Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

2- Ashâb-ı Kehfin Hicreti

2

2-
Ashâb-ı Kehfin Hicreti:

Kâfir ve zâlim bir yönetime
itaat etmekten hayâ ederek, bir mağaraya hicret eden Ashâb-ı Kehf nasıl
unutulabilir? Allahû Teâlâ onlardan râzı olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'de "genç
yiğitler" olarak taltif etmiştir. Kıyâmete kadar hayırla anılacaklardır.
Şimdi kısaca onların kıssasını nakledelim:
"(Şimdi) Sana onların
kıssalarını (hakiki bir şekilde) anlatalım: Hakikat onlar Rablerine iman eden
genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık!. Ve (kâfir hükümdarın
karşısına dikilip) de: `Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan
başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) o zaman andolsun ki, hakikatten
uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allah Teâlâ'dan) başkasını
ilâhlar edindiler. Bunların üzerine bari, açık bir bürhan getirselerdi ya! Artık
Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim (daha kâfir) kimdir?'
dedikleri zaman onların kalplerini (sabır ve sebat ile tamamen hakka)
bağlamıştık. (Onlar birbirlerine şöyle demişlerdi) Madem ki biz onlardan ve
Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldık (hicret ettik), o halde mağaraya
çekilelim ki, Rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, işimizde de fayda
hazırlasın." (18/Kehf sûresi: 13-16).
Böylece ashab-ı hehf; tâgûtî
bir iktidarın yönetimi altında yaşayıp, imanlarını gizlemekten haya etmişler ve
mağarada İslâm'ı yaşamaya çalışmışlardır. Kâfirlerden ve zâlimlerden uzaklaşan
(hicret eden) ashâb-ı kehf'in, İslâm'ı yaşama hususunda gösterdiği gayreti
takdir etmemek mümkün müdür? Güçlerini (ve sayılarını) bahane ederek tâgûtî
yönetimlere boyun eğen, cihadı ve hicreti unutan insanların ise, ashâb-ı kehfi
hatırlaması kolay değildir.
Tâgûtî iktidarların baskısı ve
çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka
hicret etmek mecburiyetindedir. Ayrıca müslümanların; kâfirlerin ordularına
katılmaya ve küfrün güçlenmesi için savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda,
mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, müslüman oldukları
ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır.
"Öz nefislerinin zâlimleri
olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: `Ne işte idiniz? (İslâm
için ne yapıyordunuz?)' Onlar: `Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten)
âcizlerdik' derler. Melekler de: `Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil
miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz
ya!' derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir
yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp
da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır.
Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler?"
(4/Nisâ, 97-99).
Mekke'de, müslüman oldukları
halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın
emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini
bildirmektedir.
Şimdi konuya değişik bir açıdan
bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir dârû'l-İslâm'ın
bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği
gibi sahabe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi
"Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik
edildiği bir dâru'ş şirk idi." (İmam Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, ty., c. XIV, sh.
57). Mâlum olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği
dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına hâiz bir belde yoktur. Dolayısıyla
"hicret ibâdetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması
şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî ye
göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven
diyarına hicret! Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in hicretinden
önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi! İkincisi: Küfür diyarından İslâm
diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber efendimizin (s.a.s.)
Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak
Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Fetihden sonra hicret
yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır." (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî) hükmü
gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fukahâ, hadiste geçen
fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir.
Abdullah İbn-i Ömer (r.a.)
şöyle der: ?Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe,
hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ?Düşmanla cihad devam
ettiği müddetçe, hicret devam edecektir? buyurmuştur.? Bu hadise göre;
hicretin farz olduğu küfür diyarı, (müslümanlarla) savaşın devam ettiği
beldedir. Küfür diyarındaki müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini
açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin
hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir. Savaş sözkonusu olmadığı ve İslâmî
hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibâdeti farz olmaz. Mükellefin
durumuna göre müstehap veya mübah olabilir. Sonuç olarak: Kelime-i Şehâdeti
ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû Teâlâ'nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem
(s.a.s.)'in sünnetinde yer alan her hükmün "mutlak hakikat" olduğunu tasdik
etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî
iktidarların hâkim, müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm
cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin
içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir
hâli gündeme getirmek mümkün değildir.[1]



[1]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 175-180.