 14) 
 
Elmalılı diyor ki: 
 
Onun için Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları 
olunuz, yani bu müjdelere ermek için iradelerinizi Allah için, O'nun rızasına 
kavuşmak için yardımcı olunuz. Meryem oğlu İsa'nın Havarilere dediği gibi: Benim 
Allah'a doğru, yardımcılarım kimdir? Yani ben Allah'a doğru giderken başarıya 
kavuşmak için bana yardım edecek, benimle beraber ona kavuşmak isteyecek 
yardımcılarım kimlerdir? Buna cevaben Havariler "O Allah yardımcıları biziz" 
dediler. İşte siz de ey müminler! İsa'nın Havarileri gibi Allah'ın yardımcıları 
olunuz. Peygamber'in davetini kabul ederek Allah'a tam bir iman ile yardım 
ediniz. 
 
Havâriyyûn, Hz. İsa'nın, ilk iman eden seçkin 
öğrencilerinden on iki kişiye denir ki, bunlar dini yaymak için etrafa dağılmış 
olduklarından "Rusul-i İsa" (İsa'nın elçileri) ismi dahi verilmiştir. Eldeki 
İncillerde bunlara on ikiler de denilmektedir. Havâriyyun kelimesi, esasen 
"Havârî" ism-i mensubunun çoğuludur. Kâmus şârihinin beyanına göre bazı âlimler 
demişlerdir ki, "Bu kelime, çoğuldan cinse nakledilerek hem müfred hem çoğul 
için kullanılır. "Havar ve haver lügatte, beyaz ve beyazlık mânâsına isimdir. Bu 
münasebetle şehir kadınlarına beyazlıklarından dolayı "Havariyyât" denilir. 
Bezleri yıkayıp çırparak ağartan kassâra, eski Türkçe karşılığıyla çırpıcıya da 
havarî denildiği gibi saf ve temiz dost ve yardımcıya, özellikle büyük 
peygamberlerin davet ve emirlerini yerine getirme uğrunda yardımcı olanlara da 
samimi niyet ve temizliklerinden dolayı havarî denilir. Mamafih zikredildiği 
gibi bu isim en fazla İsa (a.s)'nın seçkin yardımcıları olan zatlar hakkında 
kullanılmıştır. Müfessirler bunlara söz konusu ismin verilmesinde çeşitli 
görüşler nakletmişlerdir ki, Kâmus sahibi Fîrûzâbâdî "Besâir"de bu görüşleri 
şöyle özetlemiştir: "Bazı âlimler, onların bir kısmının kassâr (çırpıcı) bir 
kısmının da avcı olmaları sebebiyle bu ismi aldıklarını söylerken, bazıları da 
beyaz elbise giydikleri için yahut daima ilim ve din eğitimiyle insanları 
temizlemiş olduklarından dolayı onlara bu ismin verildiğini ileri sürmüş ve 
demişlerdir ki: "Kassârlık isnad edenlerin maksatları da budur. Avcılık isnad 
edenler ise onların, din ve âhiret konularında şaşkınlığa düşen kimseleri 
avlayıp din yoluna çektikleri için bu adı aldıklarını savunmuşlardır." Diğer 
bazıları da, işaret ettiğimiz gibi inançlarındaki saflık, ilgi ve niyetlerindeki 
temizlik sebebiyle onlara havarî dendiğini ifade etmişlerdir ki en münâsip olan 
görüş de budur. Frenkler havarîlere "aptres" ismini vermişlerdir ki bu kelimenin 
Yunanca'dan alınarak uzağa gönderilmiş elçiler anlamını ifade ettiği 
söylenmektedir. Buna göre aptre, Havariyyûn kelimesinin tercümesi olmayıp Yâsin 
Sûresi'nin "...onlara elçilerin geldiği ..." (36/Yâsin, 13) âyetinde 
geçtiği üzere İsa'nın elçileri mânâsına diğer bir isim olmuştur. Yalnız avcıya, 
"dağıtılmış" mânâsı düşünüldüğü takdirde Havariyyûn'a avcı mânâsı verenlerin 
kavline de itibar edilebilir. 
 
