Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar


Tefsirlerden
İktibaslar

?Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı
şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali,
?alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti
helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de
fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır (Allah
dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada
devamlı kalırlar.? (2/Bakara, 275)

Ribâ yoluyla haksız yere mal kazananlar hem
dünyada hem âhirette delilikten şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi
sersemleyerek kalkarlar. Rastgele ve anlamsız hareketlerde bulunurlar. Bu
onların; "Alış veriş de ancak riba gibidir." demelerinden dolayıdır. Oysa
Allah alış-verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır. Artık her kim kendisine
Rabbinden ribanın haram olduğuna dair bir öğüt gelir de ribadan vazgeçerse
geçmişteki aldıkları kendisinindir ve işi Allah'a kalmıştır. Samimi bir şekilde
tevbe ederse Allah onu bağışlar. O'na ummadığı yerden bol bol rızık verir. Her
kim de tekrar ribaya dönerse; işte onlar ateş halkıdır; orada sürekli azap
içerisinde kalıcıdırlar.

Ribâ:
Aynı cins malların birbirleriyle karşılıklı satış akdinde şart koşulan bir
fazlalığın olması veya borç veren kimsenin borç alandan borcun zamanının
uzamasından dolayı verdiği para ya da malı fazlasıyla almasıdır. Eğer borçlu
ödünç aldığı malı çalışarak arttırmışsa riba yiyen, borçlunun emeğinden
gasbetmiş olur. Fakat borçlu aldığı malı arttıramamış bilakis daha çok zarar
etmişse veya aldığı malı ailesi için harcamışsa, riba yiyen bu sefer borçlunun
etinden, kanından yemiş olur. Ribanın tüm çeşitleri yasaklanmıştır. Sadaka:
Geri iadesi istenmeden karşılıksız olarak bir kimseye malların bir kısımını
bağışlamaktır. Karz-ı hasen: Bir kişiye karşılıksız olarak borç
vermektir.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: Ribâ:
Sözlük anlamıyla ziyâdelenmek, fazlalanmak mânâsına mastar olup, faiz dediğimiz
"artık değer"in ismi olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı faydaya yönelik bir
sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık demektir. Ribâ bir muamelede,
hem karşılık maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde kendini gösteren bir
yalancılık, bir çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık gözetme maksadı olmayınca
ribâ tasavvur olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan şeyler birbirleriyle
değiştirildiği zaman ikisi arasında fiyat farkından dolayı bir fazlalık meydana
geleceğinden o vakit bir değer artışı gerçekleşir. Yani ribânın ölçüsü hem cins,
hem miktar veya birinden biri şeklinde kendini gösterir. Karşılıklı sözleşmenin
esası, malı malla terazide tartarak değiştirmek demek olan alışveriştir ki,
malın faydasının satışı demek olan kira da bunun kapsamı içindedir. Gerçi satış
bazı hallerde sadece kâr anlamı ifade eder. Fakat bu kâr, tek taraflı değil, en
az iki taraflı bir sözleşmenin ürünü olduğundan karşılıksız sayılmaz. On kuruşa
alınan bir mal on bir kuruşa satıldığı zaman, o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ ise
bir sözleşme sırasında olur: Bir sözleşmede cinsi ve miktarı birbirine eşit iki
mal birbiriyle karşılıklı olarak değiştirildiği zaman bir tarafa bedelsiz bir
fazlalık söz konusu oldu mu işte bu bir ribâdır ki, bu bedelsiz fazlalığın
aslında karşılığı ödenmemiştir ve karşılığı yoktur. Mesela, birine daha sonra
almak üzere borç olarak on lira verdiniz, o sizin verdiğiniz on lirayı harcadı;
fakat bir süre sonra, sizin verdiğiniz o on liranın yerine size yine on lira
getirip verdi. Verdiği anda da bu iki on lira birbiriyle değiştirilmiş oldu
demektir. Bunlar cins ve miktarca tamamen birbirinin karşılığıdır. Fakat o
borçlu on yerine mesela on lira on kuruş verirse, bu on kuruş açıktan ve
bedelsiz verilmiş bir fazlalıktır. İşte bu âyet nazil olduğu zaman böyle altın
veya gümüş nakit borçlanmalar ile ribâ, cahiliyet devri Arapları arasında
bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle yediği içtiği hep ribâ
demekti; biri öbürüne altın veya gümüş, belli bir para borç verirdi, aralarında
kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan
ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu âyet indiği zaman aralarında en
yaygın olan ribâ bu idi. Herhangi bir borçta vade geldiği zaman borçlu borcunu
ödeyemiyecekse alacaklısına, "veremeyeceğim, irbâ et", yani "arttır" derdi, yine
bir miktar daha ribâ eklenir ve böylece her vade yenilendikçe borcun miktarı da
artardı ve arta arta ana paranın bir veya birkaç mislini bulurdu. Borcun aslına
ana para anlamına gelen "re'sü'l-mal" ve ona eklenen fazlalıklara da "ribâ" adı
verilirdi. Her vade yenilenişinde eklenecek ribânın yalnızca ana para üzerine
veya birikmiş faizlerle birlikte ana paranın toplamı üzerine konularak tartıya
dahil edilirdi ki, zamanımızın deyimi ile birincisi basit faiz, ikincisi
mürekkep faiz demektir. Böylece ribânın ana paraya eklenip katlanması mürekkep
faizde daha hızlı olmakla beraber, faizin her iki şeklinde de meydana gelmesi
söz konusudur. İş ve ekonomi dünyasında bu gün yürürlükte olan faiz işlemleri de
öz bakımından cahiliyet devrinde cari olan faiz geleneğinden farklı bir şey
değildir. Zaman zaman faiz miktarlarının ve işlemlerinin çoğalıp azalması da
bunun niteliğini değiştirmez. İşte Araplar arasında geleneksel ribâ, tam
anlamıyla zamanımızda nakit paralara ait faizin veya nema denilen fazlanın
kendisidir. Bunun "karz-ı hasen" denilen "karşılıksız borç" dışındaki bütün
borçlanmalarda uygulaması da işte böyledir. Şüphe yok ki, işin aslına göre ve
lügattaki anlamına göre, bunun en uygun adı "ribâ"dır. Ziyadelik, mutlaka bir
artık değer, bir fazlalık anlamına gelir; buna "faiz" veya "nema" adı vermek
"alışveriş de ribâ gibidir" iddiasında görüldüğü gibi, ticarete benzetilerek
verilen yalan ve uydurma bir isimdir.

Ribânın nakit paralarda ifade ettiği bu
fazlalık, anlam bakımından şeriatte diğer mallara ve "nesî" adı verilen vadeli
satışlara da uygulanmıştır. Nitekim "Nesîdeki de kesinlikle ribâdır."
hadis-i şerifi uyarınca soyut sarraflık işlemleri de, veresiye esasına dayanan
vade farkları da başlı başına birer ribâdır. Bunun gibi "Aynı cins ve
kalitedeki buğdaya karşılık, aynı cins ve kalitede buğday alınabilir, fazlası
ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki arpaya karşılık, aynı cins ve kalitede arpa
alınabilir, fazlası ribâdır..." diye buğdayı, arpayı, hurmayı, tuzu, altını
ve gümüşü, hâsılı altı ayrı şeyi aynı şekilde tek tek sayan meşhur hadis-i
şerifte hem "yeden biyedin" yani peşin olarak elden, hem de "mislen bimislin"
değer ve kalite bakımından eşiti ve eşdeğeri olarak tam karşılığı demek olduğu
halde; peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek olan, yani sırf veresiye olmaktan
dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin hükmünün kapsamı içinde olduğunda
görüş birliği vardır. Bununla beraber bu hadiste ribânın altın ve gümüş gibi
nakitler dışında kalan şeylerde dahi nasıl gerçekleşeceği gösterilmiştir ki,
bunlar o günkü geleneksel anlayışta ribâ sayılan şeylerden değildi. Bundan
dolayı ribâ kelimesi, geleneksel anlamı dışına çıkarılarak daha geniş kapsamlı
bir şer'î deyim olmuştur. Bunun böyle olduğu şununla da desteklenmiştir ve
kuvvet kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk (r.a.): "Ribânın gizli, kapalı olmayan
birtakım bölümleri vardır ki, onlardan birisi de hayvan alış verişlerindeki
selemdir." buyurmuştur. Selem peşin para ile veresiye mal alma, malı ucuza
kapatma olduğuna göre; Hz. Ömer'in bu sözünden de anlaşılacağı gibi, ribânın
birtakım gizli yolları ve şekilleri de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim lügatte
ve örfte ribâ adı verilmeyen ve günümüzde dahi faiz kapsamı içine girmeyen bu
çeşit hayvan alışverişlerindeki işlemin açıkça ribâ sayılması gerektiğini kesin
bir dille belirtmiştir. "Ahkâm-ı Kur'ân"da açıklandığı üzere yine Hz. Ömer
(r.a.) demiştir ki: "Ribâ âyeti, Kur'ân'ın en son nazil olan âyetlerindendir. Hz.
Peygamber (s.a.s.), bunu bize bütün yönleriyle açıklamadan göçtü. Bundan dolayı
ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani mevcut açıklamalara göre ribâ olduğu iyice
bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ reybi, ribâ şüphesi bulunanları da
bırakınız.