Âlûsî der ki: "Bahr'in beyanına göre Hz. İsa 
bunları çeşitli beldelere dağıtmış kimini Rûmiyye'ye, kimini Babil'e, kimini 
Afrika'ya, kimini Efes'e, kimini Beyt-i Makdis'e, kimini Hicaz'a, kimini de 
Arz-ı Berber ve havalisine göndermişti. Mamafih her beldeye gönderilenin tayini 
ve isimlerinin zabtedilmesi hususlarının sıhhatine güvenilemez. Suyûtî de 
bunları "İtkân"da zikretmiş ise de, esasen bulunulabilecek yerlerde 
araştırılmalıdır." 
 
Endülüs'lü müfessir Ebu Hayyan 
"el-Bahru'l-Muhit" adlı tefsirinde der ki: "Havarîler, on iki kişidir ve bunlar, 
Hz. İsa'ya ilk iman edenlerdir. İsa bunları çeşitli beldelere göndermişti. 
Batris ve Pavlos Roma'ya, Andiravs ve Matta, halkı insan yiyen arza, Bukas 
Babil'e, Filibs Kartaca'ya yani Afrika'ya, Yuhann, Ashab-ı Kehf'in kenti olan 
Efsus'a, iki Ya'kub Beyt-i Makdis'e, İbnü Büleymin Hicaz'a, Testemir Berber 
ülkesine ve havâlîsine gönderilmişti. Mamafih bu isimlerin bazılarında zabt 
cihetiyle zorluk vardır. Onun için esas bulunması gereken yerlerden 
araştırılsın." Hakikatte Sen Pol dahi denilen Pavlos, Havarîler'den değildir. 
Sonradan onlara katılmış, mektupları ve risaleleri Ahd-i Cedîd'in "a'mâl-i 
Rusül" (elçilerin işleri) kısmına sokulmuştur. Bu zat hrıistiyanlıkta sünnet 
olmayı kaldırmış ve bir takım değişiklikler yapmıştır. Sonra İbnü Büleymin ile 
Testemir isimleri özellikle araştırılmalıdır. Matta İncili'nin onuncu bâbında 
şöyle denilmiştir: "Ve on iki şakirdini (öğrencisini) yanına çağırıp temiz 
olmayan ruhlar üzerine onları göndermeğe ve her marazı her hastalığı def etmeye 
onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır: Batris adı 
verilen Şem'un ile kardeşi Endravs, zibidi oğlu Ya'kub ile kardeşi Yuhanna, 
Filbs ve Bertolmavs Toma ve Gümrükcü Matta, Halfi oğlu Ya'kub ve Tedavs lakaplı 
Lebaüs, Fanvi Şem'un ve onu ele veren İsharyoti Yehuda. İsa bu on ikileri 
gönderip onlara tenbih ederek dedi ki: "Tâifelerin yoluna gitmeyiniz ve 
Samiriler'in bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise, beyt-i İsrail'in zâyi olmuş 
koyunlarına varınız ve gittiğinizde "Melekûtu's-Semâvat (göklerin saltanatı) 
yaklaşmıştır." diye va'z ediniz. Hastalara şifa veriniz. Cüzzamlıları 
temizleyiniz. Cinleri çıkarınız. Bedava aldığınızı bedava veriniz. 
Kemerlerinizde ne altın ne gümüş, ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari, 
ne ayakkabı ve ne de asâ tedârik etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine layıktır. 
Ve hangi şehre veya köye giderseniz orada kimin layık olduğunu sorup ayrılıncaya 
kadar orada kalınız. Ve hâneye girdiğinizde ona selam veriniz. Ve eğer o hâne 
buna layık ise selamınız onun üzerine gelsin ve eğer layık değilse selamınız 
size geri dönsün. Ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi dinlemezse o haneden 
yahut o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten size 
derim ki, ceza gününde Sadom ve Gamore diyarının hali o şehrin halinden ehven 
olur. İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. İmdi yılanlar 
gibi akıllı ve güvercinler gibi sade-dil olunuz. Lakin insanlardan sakınınız. 
Zira sizi millet meclislerine teslim edip sinagoglarda dövecekler, hem de benim 
için onlara ve tâifelere şehadet olmak üzere hakimler ve krallar huzuruna 
götürüleceksiniz. İmdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyeyim diye 
endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir. Zira 
söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen Pederinizin ruhudur. Ve kardeş 
kardeşi ve baba evlâdı ölüme teslim edecek ve evlat ana babanın aleyhine 
kalkışıp onları öldürecekler ve ismim için herkes tarafından buğz edileceksiniz. 
Lakin kim sonuna kadar tahammül ederse o kurtulacaktır. Ve size bir şehirde 
düşmanlık ettikleri zaman diğerine kaçınız. Zira hakikaten size derim ki, 
insanoğlu gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini tamamlamayacaksınız. 
Öğrenci öğretmenine ve kul efendisine üstün değildir. Öğrenciye öğretmeni gibi, 
kula efendisi gibi olmak kifayet eder. Hane sahibine balezbul dedikleri halde 
onun hanesi halkına ne kadar ziyade diyecekler. İmdi onlardan korkmayınız. Zira 
keşfedilmeyecek ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi 
aydınlıkta söyleyiniz. Ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve 
canı öldürmeye kâdir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canı 
hem cesedi cehennemde helak etmeye kâdir olandan korkunuz." 
 
Bunu takip eden on birinci bâb: "Ve İsa on iki 
öğrencisine emir vermeyi tamam ettiğinde şehirlerinden va'z ve öğretimde 
bulunmak üzere oradan hareket etti. Ve Yahya zindanda Mesih'in işlerini haber 
alınca, o gelecek kimse sen misin? Yoksa diğer bir kimseyi mi bekleyelim demek 
için kendi öğrencilerinden ikisini onun yanına gönderdi." 
 
Denildiğine göre on ikilerin bu sûretle etrafa 
gönderilmesi Hz. Yahya'nın hapiste bulunduğu sırada olmuştur. Halbuki yine aynı 
İncil'in yirmi altıncı bâbında ise, mekr yani su-i kast anlaşılırken: "Akşam 
olduğunda on ikilerle beraber sofraya oturdu ve onlar yemek yerken, "Hakikaten 
size derim ki, sizden biriniz beni ele verecektir." dediğine göre bundan 
onların, göğe çıkarılma sırasında Hz. İsa'nın yanında toplanmış bulundukları ve 
sonradan etrafa yayıldıkları anlaşılmaktadır. Al-i İmrân Sûresi'nde geçen 
"İsa onlardan inkârı sezince: 'Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?' 
dedi. Havariler: 'Biz, Allah (yolunun) yardımcılarıyız;..." (3/AÂ-i İmrân, 
52) âyetinde Hz. İsa'nın "Allah'a gitmek için kimler bana yardımcı olacak?" 
demesi ve Havarilerin "Biz Allah (yolunun) yardımcılarıyız." 
cevabını vermeleri de, Hz. İsa'nın göğe çıkarılmasından önce gerçekleşmiş 
demektir. İbnü Cerir'in Sa'id b. Cübeyr tarikiyle İbnü Abbas'tan yaptığı 
rivayete göre: "Allah Teâlâ Hz. İsa'yı göğe çıkarmayı murad ettiği zaman İsa 
ashâbının yanına vardı, onlar on iki kişi bir evde idiler. O evin bir (su) 
kaynağından onların yanına çıktı, başından su damlıyordu. Onlara, "İçinizden 
birisi bana yakında on iki kere küfredecek." dedi. Sonra da "Benim benzerim onun 
üzerine atılıp da benim yerime öldürülecek ve benimle beraber benim derecemde 
bulunacak hanginiz?" dedi. İçlerinde yaş itibariyle en genç birisi "Ben" dedi. 
İsa ona "Otur" dedi ve sonra yine tekrar etti. Yine o genç kalktı ve "Ben" dedi. 
Hz. İsa da, "Evet sen osun." dedi. Bunun üzerine ona İsa'nın benzeri bırakıldı 
ve İsa evdeki bir pencereden göğe yükseltildi. Derken Onu arayan yahûdiler geldi 
ve benzerini tutup öldürdüler. Bazısı ona iman etmiş iken on iki kere inkâr 
etti. İlh ..." En iyisini Allah bilir. (Bu konuda bilgi için 3/Âl-i İmrân, 52; 
4/Nisâ, 157 âyetine bkz.) 
 