Bundan dolayıdır ki, İslâm'da "Helâl olan
şeyler apaçık, haram olan şeyler de apaçıktır ve ikisi arasında birtakım şüpheli
şeyler de vardır, iyice şüpheden kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de
bırak." hadis-i şerifi gereğince, genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak
mendup olduğu ve takva sayıldığı halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden
kaçınmak vacip cinsinden bir görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde
"ribâ şüphesi ribâdır, zira ribâ konusunda şüphe geçerlidir" diye bir kural
vardır. Müslümanların bunları bilmesi gerekir. Yukarıda sözü edilen ve altı
şeyden örnek göstererek ribâyı açıklayan hadis-i şerifiyle bu konuda mevcut
diğer hadislerin ve âyetlerin verilerinden elde edilen bilgilere dayanarak
Hanefî mezhebi imamlarının çıkardığı sonuçlara göre; gerek nakitlerde, gerek
diğer mallarda ribânın sebebi ve ölçü birimi iki şeydir: cins ve miktar. Fakat
Şafiî fakihleri nakitler dışındakilere bir "ta'm" denilen "yeme" anlamını,
Malikîler "kût" mânâsını ilâve etmişlerdir.

Ribâ ile ilgili hükümler, Peygamberlik
yıllarının sonuna doğru ve Mekke'nin fethi sıralarında nazil olmuştur. Ve hatta
halka duyurulması ile ilk uygulaması da Vedâ Haccı'na rastlamıştır. Bu sıralarda
da "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum." (5/Mâide, 3) âyeti
gereğince İslâm dininin ikmal dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân
Sûresi'ndeki "Ey iman edenler kat kat katlanmış olarak faiz yemeyin!"
(3/Âl-i İmrân, 130) âyeti, sonra da işte bu âyetler nazil oldu. Bu bize gösterir
ki, ribânın ortadan kaldırılması bir tekâmülü ve gelişmişliği hedef tutmaktadır.
Sistem olarak faizin yer aldığı bir toplum düzeni, henüz tam anlamıyla istenen
düzeyde mükemmel hale gelmemiş demektir ve mükemmel bir toplum düzeni ortaya
koyamayan millet ve kavimlerden de ribâ kalkmayacaktır. Dine ve inanca bağlı
ahlâkları yükselmemiş, sosyal yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış,
sosyal yapıları kuvvet ve tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan
toplumlar ribâdan kurtulamazlar, kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan
ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile
kişisel çıkarların çatışmasını ortadan kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda
faizsiz yaşanamayacağı inancı yayılmaya ve faizin meşru olduğuna çareler
aranmaya başladı mı, orada çöküntü ve çözülme başgöstermiş ve cahiliyet devrine
doğru dönüş başlamıştır. "Zarûretler mahzurluyu mubah kılar." kuralınca
zaruretler, mubah görme kapısını açar. Bugünkü insan toplumlarının ribâ
devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve sağlam bir toplum düzeni kurmalarına
bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki düzelme ilerledikçe faizler
kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan kalkacaktır. Fakat faiz devam
ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve fakirlik azalmayacaktır.
Genel bakış açısından bakıldığında günümüz dünyasında faizin ortadan
kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış ise de, doğrusu hâl-i
hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil, aşağı çekilmesi
konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz gerçekleştiremediği bu
ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum düzeninde gerçekleşmişti. Bu sûretle
Kur'ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün beşeriyete dahi en yüksek bir
tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap, bir ilâhî kanundur.

Toplumun iktisat düzenini güven altına almak
için, hayır yolunda infakı genelleştiren toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı
en önemli hedef kabul ederler. Bunun aksine mal bölüşümünde ribâ usullerini
revaçta tutan toplumlar da servette tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını
hedef tutarlar. Faizci, borç verip ribâ alabilmek için daima bir muhtaç gözetir.
Ve her ribâ bir bedel verilmeden alınan açık bir fazlalık olduğu için, ihtiyaç
sahibinin ihtiyacını hafifletecek yerde onun emeğini ve üretimini karşılıksız
gasp eder, dolayısıyla borç yükünü daha da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum
ribâcılara çalışmış olur. Fakir fukara kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olursa
olsun o toplumun dışına itilmiş ve yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o
toplumu durmadan ihtilâllere sürükler. Meşrû olmayan art düşünceli maksatlardan
doğan ihtilâl fikirleri ile fıtrî sebeplere dayanan ihtilâl arasında ise çok
büyük farklar vardır. İlâhî rahmet, zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından
samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini gerektirirken, bunun aksine hareket
eden ve karşılarında fakirlik olmadan nimete eremeyeceğini sanan toplumlar,
hiçbir zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıları çekmekten kurtulamazlar. Böyle mal
bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline getiren toplumun fertleri için ribâ,
tiryakilerin afyonu gibi hasret duyulan bir ihtiyaç halini alır. O zaman
gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de bundan sakınmaları zorlaşır. Hepsi
ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman bu zorluğu
göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler işte yukarıda
açıklanan "Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara korku yoktur ve
onlar mahzun da olmazlar." âyetinin verdiği müjdeye nâil olurlar. Ribâcılar
ise ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde kıvranır dururlar.

İşte Hak Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak
üzere buyuruyor ki: "fâiz yiyenler" , yani faizcilik yapan ve böylece servet
elde ediyoruz diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini
kamu yararından kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade
tüketime hizmet eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına
gidenler, sâradan, cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış
sâralı veya deli gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan
"mess" Arap dilinde "delirmek" anlamına da gelir, mecnûna ve saralıya "memsûs"
yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri
gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve şeytana nisbet edilerek "cin
tutmuş", "şeytan çarpmış" denilegeldiği de herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların
böylece şeytana nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca
tartışma konusu yapılmış ise de, burada asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın
dehşetini ve gizli sebeplere dayandığını göstermektir. Bunlar ribâ ile emek ve
iş sahiplerinin çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla geçindiklerinden
tembellik içinde yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar, hemen
kalkamazlar; pekçoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek,
ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları ribâ
düşüncesi ile ve onun dedikodusu ile geçer, düştükleri zaman da bellerini
doğrultamazlar. Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını ribâ ile
doldurduklarından dolayı bir hadis-i şerifte de beyan buyurulduğu üzere,
kabirlerinden kalkarken genellikle sâralı veya deli halinde kalkacaklar ve bu
hal onların belirgin özellikleri olacaktır. Mîrac gecesinde Rasûlullah,
ribâcıları bu âyetin tasvir ettiği şekilde görmüş, bunlar kimdir diye sorduğu
zaman da Cebrail bu âyeti okumuştur.

O ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar
alış-veriş de başka birşey değil, ancak ve ancak ribânın bir benzeridir. O da
ribâya benzer, o da ribânın bir bölümüdür diye inandılar. Alışveriş ile ribânın
hakikatteki farklarına rağmen, ayrı ayrı özellik taşıyan iki şeyi aynı şeymiş
gibi kıyaslayıp aynı işleme tâbi tuttuklarından başka, bununla da yetinmeyip
ribâyı asıl, alışverişi de ona benzer bir ayrıntı yerine koydular. Sanki
alışverişin de ribânın akıntısına kapılması gerekirmiş, onun izinde olması icap
edermiş gibi bir düşünceden hareket eylediler. İşte fenalığın başı, ribâyı
alışverişe benzetmeleri ve böyle bir kıyas ile ikisini aynı şeymiş gibi
saymaları, daha önemlisi bu teşbih-i kalb, veya teşbih-i maklûb ile ribâyı asıl
ve temel kabul edip alışverişi de onun bir ayrıntısı yerine koymalarıdır. Sadece
"ribâ alışveriş gibi değil", bilakis "alışveriş ribâ gibidir" demeleri ve böyle
bir mantık oyunu ile ribâyı alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi gösterip
helâl saymaları sebep olmuştur ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile ribânın
farkını kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine çevirip,
tersyüz edip ortaya koyarlar. Tefsir âlimleri bu benzetmenin "teşbih-i maklûb"
veya "teşbîh-i ma'kûs" olması hakkında biraz ihtiyatlı davranmışlar ve idare-i
kelâm etmişler, fakat âyetin dış görünüşü bakımından "teşbîh-i ma'kûs" suretiyle
bir kıyas-ı ma'kûs olmasını tercih etmişlerdir ki birine göre, yani teşbih-i
maklûb olduğuna göre, ribânın mübalağa yoluyla asılmış gibi abartıldığı,
diğerine göre de asıl iddia edildiği anlaşılır.