Maamâfih Kur'ân burada da bu tafsilata taarruz 
etmeyerek buyuruyor ki: "Ey inananlar! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim 
Meryem oğlu İsa da havarilere: "Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım 
kimdir?" demişti. Havarîler: "Allah (yolunun) yardımcıları biziz." dediler.." 
Bunun üzerine İsrailoğullarından bir taife iman etti, Havarîlerin mesaisi 
üzerine İsa'ya ve müjdesine inandı ve dine yardım etti bir taife de küfretti. 
Neticede biz de iman edenleri düşmanlarına karşı güçlendirdik. Binaenaleyh onlar 
gâlip geldiler. İman edenler düşmanları olan kâfirlere karşı gâlip gelip yüze 
çıktılar. İşte siz de Allah'ın vaadlerine ve emirlerine, Rasûlullah'ın yukarıda 
zikredilen dâvetlerine iman edip Havarîlerin çalıştığı gibi Allah yolunda Hak 
dinine yardım için cihad ederek çalışın. Allah'ın yardımcıları olursanız bütün 
düşmanlara gâlip gelir, (61/Saff, 9) vaadiyle zikredilen müjdelere ulaşırsınız. 
Hakikaten Muhammed'in ashâbı öyle çalıştılar, çok geçmeden müşrikleri ve 
hıristiyanları yendiler. Hak dinini gâlip kıldılar ve öyle üstün duruma 
getirdiler ki, İslâm'ın o göz kamaştırıcı gâlibiyeti ve bir Hz. Ömer hilâfetinin 
hakkaniyyet ve adâlet zevkini hâlâ bütün dünya sonsuz bir hayret ve hasretle 
erişilmez bir umut gibi yad etmektedir. Mamafih bu emir ve taahhüt yalnız onlara 
değil "Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun!" hitabının genel 
mânâsından anlaşılacağı gibi her zaman için o tarzda amel edecek bütün müminleri 
kapsayan bir vaad ve müjdedir. O halde Allah'ın yardımcıları olmayanlar, O'nun 
yardımından mahrum kalıp geriye sürükleniyorlarsa, bunun sebebini Hak dinde 
değil, kendi günahlarında aramalıdırlar. Kısacası, "Eğer siz Allah'a (dinine) 
yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder..." (47/Muhammed, 7), "Sana 
gelen her kötülük de kendindendir..." (4/Nisâ, 79) âyetleri de bu hususu net 
bir şekilde ifade etmektedirler. Ashab-ı Kiram içinde Aşere-i Mübeşşere 
(cennetle müjdelenen on kişi) Rasûlullah'ın havarîleri makamındadır. Bir hadiste 
"Her peygamberin bir havarîsi vardır, benim havarîm de Zübeyr'dir." buyrularak 
Hz. Zübeyr bu vasıfla yad edilmiştir. Ancak Katade'den gelen bir rivayette de 
Zübeyr'den başkalarına da Havarî denildiği zikredilmektedir. Rasûlullah'ın 
havârîlerinin: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer, Ebu Ubeyde 
İbni'l-Cerrah, Osman b. Maz'un, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. 
Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam olduğu nakledilmiştir. (Elmalılı, 61/Saf, 14. 
âyetinin tefsirinden) 
 
Seyyid Kutub diyor ki: 
 
Havariler Hz. İsa'nın öğrencileridir. Rivayete 
göre bunlar on iki kişiydi. Sürekli etrafını sarmış ve onu dinlemek için her 
şeylerini bırakmışlardı. Onun göğe çıkarılmasından sonra öğrettiklerini yayan, 
öğütlerini koruyanlar da bu öğrencilerdi. Burada âyet, bir tutumu tasvir etmeyi 
hedef alıyor, kıssayı detaylı açıklamayı değil. Ve biz de ayet-i kerimenin 
amaçladığı amaca doğru onunla birlikte yürüyoruz. Surenin bu yerinde ayetin 
gelmesi bizi de etkiliyor. 
 
?Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun.? 
Yüce Allah'ın sizi arındırıp 
yücelttiği bu güzel yerinde ona yardımcı olun. Kulun Rabbine yardımcı olduğu bir 
makamdan daha yücesi olabilir mi? Bu sıfat cennetten ve nimetlerinden daha büyük 
bir onurlandırma mesajı taşıyor. Allah'ın yardımcıları olun. "Tıpkı Hz. 
İsa'nın havarilere ?Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?' dediğinde 
Havarileri ?Biz Allah yolunun yardımcılarıyız' demeleri gibi." Aynen onların 
bu işe gönüllü sarılarak bu ikrama kavuştukları gibi. Zaten Hz. İsa, yeni 
peygamberi ve son dini müjdelemek için gelmişti. Havarilerin kısa süreli olarak 
gönüllü fedailiğini yaptıkları bu işe Hz. Muhammed'in peşinde gidenlerin sürekli 
olarak kendilerini vermeleri ne de güzel olur! Bu diyalogun surenin akışı içinde 
burada sergilenişi ile amaçlanan en açık dokunuş ve amaç ta budur zaten. Peki 
sonuç ne olmuştu? 
 
"Havâırîler: ?Allah yolunun yardımcıları biziz' 
demeleri gibi İsrail oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Biz de 
inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler." 
Bu âyetin yorumunu iki şekilde yapmak mümkündür. 
Hz. İsa'nın peygamberliğine inananlar tüm hristiyanlardır. Doğru inanca sahip 
olanları ile inancına birtakım sapıklıklar bulaşan tüm hristiyanlar. İşte Cenabı 
Allah bunları Hz. İsa'ya hiç inanmayan yahûdilere karşı desteklemiştir. Nitekim 
onu tarihte de böyle olmuştur. Ya da Hz. İsa'ya iman edenler; onu 
ilahlaştıranlara, üç ilah inancına ve tevhidden sapmış diğer inançlara 
kendilerini kaptıranlara karşı tevhid çizgisinde yer edenlerdir. Bunların üstün 
gelmesinin anlamı delil ve belgelerle üstün gelmeleridir. Ya da onların bağlı 
olduğu tevhid inancının bu son din ile Allah tarafından üstün kılınmasıdır. 
Yeryüzünde son hakimiyetin ona bahşedilmesidir. Nitekim tarihte de böyle 
olmuştur. Bu son yorum surenin akışı içinde gerçeğe daha yakın ve tercih 
edilmeye daha uygundur. 
 