Nakitlerin, her çeşit malın hızlı bir şekilde
değişim aracı olması, alışveriş ve değişimin tekrarlanması ve sürüp gitmesi de
sonuçta malların bir kâr ve nemâ (artma) sebebi olması itibarıyla; nakitler
durduğu yerde bilfiil nemâ yapmasa da takdiren bilkuvve nemâya sebep sayılır. Bu
şeriat açısından da böyledir. Bu bahane ile ribâcılar birine bir para verdikleri
zaman, verdikleri paranın bilfiil olmayan nazarî nemâsını zihnen hesaba katıp,
hayal edilen nazarî menfaatını karşılık göstererek, onun yerine faiz denilen bir
kesinleşmiş fazlalığı alırlar. Aslında mesele yine mal değişimi meselesidir.
Fakat gerçekte karşılığın birisi var, diğeri ise hayalî olarak var gibi
görünmektedir. Yani alınan faiz görünür, bilinir, belli bir maldır, bir
değerdir; fakat onun karşılığı farzedilen şey ise ne görülür, ne bilinir, ne de
elle tutulur bir şeydir, sadece çeşitli ihtimaller içinde gezip dolaşan bir
hayaldir, şöyle olabilirdi, böyle olabilirdi gibilerden bir hayalî kuvvettir,
bir vehimdir. Hayal ise hakikate dönüştüğü zaman bir hiçtir. Hayalin hakikat ile
değiş tokuşu da bir hayal değiş tokuşundan başka bir şey değildir. Alışveriş ise
gerçek anlamda bir değiş tokuştur. Gerçeğin gereği de hayale hayal, hakikate
hakikat hükmünü vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden, bu hayalî değişimi, bir
gerçek değişim olan alışverişe benzeterek karşısındakine "Ribâ da alışveriş
gibidir, ben bu faizi karşılıksız almıyorum, alışveriş gibi bir değişim yoluyla
alıyorum." diye gösterir ve bunu malın kendisinin değil de faydasının satışı
demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak ister. Oysa kirada fayda
ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde ve vehimde vardır.

Ribâcının değişim iddiası, altınların
şıngırtısını altınla satmaktan daha hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına
şöyle bir bakar, "Ben bunları tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem,
neler neler kazanmazdım. İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum.
Haydi bu kazançları şu kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı ve
sağladığı faydalardan da şu kadarını toplam olarak geri bana ver." der. Ayrıca
"Bak, ben sana ne kadar iyilik ettim." diyerek bir de minnet yükletir. O zavallı
fakir de belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla alır, kazanabilirse zaten
kazancını faizciye verir. Kazanamazsa da mahvolur gider. Bununla beraber
ribâcılar, "ribâ alışveriş gibidir" demekle kalmış olsalar, hakikate karşı büyük
iftira anlamı taşıyan bu sözleri ve bu ruh halleri toplum için yine de nisbeten
ehven-i şer (ehven şer) olurdu. Çünkü o zaman alışverişin esas olduğunu kabul ve
itiraf etmiş olacaklarından faiz işlemlerini mümkün olduğu kadar gerçek değişime
yaklaştırmaya çalışırlardı. O zaman bütün ticarî işlemlerde ribâ hâkim olmaz,
faizsiz, sağlam ve gerçek anlamda kâr esasına dayalı ticaret de yapılabilirdi.
Emek ve üretim sahipleri o kadar zarar görmez, servetler de sürekli olarak
sermaye sahipleri lehine (çıkarına) birikip durmazdı. Halbuki ribâcılar kendi
zihniyetlerinde "ribâ alışveriş gibidir" demekle kalmazlar. Onlar şu
kanaattedirler: "Ticarî işlemlerde ve her türlü girişimde asıl maksat, kamu
yararı değildir; en az emekle ve en az zahmetle çok kazanç sağlamaktır. Bol
kazanç elde etmenin en rahat, en kısa yolu da faizciliktir. Faizde kâr muhakkak
ve kuvvetli; ticarette ise riskli, zayıf ve vehim, yani varsayımdır. Alışveriş
gibi değişik sözleşmelerin çeşitli çaba ve zahmetlerin arkasından gelecek olan
kâr ile tek sözleşmeyle ve bir hamlede elde edilecek kâr arasındaki fark çok
açıktır. Sonra gerçek değeri ve faydası olan malların değişiminden çıkacak kârda
fazla bir fevkalâdelik yoktur; çünkü o kâr, o uğurda verilmiş zahmetlerin normal
bir karşılığıdır. İnsan hayalî bir şeyi, gerçeğe çevirdiği zamandır ki ciddi bir
kâr elde etmiş olur. Alışveriş kapsamı içine giren bütün işlemler, hep kazanç ve
kâr elde etmek için araçlardır. Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr içindir.
Tüccarlık kamu yararına hizmet değil, kamu yararını kendine çekmektir.

Özetle, alışverişin asıl özü değişim ile onun
bedeline sahip olmak demek değildir, yalnızca kazanç ve kâr elde etmektir.
Bundan dolayı da ticaretin özü alışveriş değil kârdır. Hâlis kâr ise ribâdır. Bu
anlamda ribâ alışverişe benzer değildir, ancak alışveriş ribâya benzemektedir.
"Alışveriş de ribâ gibidir." formülüne göre; alışveriş helâl ise, ribâ öncelikle
helâl olmalıdır derler. Ve hiçbir üretim yapmadan paralarını durmadan arttırmak
isterler.Bunun için paranın sağladığı fayda derken yalnızca ribâyı düşünürler.
Paralarının getireceği faizi düşünmeden hiçbir işe girişmezler. Fâiz kalkarsa
ticaret durur derler. Kendilerini tüccarların en büyüğü sayarlar. Faiz işine
bulaşmadan ticaret yapanlara tüccar bile demezler. Halbuki tüccarı yaşatan
faizciler değil, faizcileri yaşatanlar tüccarlardır.

Fâiz düşünmeyen bir kimse, meselâ yüzde beş
kârla işe girişmek isterse ribâcılar, yüzde on ile bile iş tutmaya râzı
olmazlar, fakat başkalarını iflâs ettirmek ve fâiz piyasasını yükseltmek için
türlü türlü entrikalar çevirerek bir süre için zarara bile katlanırlar. Bir kere
ticarî işlemlerin aslı esası fâizdir şeklinde karar verildimi, artık ribâ bütün
alışverişe hâkim olur. Ribâya benzetilmeden, fâiz hesabı karıştırılmadan hiçbir
alışveriş yapılamaz. Esas hedef olan mallar ile onu elde etmeye araç olan para
arasındaki denge, araya giren ribâ ile, malların aleyhine ve paranın lehine
bozulmaya başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı, faiz kanallarından ribacıların
ellerinde toplanır, derece derece ve gitgide servet tekelleşmeye başlar, lüks ve
zararlı tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri lehine tüketim önem kazanır.
Bizzat üreticiler hesabına üretimin değeri düşer, aracılar da bu ikisi arasında
durmadan bocalar durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem de sermaye, bununla
beraber ihtiraslar ve kıvranmalar arttıkça artmıştır. Toklar azalmış, açlar
çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar kadar mal yığılı
olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime katkıda bulunan
emek sahipleri ile, sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar. Bir taraftan
sermaye sıkıntısı çeken üreticilerde paranın değişim aracı olması aleyhine
fikirler ve duygular gelişmeye başlar ve onlar malların, parasız ve aracısız
değişimini arzu etmeye başlarlar. Öbür taraftan da para kaynaklarını ellerinde
tutanlar, bütün imkanlarını kullanarak bunları ve bütün ekonomik hayatı kontrol
altına almaya, bunları saf dışı etmeye veya esaret altına almaya çalışırlar.
Gitgide sermayeden de, üretimden de yoksun olan işsizler çoğalır. Bunlarda da
bir yağmacılık hissi uyanır. Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem sanılan
bir toplum, oysa artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükûn içinde
kımıldanmak ihtimali bile yok gibi görünen kesimler, ruhlarındaki acının telaşı
ile artık patlamaya hazır hale gelmiştir. Şeytanlar da bundan istifade etmeye
kalkışırlar.

Bütün bu fenalıklara sebep olan ribâcıları,
korkunç bir cinnetin sarsıntısı sarar da bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri
altüst olur. Bu sâra onlara da dedikleri zaman zihinlerine gizlenen cinnet
eserinin bir anlamda dışa vurması demek olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette
olmasa da büyük kıyâmette mutlaka bu cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip
tevbe etmedikçe bu kötü sondan kurtuluş yoktur. Kur'ân'ın belağatı, ne kadar
hayret verici bir şeydir ki, bir tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i
ma'kûs ifade eden veciz cümlesi içinde bu kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın
ihtiyacını karşılamış, iyilik ve takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve
meşru olan bütün değişim usullerini ve ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek
ve bununla ilgili olarak bütün hukukî ve sosyal düzeni, normal mecrasından hayra
ve halka hizmet hedefinden çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin
emek ve işgücünü, şahsî ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale
dönüştürmek isteyen ribâcıların bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh
hallerini gösterivermiştir.

Evet ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket
etmektedirler, halbuki Allah, alışverişi helâl, ribâyı haram kıldı. Bunlar
birbirine benzer şeyler değil, tamamen zıttırlar. İlâhî nassın hükmü böyle iken
aralarındaki fark nasıl olur da görmezlikten gelinir ve aksine ortaya konulan
bir bâtıl benzetme ile alışverişi ribâya veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye
kalkılır. Bunları birbirine karıştırıp haramı helâl, helîlı haram yapmaya
kimsenin hakkı yoktur. Allah, birbirinin zıddı olan yalan ile doğruyu, hayal ile
hakikatı nasıl ayırmış ve bu farklılığı kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye nasıl
vermemiş ise gerçek ve sağlıklı bir değişim olan alışveriş ile yalan ve vehim
ürünü bir değişim olan ribânın birbirine zıt olduğunu ortadan kaldırmaya,
haramlığını ve helâllığını karıştırmaya kalkışmak da böyledir. Birbirinin zıddı
olan nur ile karanlığı birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, ribâ ile
alışverişi benzer şeyler saymak da öyledir.

Akıl ve idrâkleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz
ilâhî irşad kendilerine ulaşmamış bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık seçik
rabbanî uyarıların gelişinden sonra da bu sevdâdan vazgeçmeyip böyle bâtıl duygu
ve düşüncelerde ısrar edenlerin, âhiretteki halleri şeytan çarpmış deli ve
sâralı gibi olmaz da ne olur? Bundan dolayı kendisine Rabbinden böyle bir öğüt,
bir nasihat ve uyarı gelip de derhal ribâcılıktan vazgeçen her kim olursa olsun
geçmişte kalan ribâ artık onun kendisinindir. O fesh olunmaz, geri alınmaya da
kalkışılmaz, hüküm öncesine şâmil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü sırf Allah'a
kalmıştır. Şimdiki halde ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık ihlâs ve nedâmet
derecesine göre, Allah ona ecir verir; geçmiştekileri de dilerse bağışlar,
dilerse bağışlamaz, onu ancak O bilir. Şu kadar var ki, tevbe hakkındaki vaadine
bakılırsa, o kulun affedilme ümidi fazladır. Her kim dönerse, yani eskiye döner
de yine ribâyı helâl görmeye başlarsa işte onlar ateş, yani cehennem ehli ve
ashâbıdırlar. Cehenneme gönderilirler ve orada ebediyyen kalırlar.

Bu Kur'ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr
gözeten alışverişin niteliğini öylesine kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi
arasındaki farkı ve tezadı öylesine tesbit etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım
kelimesindeki "elif lâm"ı ahd-ı hâricîye hamledip, ribânın "kat kat ve
katmerli", yani mürekkep olan bir tek çeşidine âitmiş gibi göstermeye imkân
bırakmamıştır. Bundan dolayı "ribâ" kavramı ile "alışveriş" kavramı iyice
anlaşıldıktan sonra bunları birbirine karıştırmaya imkân yoktur. Allah katında
alışveriş, "alışveriş" olduğu için helâl; ribâ da "ribâ" olduğu için haramdır.
Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış olan alışverişlere gelince, bunların da
temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan belli hükme bağlı olacağı
bilinmektedir. Midesi temiz olanlar, bir damla pislik karışmış olan suyu nasıl
içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir hadis-i şerife göre: "Haram ile
helâl birleşince haram öne geçer" kuralı bunu bildirmektedir. Ribâ haram ve
bâtıl olunca, ribâ ve benzeri pislikler karışan alışveriş de fâsit olur ki,
bunun ayrıntıları ve açıklaması fıkıh ilminin konusuna girer. Yukarıda görüldüğü
üzere, şeriat açısından ribâ kavramı oldukça genel bir kavramdır. Bunu mümkün
olduğu kadar Hz. Peygamber'in açıklamalarından anlamak ve ayrıntılarını onun
hadislerinden çıkarmak gerekir. Ancak geleneklerde ve dilde yaşayan ve bilinen
bir ribâ örneği vardır ki, o da nakit paralarda kendini gösteren faizdir ve
bunun âyetteki ribâ kavramının içinde yer aldığı her türlü şüpheden uzaktır.
Âyetin bunun dışındakiler hakkında genel ve mücmel şer'î anlamı ve delaleti,
başlıcaları ismen zikredilen ve yukarıda geçen meşhur "eşyâ-yı sitte" (altı şey)
hadisi ile ve bir de "Nesîde de ribâ vardır." hadis-i şerifi ile tefsir
edilmek gerekirse de belli bir vâdeye bağlı olarak verilen nakit borçtan dolayı
alınan meşhur faizin haram olduğu, bizzat âyetin kesin hükmünden çıkan bir
sonuçtur. Şu halde gerek âyette geçen uyarı ve gerek ribâcılara Allah'ın savaş
ilan ettiği şeklindeki tehditler topluca göz önüne getirildiği zaman, hiçbir
müminin şüphe etmemesi gerekir ki, toplum düzeninin iyiliğini ve mutluluğunu
gözetecek yerde onu gözardı edenler, Kur'ân'ın bu kesin açıklamalarına rağmen
ribâ için cevaz yolları aramaya kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun
geleceği için büyük faydaların değil, büyük zararların ve tehlikelerin mevcut
olduğunu hesaba katmamış olurlar. Çünkü ribâda toplum için büyük zarar vardır.
Ancak konuya kişisel açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi bir ferdin toplumdaki
gidişatı tek başına durdurmaya veya o gidişatın yönünü değiştirmeye gücü
yeteceği iddia edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler için bunun
"Kim başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın mecbur kalır da
yerse..." (2/Bakara, 173) âyetinin hükmüne göre, zarûret halinde ölmüş
hayvanın etinden yeme cinsinden bir hükme tâbi olabileceği söz konusu olmuş ve
bunun için bir vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara benzeyen sakat
ve yatalaklar gibi muztar durumda bulunanlar için, "hîleyi şer'iyye" adı verilen
"devir" usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu da herhangi bir sû-i
istimal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın, denilebilir ki, özden ziyade bir
şekil işidir. Böyle bir zarûret durumuna düşmek kimse için temenni edilecek bir
şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki, ribâ hastalığı, ferdî bir
dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir hastalıktır. Bundan dolayı
sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan gelişmemiş toplumlarda hızla
yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye doğru güvenli adımlarla yürüyen
toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki, İslâmiyetin başlangıcında
Muhammedî feyiz sâyesinde yirmi sene içinde bu gelişme meydana gelmiş ve kısa
zamanda ribâ belâsı toplumdan silinip atılmıştır ve ribâsız bir ticaret
uygulanmıştır.

Tefsir âlimleri, ribânın haram kılınmasının
sebeplerini aşağıda görüldüğü üzere tek tek zikretmişlerdir:

1-
Yukarıda daha önce anlatıldığı üzere ribâ, insanın malını karşılıksız olarak
almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya peşin ya da veresiye satmak, bütün
çıplaklığıyla açıktır ki, o bir lira fazlayı karşılıksız almaktır. İnsanın malı
da kendi ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun gasbedilmesi haramdır. Nitekim Hz.
Peygamber "İnsanın malının hürmeti, yani haramlığı, kanın hürmeti gibidir"
buyurmuştur. Bundan dolayı insanın malını karşılıksız olarak almak haramdır.
Acaba o yüz lira sermayenin bir müddet zimmette beklemesi, o bir lira fazlanın
karşılığı değil midir? Bir de bugün peşin olarak on kuruşa satılacak bir şeyi,
bir ay sonra veresiye olarak onbir kuruşa satmak da câiz olmuyor mu? Hayır.
Verilen o bir lira gerçek ve sağlam bir liradır. Yüz liranın zimmette durması
ise vehim ve nazarî, dolayısıyla itibarî bir duruştur ki, bu duruş bir menfaat
olabileceği gibi, aynı zamanda bir zarar olabilir.

Hatta bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca insanın
malını karşılık almakla kalmayıp, karşılık adını vermek gibi bir ahlâksızlığı ve
bir çeşit sahtekârlığı da içermektedir. Buna karşı gösterilen karşılıklı rızânın
bir tarafı hakikatte rızâ değil, bir hoşnutsuzluktur. Bundan dolayı bir lirasını
doğrudan doğruya hibe veya sadaka olarak veren kimse ile faiz olarak veren
kimsenin kalbindeki duygularda ne büyük farklılık vardır. Birisi en yüksek haz
ve zevke erişmiş bir kalb olarak gayet ferah ve sevinçli olurken, diğeri malını
çarptırmış bir zavallı durumunda ve acılar içindedir. Alışverişteki peşin ve
veresiye farkına gelince, eğer alınan verilen her iki bedel bir cinsten
değilseler, bunlar herhangi bir sözleşmede birbirleriyle karşılaştırıldıkları ve
yalnızca birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarındaki üstünlük farkının ortaya
çıkmasına imkân yoktur. O üstünlük farkı bu değişimde değil, sözleşmenin dışında
kalan üçüncü bir değer ölçüsünün yardımıyla ortaya çıkabilir. Bunun için
yalnızca bir satış sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade etmez. Satışta kâr,
işte o üçüncü şey üzerine yapılan sözleşmenin bir sonucudur. Tüccar da böyle
sürekli sözleşmelerle iştigal eden kimsedir.