Bu işaretten ve bu çağrıdan alınması gereken 
ibret ise az önce değindiğimiz konulardır. Bu da mü'minlerin son dine sımsıkı 
sarılmalarını teşvik etmektir. Çünkü bu mü'minler yeryüzünde Allah sisteminin 
bekçileri, İlâhî inancın ve mesajın varisleri ve bu büyük görev için seçilmiş 
kimselerdir. İşte bu işaret ile onların Allah'ın yardımına ve dininin yardımına 
bütün güçleri ile koşmaları teşvik edilmek istenmiştir. Nihâî zafer Allah'ın 
yardımcıları olan mü'minlerindir. (Fî Zılâli'l Kur'an, 61/Saff 14. âyetin 
tefsirinden) 
 
Mevdûdi diyor ki: 
 
?Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun; 
Meryem oğlu İsa'nın havarilere...? 
Hz. İsa'nın sahâbîleri ile ilgili olarak İncil'de genellikle, "şakirt" "talebe" 
anlamında bir kelime kullanılmış, daha sonra da bu kimselere "Apostles" 
(rasül-elçi) denilmeye başlanmıştır. Bu, Allah'ın elçisi anlamında değildir. Hz. 
İsa, onları Filistin ve çevresine tebliğ vazifesiyle göndermiştir. Ayrıca 
Yahudiler Hz. Süleyman'ın (a.s) heykeli için para toplamaya giden kimselere de 
"rasül" (elçi) diyorlardı. Kur'an'ın kullandığı "Havârî" ifadesi ise, daha net 
ve anlaşılırdır. Bu kelime "Hor"dan türemedir ve "beyaz" anlamındadır. Nitekim 
elbise temizleyicisine "havârî" denir. Çünkü o elbiseleri temizleyerek onları 
beyazlatmaktadır. Yine saf maddelere de "havârî" denir. Örneğin elekten geçen 
maddelerin adı havaridir. Ayrıca "karşılık beklemeyen arkadaş, dost" 
karşılığında da bu kelime kullanılır. İbn Seyyide, "Bir kimseye aşırı derecede 
yardım eden şahsa havârî denir" demektedir (Lisan'ul-Arab). 
 
?... Havârîler de demişlerdi ki: "Allah'ın 
yardımcıları bizleriz..." Bu son 
safhada, Kur'an, insanları Allah'ın dinine çağıran ve O'nun dininin küfre karşı 
galip gelmesi için uğraşan kimseleri, "Allah'ın yardımcıları" (Ensârullah) 
olarak nitelemiştir. Bazı kimselerin zihninde, "Allah her şeye Kadir'dir ve tüm 
mahlûkattan müstağnîdir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O'na muhtaçtır. O 
halde bir kul Allah'a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?" gibi bir soru akla 
gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir: 
 
Bu kimselere, "Ensarullah" (Allah'ın 
yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın bir kimseye 
muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünyada iman-küfür, 
itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle 
mümin ya da kâfir olmaya zorlamaz. 
 
Fakat O, bu gâyeyle insanlara yol göstermesi, 
telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal 
etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kimse mümindir. 
Fiilen tabi olduğunda da, müslim, kaanit ve âbiddir. Allah'tan ittika ederek 
yaşarsa muttaki, hayır için yarışırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve 
tâlimi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah'a 
itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa ensârullah'tır. Allah, yukarıdaki 
âyette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri kendisine yardımcı olanlar 
şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifadeyle kast olunan budur. Şayet asıl maksat, 
Allah'a değil, Allah'ın dinine yardım etmek olsaydı, "Ensârullah" yerine "Ensâru 
dînillâh", "Yensurullah" yerine "Yensuru dînellah" ve "in tensurullah" yerine de 
"İn tensuru dînellah" denilmesi lâzım gelirdi. 
 
Ancak görüldüğü gibi, Allah Teâlâ sürekli olarak 
bu ifadeyi kullanmış olduğundan, Allah'a yardımın kastedildiği açıkça 
anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah'ın bir ihtiyacını 
giderdikleri ve Allah'ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve 
kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü, 
kendilerine Allah'ın yardımcıları denmiştir (Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, 61/Saff 
sûresi, âyet 14'ün tefsiri). 
 
 