Meselâ, on kuruş şu anda ve şu sözleşmede bir
okka buğdaya tam karşılık olabildiği gibi, başka bir günde ve başka bir
alışveriş sözleşmesinde on okka buğdaya karşılık olabilir. Ve kuruş ile buğday
arasında cinslerinin ve faydalarının değişmemesinden dolayı her iki taraf, yani
alan ve satan taraflar, her zaman için seve seve hakiki bir değişme yapabilir.
Ve hiçbiri kendi amacına göre birşey kaybetmiş olmaz. Bu durum, taraflardan
birine bir kâr ve fayda sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf bu satış
sözleşmesinden doğmamıştır, bu sözleşmeyle daha önceki bir satış sözleşmesinin
arasındaki farktan doğmuştur. Yani on okka buğdayı on kuruşa satan adam, ihtimal
ki, daha önce onu beş kuruştan almıştır. Aksine bir okka buğdayı on kuruşa satan
da daha önce yirmi kuruşa almış olabilir. Alışveriş yoluyla ticarî işlerde
görülen kâr ve zarar da hep böyledir. Yoksa değiştirilen çeşitli mallar
arasındaki bir tek değişim doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek başına ne
kâr, ne de zarar düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı düşünülebilir.
İşin içyüzü de böyledir. Diğer sebepler ve araya giren bozucu unsurlar önlenirse
alışverişin niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın buğdayla, altının
altınla değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o zaman her birinin
miktarı, öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin, gerek veresiye olsun
aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun, yine bunun gibi bir lira
ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini belli eder ve göze
batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş olunca,
bir günlük gecikme veya öncelik bir fazlalık teşkil eder ve bu artık alışveriş
olmaz, sırf faiz olur. Zaten borç verme de böyle olduğundan dolayı ribâdır.
Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek tahlil etmek bir gasptır, bir müsâderedir.
Bunun içindir ki, meşhur "eşyâ-yı sitte" hadisiyle bu mânâ, örfteki ribâ
kavramına ek olarak ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.

2-
Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan uzak tutar.
Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş para sahibi olmuş bulunan bir kimse
faizcilikle parasını peşin veya veresiye arttırmak imkânını bulunca artık
geçimini kazanmak için az veya çok kolay bir yol elde etmiş olur. Ve o zaman
zahmetli olan ticaret veya sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna ve sıkıntısına
dayanamamaya başlar. Bu durum, yüksek üretim yapmaya kabiliyetli birçok kimsenin
çalışmalarından iş dünyasının mahrum kalmasına ve bundan dolayı da halkın genel
çıkarlarının kesilmesine sebep olur. Halbuki dünya ve toplum düzeni ticaretler,
üretimler, sanatlar ve bayındırlık faaliyetleri ile gerçek boyutunu kazanır.
Yüksek çalışmanın, yüksek sermayelerin dahi yakından ilgili olduğu bu açıdan
bakılınca sermayeyi arttırmak için ribânın da bu anlamda kamu yararına hizmet
edebileceği iddia olunamaz. Çünkü bu arttırma, yalnızca ribâdan beklenecek
olursa emek ve çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat edilmemiş olur. Halbuki
bayındırlık ve kamu yararı paraya, bir araç olarak bağlı gibi görünüyor ise de,
emek ve çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak dayalıdır. Bundan dolayı
sermaye sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi emek ve çalışmaları da üretime
eklendiği takdirde meydana çıkacak sonuç ile, bunların emek ve çabalarını kısmen
de olsa ribâya terketmeleriyle diğer çalışanların ve üretenlerin ortaya
koyduklarını tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki fark pek büyüktür. Eğer
ticaret ve iş dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve güçlerini sürdüren sermaye
sahiplerinin faizcilikleri ellerinden alındığı zaman bunların ticaretteki
kıymetlerinin kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman da bunların zaten faydalı ve
kıymetli bir kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının kabul edilmesi ve bu
yüksek sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının olmaması lâzım gelir. Yok
eğer bu sermaye sahipleri cidden ticarî gücü yerinde ve kabiliyetli kimseler ise
o zaman da ribâcılık, bunların gerçek değerlerini engellediği ve mesaîlerinden
ticaret dünyasını mahrum bıraktığı için, onlara ve kamuya zarar veriyor
demektir.

3-
Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre "karz-ı hasen" sûretiyle iyilik ve
yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış olunca,
insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç vermesi; onların hem hoşuna
gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına ve
neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı ölçüsünde
tüketmeye, tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu ödemede titiz
davranır, vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört elle
sarılır. Şüphe yok ki, on yerine onbir ödemeye mecbur olanlar arasında batan
borçların çoğu batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde
muhtaç olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir.
Bu imkânı bulan para sahipleri de bunu vesile yaparak "karz-ı hasen"den
vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma ve
dayanışma duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri
yayılmaya yüz tutar. Bu da toplumun felâkete sürüklenmesi demek olur.

4-
Ribâyı câiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal çekmek
imkânını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine
aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır denilen kamu
yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.

5-
Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden zararlarını
göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam anlamıyla
anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok kötü yönleri
vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile sâbit olmasıdır.
Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve hikmetleri, mükellef olan
halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir. Dolayısıyla biz, sebep ve
hikmeti bilemesek bile, ribânın kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.?
(Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)

Mevdûdi diyor ki:
"Arapça "ribâ" kelimesinin sözlük anlamı "bir şeyi arttırmak" veya "bir şeye
eklemek"tir. Teknik olarak ise, borç verenin, borçludan verdiği para üzerinden
belli bir yüzde alması, yani faizdir. Kur'an'ın vahyedildiği dönemde faiz çok
çeşitli şekillerde alınıyordu. Örneğin, bir kimse bir mal aldığında ödeme için
belli bir vade belirleniyor ve borçlu borcunu belirlenen tarihte ödeyemezse, ona
belli bir zaman daha tanınıyor, fakat ödenecek meblağa biraz daha ekleniyordu.
Veya borçlanan kişi, borç aldığı miktardan fazlasını ödemek zorunda kalıyordu.
Veya belli bir vade için bir faiz oranı belirleniyor, eğer borçlu belirlenen
zaman içinde ödemede bulunmazsa faiz oranı artırılıyordu.

Kur'an fâizle borç vereni deli bir
adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse,
aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki,
şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, benciliğinin ve
açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten
bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez.
Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada
sanki deli bir adam gibi davranır. Ahiret'te de aynı bu dünyadaki gibi deli
olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse âhiret'te o konumda
dirilir.

Onlar görüşlerini yanlış bir teori
üzerine dayandırdıkları için kâr ile faiz arasındaki farkı göremezler. Onların
iddiası şudur: Ticarette sermayeden kâr etmek helâl olduğuna göre, borca
yatırılan paradan faiz almak neden haram olsun? Sadece Arap müşrikleri değil,
günümüzün bankaları, finans kuruluşları da faiz hakkında bu tür düşüncelere
sahiptirler. Borç veren bir kimse o parayı borç vermeyip bir yere yatırsa kâr
eder, borç alan kişi de bir yere yatırım yapıp kâr ettiğine göre, borç veren
kişi diğerinin kârının bir kısmını neden almasın, diye fikir yürütürler. Fakat
onlar dünyada risksiz ve belli bir oranda sabitleştirilmiş kâr getiren hiçbir iş
olmadığını unutmaktadırlar. Ticarette, endüstride, tarımda ve her tür girişimde,
hem sermaye, hem de işgücü kullanılmalıdır. Aynı zamanda müteşebbis sabit bir
kâr oranı beklememeli ve belli bir riski göze almalıdır. Şimdi, aldığı borçla
yatırımda bulunup üretimde bulunan borçluyu bir tarafa bırakalım ve aldığı borcu
tüketimde kullanan kişinin faiz ödeme durumunu ele alalım. Parasını kârlı bir
işte kullanılmak üzere belli bir faiz oranıyla borç veren kimse ile başka tür
yatırım ve girişimlerle meşgul olan kimseyi karşılaştıralım. Herhangi bir
girişimde bulunan kişi veya kişiler tüm zaman, işgücü, kafa ve sermayelerini
kullanırlar ve işlerinin başarılı olabilmesi için ellerinden geleni yaparlar.
Fakat yine de sabit bir kâr oranını garantilemiş değillerdir ve birçok riskle
karşı karşıyadırlar. Tam tersine, sadece sermayesini veren kredici ise, üzerine
hiçbir risk almaksızın sabit bir kâr oranını garantilemiştir. Hangi mantıkla,
hangi adâlet ve ekonomi düşüncesine göre onun sabit bir kâr oranını
garantilemesi doğrudur? Bir kimse, bir fabrikaya, yirmi yıl içinde hangi fiyat
oyunlarının olacağını hesaba katmaksızın, nasıl yirmi yıllık sabit bir faiz
oranıyla borç verebilir? Bütün ülke riskle karşı karşıya bulunduğu, zarar
yaptığı ve fedakârlıklar yapmak zorunda kaldığı halde, savaş borçlarına karşı
bir yüzyıl boyunca faiz ödenmesini haklı gösterecek bir sebep var mıdır?

Farklı ekonomik ve ahlâkî sonuçlar
doğuran faiz ve kâr arasındaki en önemli ayrılıklar şunlardır:

1)
Alıcı ile satıcı arasındaki kâr anlaşması eşit şartlarda olmaktadır. Alıcı
ihtiyaç duyduğu maddeyi satın alır ve satıcı da bu maddeyi alıcıya sağlarken
kullandığ zaman, işgücü gibi harcamaları için kâr alır. Bunun aksine faizde,
borçlu, zayıf konumu nedeniyle krediyi verenle eşit şartla anlaşma yapamaz. Borç
veren kişi ise, kârı olarak belirlediği miktar kadar sabit oranda bir faiz alır.
Eğer borçlu aldığı parayı kişisel ihtiyaçları için kullanırsa, elbette zaman
faktörü hiçbir kâr getirmez. Eğer borçlu aldığı parayı ticaret, endüstri, tarım
gibi sektörlere yatırırsa o zaman eşit oranda kâr ve zarar şansı vardır. O halde
faizle borç vermek bir tarafa sabit ve garantili bir kâr getirirken öte tarafa
zarar veya bir tarafa kesin ve garantili bir kâr, öteki tarafa ise belirsiz ve
kesin olmayan bir kâr getirebilir.

2)
Tüccar yüksek de olsa bir kez kâr talebinde bulunur; fakat kredi veren, tekrar
tekrar ve zamanla oranı artan bir faiz ister. Borçlunun borç aldığı para
üzerinden kazandığı kâr kendi içinde sınırlıdır; fakat, borç verenin parası
üzerinden istediği faizin sınırı yoktur. Borç veren kişi bazen borçlunun tüm
kârını alabilir, hatta tüm kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu
borcunu ödeyemeyebilir.

3)
Bir madde el değiştirdiğinde veya fiyatı değiştiğinde ticarette alışveriş sona
erer. Bundan sonra alıcıdan satıcıya bir şeyler ödemesi istenemez. Mobilya, ev
veya toprak kiralarına gelince, borç verilen şeyin aslı harcanıp tüketilmez,
fakat kararlaştırılan zaman sonunda sahibine geri verilir. Fakat alınan borç
para olduğunda, borçlu önce bu sermayeyi tüketir, sonra da alacaklıya üzerine
bir miktar faiz katlayarak öder. Yani borçlu için iki risk vardır; borçlu hem
borç aldığı ana parayı üretmeli, hem de faizi karşılayacak parayı kazanmalıdır.

4)
Ticaret, endüstri ve tarım gibi ekonomik sektörle uğraşan kimseler zaman, işgücü
ve beyin gücü harcayarak kâr elde ederler. Fakat borç veren kimse, hiçbir riske
atılmaksızın ve işgücü de harcamaksızın, ihtiyacı dışındaki parayı borç vererek
borçlunun kârının en büyük hissedarı olur. O, yapılan işteki kâr oranına,
gerçekten, kâr olup olmadığına, belki de zarar olduğuna bakmaksızın, sadece
kendisine verilen sabit garantili faiz nisbetinde işe ortaktır.

Yukarıda anlatılanlardan, ekonomik
yönden de, ticaretin toplumda yapıcı bir etkisinin, faizin ise yıkıcı bir
etkisinin olduğu açığa çıkmaktadır. Ahlâkî yönden ise faizin bencillik, katı
kalplilik, paraya tapma gibi kötü özelliklere yol açtığı ve insanlar arasında
sevgi ve yardımlaşma ruhunu öldürdüğü bilinmektedir. O halde faiz, toplum için
hem ekonomik, hem ahlâkî yönden zararlıdır. Kişinin ihtiyacı olmayan parayı ne
yapacağı sorusuna gelince, bu para aynı zamanda hem kâr, hem zarara aynı olmak
şartıyla ticarete, endüstriye vs. yatırılabilir.

Bu izin sadece, faizi haram kılan
âyet nâzil olmadan önce alınan faizin kanunî yönü ile ilgilidir ve o faizden
kazanılan gelirin de helâl olduğu anlamına gelmez. Bu âyetten bu meselenin
Allah'a havâle edileceği ve bunun Allah tarafından bağışlanmamış olduğu
anlaşılmaktadır. Sonu gelmez tartışma ve istekleri engellemek bakımından
borçlanılan faizin geri ödenmesi için kanunî bir istekte bulunulmaması
bildirilmektedir. Fakat ahlâkî yönden faiz pisliktir ve onu alan kimse kendisini
temizlemek için elinden geleni yapmalıdır. Eğer şeytana uyup almışsa, aldığı
faizi kendisine harcamamalı ve faiz aldığı kimseleri araştırıp onlara
aldıklarını geri ödemeye çalışmalıdır. Faiz aldığı kimseleri bulamadığı takdirde
bu haram ve pis kazancı sosyal refah için harcamalıdır. Kıyâmet gününde, kişi
hakkında kesin hüküm verecek olan Allah'ın azâbından korunmanın tek çıkar yolu
budur. Bu haram serveti kullanmaya devam eden kimse ise, geçmişte verdiği
borçlar nedeniyle bile cezalandırılacaktır.

?Allah ribayı yok eder, sadakaları ise artırır.
Allah çok nankör ve günahkâr kimseyi sevmez.?
(2/Bakara, 276)

Allah ribâ sonucu elde edilen malı yok eder,
bereketini giderir, bu mal âhirette sahibine fayda vermez, bilakis eziyete sebep
olur. Sadakaları ise sevap ve bereket bakımından artırır, sahibine âhirette de
mükâfat verir. Allah, verdiği malları Allah yolunda ve ihtiyaçlı kimselere
harcamayan nankörleri ve devamlı günah işleyen, insanların ihtiyaçlarını fırsat
bilerek ve Allah'ın nimet olarak verdiği malı kullanarak insanları sömürenleri
sevmez. Onlar bu amellerinden vazgeçmezlerse âhirette onlar için can yakıcı bir
azap vardır.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Sonuç
olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı
amaç, amacı da araç zannettiren bir göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese
etmek, hem de kendine intibak ve eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi bir
çelişki bulunmaktadır. On lira, on lira ile hem ölçülmek, hem de on bir lira
yerine konulmak gibi hak ve hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için
ribâ, gerçekte hakka değer vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet
kendi çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır
görüşlü kimselerin şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî
mevzuatı, Hakk'ın ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve gerçeğin
yegâne ölçüsü sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından görenler
arasında bulunur. Cenâb-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla değil,
ilâhî hükümlere dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu helâl
sayanların sâradan kurtulamıyarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını ve
yalnızca tevbe edip bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan
buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç
sanıp da arkasından koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ malı
arttırır da sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır
sanılan ribâyı derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde ayın
on dördü gibi parlak görünen servetleri, hilâl gibi küçülte küçülte nihayet
gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları
"irbâ" eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemâlandırır. Ribâ, mal üretecek
hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de batmasına sebep
olur. Halbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenâb-ı Allah, haramı
helâl tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç birini sevmez.
O tevbe edenleri sever, onlardan râzı olur. Ribâ ise pek kâfirâne ve pek
günahkârâne bir iştir.? (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
Azim Yayınları: 2/154-163)

Mevdûdi diyor ki: "Bu
sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal yönlerden doğrudur. Görünüşte faizin
zenginleştirip, infâkın fakirleştirmesine rağmen, gerçekte bunun tersi olur.
Faiz, tabiatı itibariyle sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal gelişmeye engeldir
ve infâk (faizsiz borç vermeyi de içerir) tüm bunların gelişmesini sağlar.

Fâize ahlâkî ve ruhsal yönlerden
bakacak olursak, onun açgözlülük, bencillik, cimrilik, haset, katı kalplilik
gibi özelliklere dayandığını ve borç veren kişide bu özellikleri beslediğini
görürüz. Diğer taraftan infâk; cömertlik, tokgözlülük, yumuşak kalplilik ve
sevgi üzerine kurulmuştur ve bu yüce niteliklerin gelişmesine yardımcı olur. Hiç
kimse bu özelliklerin bir önceki özelliklerinden daha iyi olduğu gerçeğini
yalanlayabilir mi?

Toplumsal yönden bakıldığında
birazcık düşünme bile insanı, eğer toplumdaki bireyler karşılıklı ilişkilerini
bencillik üzerine kurarlarsa ve bireylerarası yardımlaşma ancak şahsî çıkar
karşılığında olursa, o toplumun kuvvetli, dayanıklı ve dengeli bir toplum
olamayacağı sonucuna götürür. Eğer zenginler fakirlerin sadece sömürülmek için
var olduğuna inanıyorlarsa, bu durumda bir çıkar çatışması meydana gelecek ve
toplumda ayrılıklar ortaya çıkacaktır. Eğer diğer şartlar da bunları desteklerse
bu durum bir sınıf çatışmasına neden olacaktır. Diğer taraftan, eğer toplumun
bireyleri karşılıklı ilişkilerini sempati üzerine kurarlar ve birbirlerine
cömertçe davranırlarsa, toplum güçlenecektir. Eğer her birey ihtiyacı olan diğer
bireye yardım ederse ve "varlıklı"lar "varlıksız"lara sempati ile veya en
azından adâletle davranırlarsa, o toplumda karşılıklı sevgi ve saygı gelişecek
ve toplum güçlü, dengeli bir toplum olacaktır. Tabii ki toplumdaki gelişme bu
karşılıklı işbirliği ve sevgi ile de desteklenecektir.

Şimdi de faizi ekonomik yönden ele
alalım. Borçlar iki çeşittir: Tüketim borçları, ihtiyacı olan kimseler
tarafından kişisel gereksinimlerini karşılamak amacıyla alınır. Ekonomik borç
ise işadamları tarafından ticaret, endüstri, tarım ve benzeri sektörlere
yatırılmak üzere alınır. Birinci tür borçta faizin kötü sonuçlar doğurduğu
herkes tarafından bilinmektedir. Her ülkede bankerler ve kredi veren kimseler
işçilerin, köylülerin ve genelde fakir kesimin kanını emmekte ve onların
durumlarının daha da kötüye gitmesine neden olmaktadırlar. Faiz talepleri bu
insanların borçlarını ödemesini hemen hemen imkânsız kılar ve onları bu işten
kurtulmak için sürekli borç almaya iter. Anaparanın birkaç katı kadar faiz
ödeseler bile anapara ödenmeden kalır. Borçlunun gelirinin büyük bir bölümü
alacaklı tarafından alınır ve fakir borçlu yakasının iki ucunu bir araya
getiremez. Doğal olarak bu, işçilerin işlerine olan ilgilerinin azalmasına neden
olur. İşlerin meyvesi başkaları tarafından alınınca, onlar da kendilerini tüm
kalpleriyle işlerine veremezler. Bundan başka, üzüntü, tedirginlik, yetersiz
beslenme sağlıklarını bozduğundan, parasızlık nedeniyle gerekli ilâçları bile
alamazlar. O halde faizle borç verme çoğunluğun kanının emilmesi pahasına küçük
bir grubun palazlanıp gelişmesine ve toplumda genel bir bozulmaya neden olur. Bu
yolla ortaya çıkan randıman düşüklüğü millî üretimin kalite ve standardını
düşürür. Sonunda kan emiciler de kendi açgözlülüklerinin ve zulümlerinin kurbanı
olurlar. Ezilen ve sömürülen insanların bastırılmış kızgınlıkları, borç
verenlerin acımasızlığı ile su yüzüne çıktığında kanlı bir devrime dönüşür ve
sömürenlerin tüm şeref ve kötü yoldan kazanılmış servetlerini yerle bir eder.

Ekonomik borçlarda sabit bir faiz
oranının uygulanmasının doğurduğu birçok kötü sonuçtan üçü şunlardır:

1)
Piyasa oranına eşit veya ondan daha yüksek faiz ödemeyen projeler, toplum için
gerekli ve faydalı olsa da sermaye elde edemez. Kullanılması mümkün olan tüm
para, ulusal yönden ne denli zararlı olsa da, piyasa oranına eşit veya daha
yüksek faiz verebilen ticari ve endüstriyel sektörlere akar.

2)
Ticarî, endüstriyel veya tarımla ilgili her şartta yüzde beş, altı veya daha
fazla kâr oranı garanti edebilen hiçbir iş yoktur. Böyle bir garantinin olmayışı
bir yana, hiçbir işte zarara karşı garanti yoktur. O halde sermayenin sabit faiz
oranı ile borç alan hiçbir iş, riske ve zarara karşı garanti altında değildir.

3)
Borç veren kimse işin kârına ve zararına doğrudan ortak olmadığı ve sadece sabit
bir faiz oranını gözönünde bulunduğu için, yapılan işin sosyal refahla olan
ilişkisine dikkat etmez. Onun ilgilendiği tek şey kendi çıkarıdır; bu nedenle
piyasada ne zaman bir kriz görse parasını hemen piyasadan çeker. Bu şekilde
bencilliği nedeniyle panik yaratmış, piyasada kriz yolu açmış ve varolan krizi
ise felâkete dönüştürmeye yardım etmiş olur.

Yukarıda anılan faizin üç kötü
sonucu o denli açıktır ki, ekonominin alfabesinden haberdar olan herkes bunu
bilir. Hiç kimse Allah tarafından konan tabiî kanunun, yani faizin millî serveti
azalttığı gerçeğini inkâr edemez.

Şimdi de infâkı (sadaka) ekonomik
yönden ele alalım. Eğer bir toplumun zenginleri paralarını serbestçe
kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak
için harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihtiyacı olan kimselere
dağıtsalar, faizsiz borç olarak işadamlarına verseler veya bir işe ortak olsalar
ya da sosyal hizmetler için hükümete faizsiz borç verseler, o zaman elbette
ticaret, endüstri ve tarım gelişecektir. Millî servet artacaktır. O halde faizin
bir ulusun gelişmesini engellediği ve infâkın gelişmeye yardım ettiği apaçık
ortadadır.

Borç veren (Tefeci) şüphesiz
narkör bir zavallıdır. Kendisine servet veren Allah'a karşı şükreden bir kul
olarak, en azından O'nun kullarına faizsiz borç vermelidir. Eğer, bunun tersine
Allah'ın nimetini, kendisinden fakir olan diğer kulları sömürmekte kullanırsa, o
zaman sadece nankör olmaz, aynı zamanda kötü kalpli ve zâlim de olur.

"Doğrusu iman edip salih amel işleyen, namazı
dosdoğru kılan ve zekâtı veren kimseler var ya, onlar için Rableri katında
ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir."
(2/Bakara, 277).

Allah'ın istediği şekilde iman edip sâlih amel
işleyen, Allah'ın yasakladıkları şeylerden uzak duran, namazı rükûn ve
şartlarını yerine getirerek, huşû içerisinde, devamlı kılan ve zekâtı eksiksiz
bir şekilde, vaktinde verilmesi gereken yerlere veren kimseler var ya, onlar
için Rableri katında Cennet nimetleri vardır. Onlar, öldükten sonra korkunun
yaygın olduğu kıyâmet gününde tüm korkulardan emin olacaklar, âhirette
alacakları mükâfat çok büyük olacağı için dünyada bıraktıklarına veya
kaçırdıkları fırsatlara üzülmeyeceklerdir.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Buna
karşılık iman edip iyi işler, sâlih ameller yapan ve özellikle namazlarını doğru
dürüst kılıp zekâtlarını veren kimseler yok mu? Her zaman bunların Rableri
katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek bir korku yok, bir kayıptan dolayı
mahzun olacak da değiller.? (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, Azim Yayınları: 2/154-163)

Mevdûdi diyor ki: "Bu
bölümde Allah karşılaştırma için iki karakter sunmaktadır. Birisi servet
düşkünü, gece gündüz Allah'a ve yarattıklarına aldırmaksızın servet
biriktirmekle uğraşan tefecidir. Diğeri ise Allah'a ibâdet eden, Allah'ın
yarattıklarının haklarını gözeten, serveti kazandıktan sonra kendisi, başkaları
için ve iyi ameller uğrunda harcayan cömert kimsedir. Allah birinci tür
kimselerden hoşlanmaz; çünkü onlar, iyi ve dengeli bir toplum kuramazlar. Aksine
onlar bu dünyada hem kendilerini, hem de başkalarını rezil ederler, Ahiret'te
onlara acıklı bir azap vardır. Bunun aksine Allah ikinci tür kimselerden râzı
olur, çünkü bu kimseler iyi ve dengeli bir toplum kurup, gerçek başarıya
ulaşabilirler. Onlar bu dünyada huzur içindedirler ve Ahiret'te de bütün Cennet
nimetleri onların olacaktır.

"Ey iman edenler, Allah'tan sakının! Mü'minler
iseniz ribâdan kalanı bırakın! Ey iman edenler, Allah'a karşı sorumluluğunuzun
bilincinde olun, O'nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının, ancak
bu şekilde Allah'ın azâbından sakınmış olabilirsiniz. Eğer gerçek mânâda iman
etmiş iseniz ribâdan alacaklarınızı bırakın! Çünkü o bir ateştir."
(2/Bakara, 278)

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Ey iman
ehli Allah'dan korkun, O'nun azâbından korunun! "Geçmişte yaptıkları
kendisine âittir" âyetinin hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin
zimmetinde bulunduğundan gaflet etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve
kalmış olan ribâdan geriye kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten
mü'min iseniz, böyle yaparsınız. Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine
getirmeyi gerektirir.? (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
Azim Yayınları: 2/154-163)

"Şayet yapmazsanız artık Allah ve Rasulü'nün
size savaş açmış olduğunu kesinlikle bilin! Tevbe ederseniz ana paranız size
aittir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız."
(2/Bakara, 279)

Şâyet ribâdan vazgeçmezseniz Allah ve Rasulü'nün
size düşman olup savaş açmış olduğunu bilin! Tevbe edip ribâdan vezgeçerseniz
ana paranız size aittir. Ne ribâ alarak veya borcunuzu geciktirerek başkasına
zulmediniz ne de ribâ vererek başkası tarafından zulme uğrayınız.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: ?Şayet
yapmazsanız, yani Allah'tan korkmaz, ribânın haram olduğuna inanmaz veya inanır
da yine terketmezseniz Allah ve Rasûlü tarafından bir harbe mâruz kalacağınızı
bilmiş olasınız. Yahut kırâetine göre, Allah ve Rasûlü tarafından kendinize harb
ilan ediniz. Burada ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ helâldır inancına dönmüş
mürted veya ahdini bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o
inançla amel etmeyip ribâya devam eden fâsık mü'min olsun; her ikisine de Allah
Teâlâ, savaş ilân etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekâtı inkâr eden veya
inandığı halde vermemekte direnenler gibi, ya mürted veya bâğî ve âsîdirler.
Dışarıdaki kâfirlere her zaman için savaş açmak zarûrî ve gerekli olmadığı
halde, bunlara savaş açmak kayıtsız şartsız vâcip kılınmıştır. Demek olur ki,
ribâdan sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî
görev olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî
farizadır. Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal fitnedir
ki, toplumda sürüp gittiği müddetçe tek tek kişilerin ondan kaçınmaları çok zor,
belki de imkânsız olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir müslümandan, müslim
ile gayri müslim arasındaki ribânın haramlığı sâkıt olacağı Hanefî mezhebinde
açıkça ortaya konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı
Saâdet'te müslüman ümmeti kemal derecesini bulup da savaş edebilme güç ve
kabiliyetini kazanmadıkça ribânın haram oluşu ilân edilmemiştir. Bundan dolayı
İslâm devleti, ribâ işlemleri yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert
veya cemaat halinde devlete karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilân etmek
bütün müslümanların dinî görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü
müslümanlar bu vazifelerini unutmuş ve bunun uygulanması hususunda sosyal
güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık ve karışıklık içine düşmüş bulunduklarından
pratik hayatta ribâdan kaçmak sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın toplum
hayatında revaç bulmuş olması da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu
güçleştirmiştir. Kur'ân böyle ribâyı terketmeyenlerin Allah tarafından savaş
ilânını hakkettiklerini anlatıyor ki, Kur'ân dilinde "Allah ve Rasûlü'nün harbi"
deyimi, bazen gerçekten savaş anlamında, bazen de günahın büyüklüğünü ve
zararını tasvir için uyarı makamında mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki
tefsirle ilgili olarak görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri olmazsa, diğeri
muhakkak olacaktır. Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya mânevî anlamda ilâhî
savaştan kurtulamıyacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte "Allah, ribâ
yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir." veya "lânet etsin"
buyurulmuştur.

Bu böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna
inanır, ribâya tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ana paralarınızın hepsini
alırsınız, o şekilde ki, zulüm etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz, yani ne fazla
alırsınız, ne de eksik alırsınız. Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan
veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe muhâtap olmakla her türlü zarara uğrar, ana
paralarınızı ve hatta bütün mallarınızı bile kaybedebilirsiniz ve kendinize
yazık etmiş olursunuz.

Bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları
ribâ işlerinden henüz alamadıkları alacakları kalmış olan birtakım kimseler
hakkında nâzil olduğu anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda
açıklanacağı şekilde daha başka birkaç nüzul sebebi de rivâyet edilmektedir:

Mukatil'in rivâyetine göre, Taif'deki Sakif
kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a
adlarındaki dört kardeş hakkında nâzil olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni
Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç verirlerdi. Hz. Peygamber Taif'i
fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni Muğire'deki
alacaklarının faizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman olmuş ve İslâm'a
rağmen faiz vermek istememişlerdi. Fetih'ten sonra Mekke valisi olan Attab ibni
Üseyd'e müracaat olundu ve bir rivâyete göre, Sakif'in Hz. Peygamber'le Taif
antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin
mevzu', yani metruk ve sâkıt olduğuna ilişkin hüküm de yer almaktaydı. Attab
ibni Üseyd (r.a.) Hz. Peygamber'e yazdı, o zaman işte bu âyet nâzil oldu. Bundan
dolayı Hz. Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi:
"Onlar buna râzı olurlarsa ne âlâ, yoksa onlara savaş ilân et!" Ata ile
İkrime'nin verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile damadı
Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak hurma bahçesi kiralamışlar, yani vakti
gelince hurmaları toplamak üzere peşin para vererek selem yoluyla bir alışveriş
sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp
kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz karşılığı olarak toplamak istemişlerdi. Bu
da faizin karşılığı demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Süddî'nin
rivâyetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid bin Velid, câhiliyye devrinde ortak
olarak faizcilik yapıyorlardı. İslâm'a girdikleri zaman eskiden

RİBÂ/FÂİZ .. Ribâ/Fâiz; Anlam ve Mâhiyeti
Riba Türleri
1) Nesîe Ribası (Ribe'n-nesîe)
2) Fazlalık Ribâsı (Ribel-fadl)
Asr-ı Saadette Ribâ Uygulaması Örnekleri
Fâizsiz Ekonomi
1) Paranın Satın Alma Gücünün Sağlam Bir Esasa Bağlanması
2) Karz-ı Hasen'e İşlerlik Kazandırmak
3) Mudârebe Ortaklığı
4) Muşâreke (İnan) Ortaklığı
Fâiz Parasından İkrâm ..
Fâiz Parasının Verileceği Yer
Fâizsiz Finans Kurumları
Hanefî Fıkhına Göre Dâru'l-İslâm ve Dâru'l-Harpte Fâiz
Kur'ân-ı Kerim'de Ribâ/Fâiz .
Hadis-i Şeriflerde Ribâ/Fâiz .
Açıklama
Tefsirlerden İktibaslar
Klasik Fıkıhta Ribâyı/Fâizi Câiz Gösteren Tavırlar a- Câiz Olan İşlemlerin İstismarıyla İlgili Örnekler 1- Âriyye Meselesi
2- Selem ve İstismar Edilip Fâize Benzetilmesi
3- Vâde farkı
b- Hile Yoluyla Fâizin Ticaret Gibi Gösterilmesiyle İlgili Örnekler
1- Îne Bey'i
2- Menfaat Şartına Bağlı İkrâz
a- İkraz İçin İkinci Bir Akdin Şartlarını Mukrize (Borçluya) Kabul Ettirme
b- Hîbe Meselesi
3- Rehin Yoluyla Alınan Fâiz
4- Fâiz Almak ve Vermek Sevap mıdır? .
Hilecileri (Ehl-i Hiyel) Tenkit
5- "Kır ve Öde" Kaidesi İskonto Fâizi (Senet Kırma)
6- Bey' bi'l-Vefâ
7- Bey' Bi'l-İstiğlâl
8- Zarûret ve İhtiyaç
Günümüzde Fâiz Tartışmaları ve Fâizi Câiz Gören Yaklaşımlar
1- Üretim ve Tüketim Maksadıyla Alınıp Verilen Fâiz
2- Zenginin Verdiği Fâiz
3- Gayri Müslimlerden Dâr-ı Harbte Alınan Fâiz
4- Ekonomik Savaş
5- Banka Fâizlerini Kabul Edenler
6- Avârız Sandıkları/Avârız Vakfı
Fâizle İlgili Fetvâlar Borçlarda Enflasyon .
Vâde Farkı
Taksitli Satışlar
Borcu Dövize  Çevirme
Alışverişte Vâde Farkını Eklemek Câiz midir?
Banka Reklâmı
Bedelleri Açısından Alışveriş Şekilleri
Sigorta Şirketi Kurulabilir mi? .
Hayat Sigortası
Dâr-ı Harpte Fâiz
Dâru'l-Harb veya Dâru'l-Küfür Olan Bir Ülkede Bir Müslümanın, Gayr-ı Müslimden veya Bankalarından Fâiz Alması
Emeklilik Maaşı, Üzerine Fâiz Eklendiği İçin Haram mıdır? .
Enflasyon Karşısında Paranın Değer Kaybını, Fâiz Hadlerini Uygulayarak Karşılamak Câiz midir? .
Haram Para İle Tahsil
Hîle-i Şer'iyye .
Hisse Senedi Alım-Satımı
Kâr
1) Pazarlıkla (Müsâvemeli) Satış
2) Murâbahalı Satış
3) Tevliye
4) Vazîa (Zararına Satış)
KDV (Katma Değer Vergisi)
Konut Kredisi
Kumar, Fâiz ve Meyhane İşletmeciliği Gibi Meşrû Olmayan Vâsıtalarla Elde Edilen Malların Zekâtları Verilir mi ve Bu Paralarla Hac Farîzası Yerine Getirilebilir mi? .
Meşrû ve Gayrı Meşrû Ne Demektir
Senet, Bono ve Çek Satmak veya Satın Almak Câiz midir? .
Serbest Piyasadan, Banka Fiyatından Biraz Yüksek Fiyata Döviz Almak Câiz midir? .
Döviz Alım Satımı
Kâr Haddi Ve Aldanma
Tahvil
Tasarrufu Teşvik Fonu Fâizi
Allah Teâlâ ve Rasûlüne Karşı Savaşanlar Fâizci Düzen ve Fâizciler!
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar