Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

İslâm Düşüncesinde Hüzün Kavramı

İslâm Düşüncesinde Hüzün Kavramı


İslâm Düşüncesinde Hüzün Kavramı

İslâm düşünce tarihinde hüzün
konusunda biri özellikle Kindî'den itibaren felsefî çizgideki ahlâk
kitaplarında, diğeri tasavvuf kitaplarında olmak üzere iki farklı yaklaşımın
ortaya konduğu görülür. Bunlardan ilkinde hüzün, daha ziyade insanın dünyevî
kayıplardan duyduğu ve kurtulmak zorunda olduğu olumsuz bir duygu, hatta tedavi
edilmesi gereken bir tür hastalık olarak ele alınırken tasavvufî eserlerde daha
çok âhiret kaygısı veya hayırlı bir iş başaramamaktan duyulan üzüntü için
kullanılır ve olumlu bir durum kabul edilir.

Kindî hüznü, ?sevilen şeylerin elden
gitmesinden veya amaçlanan şeylerin elde edilememesinden doğan
nefsânî/psikolojik bir elemdir? şeklinde tarif eder. Kindî'ye göre ahlâk, bir
bakıma ruh sağlığı olduğuna, yersiz üzüntü, kaygı ve korkular da bu sağlığı
bozduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi, öncelikle onların
sebeplerinin bilinmesine bağlıdır. Kaynaklarda bu sebepler, ?sevilen şeylerin
kaybedilmesi ve amaçlanan şeylere ulaşılmaması? şeklinde özetlenmiştir. İçinde
yaşanılan ?kevn ve fesâd?, yani oluşma ve bozulma âleminde kayıplardan kurtulmak
mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar
yerine, her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı, Kindî'nin
deyimiyle seveceği şeyleri ?akıl âlemi?nden seçmelidir. Değişken olan tabiat
dünyasında duyusal haz ve menfaatlerin sürekli olmasını istemek, imkânsız olanı
istemektir; Çünkü bu isteğin gerçekleşmesi tabiat düzenine aykırıdır.

Üzüntünün sebepleri konusundaki bu
fikirler, daha sonraki ahlâkçılar tarafından da kabul edilmekle birlikte
Kindî'nin aşırı zühd anlayışını benimsemeyen âlimler de olmuştur. Meselâ Ebû
Bekir er-Râzî, bir tabip olarak insanın bütün üzüntülere karşı bir çare olmak
üzere bedenî ve maddî ihtiyaçlarını uygun biçimde karşılaması gerektiği
düşüncesiyle Kindî'ye göre daha realist bir tutum izlemiştir. Aynı şekildi
Kindî'nin üzüntüye düşmemek için bir tür inzivâ hayatını öğütlemesine karşılık
öğrencisi Ebû Zeyd el-Belhî sosyal hayata katılmanın önemi üzerinde
durmuş, gerek bu hayata katılmanın gerekse yararlı işlerle uğraşarak zihnî
üzüntü ve korku gibi patolojik durumlardan uzak tutmanın faydalarını önemle
vurgulamıştır.

Kaynaklarda hüzün, psikolojik acıların
bir çeşidi olarak görülür ve insanın değişik ıslah yollarıyla bedenî acılardan
kurtulmaya çalıştığı gibi üzüntüyü de belli tedbirlerle gidermesi istenir.
Bunlar ahlâkî tedbirlerdir; dolayısıyla nefsin hüzünden kurtarılması da ahlâkî
tedavi ile mümkün olur. Bu tedavinin yolları üzüntü veren eylemlerden kaçınmak,
musibetleri doğal karşılamak, bu dünyada musibete uğramanın kaçınılmaz olduğunu,
hiç musibete uğramamak şeklindeki bir isteğin tabiatla çeliştiğini düşünmek, el
altında bulunan imkânların asıl sahibinin Allah olduğunu ve O'nun emanetini
dilediği yolla bir kimseden alarak bir başkasına verebileceğini akıldan
çıkarmamaktır (3/Âl-i İmrân, 26). Kindî, hakîmâne bir ifadeyle kaybedilmeye
elverişli bütün dileklerde musibet, geçici olan her şeyde acı ve keder, imkânsız
olanı ummakta üzüntü ve sıkıntı, her kaygısızlığın sonunda korku bulunduğunu
belirterek bu görüşünü de uzun uzun anlattığı ?gemi yolcuları? istiâresiyle
destekler. İnsanlar, bu dünyada asıl yurtlarına doğru deniz yolculuğu yaparken
bazı ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir adaya uğrayan yolcular gibidir. Bu
yolculardan bir kısmı ihtiyaçlarını giderip hemen gemiye döner ve en rahat
yerlere otururlar; bazıları arazinin güzelliklerine kapılıp oyalanırlar, bu
yüzden gemiye geç gelir ve hem uygun yer bulamazlar hem de adadan topladıkları
çiçekler, kıymetli taşlar yolculuk boyunca başlarına dert olur. Bir grup ise
gemiyi büsbütün unutarak tabiatın çekiciliğine kendilerini kaptırır ve geminin
kalktığını bile fark etmezler; sonunda acılar içinde kıvranarak ölürler. İşte
dünyanın çekiciliğine kapılarak ölümden sonraki hayatı unutanların âkıbeti
budur.

İslâm düşünürleri, üzüntü ve kaygının
başlıca sebepleri arasında yer alan ölüm korkusu üzerinde de durmuş ve bu
korkunun yersizliğini gerekçeleriyle anlatmışlardır. Buna göre sanıldığının
aksine ölüm kötü değildir; ölüm olmasaydı insan da olmazdı. Çünkü insan ?akıllı
ve ölümlü bir canlı? diye tanımlanır. Ölüm mutlak bir yok oluş değil; gerçek,
sürekli, özgür ve daha yüksek bir hayata geçiştir. Şu halde insanın ölümden
korkmasının temelinde akıl yoksunluğu, kontrolsüz şehvet ve öfke duygularından
kaynaklanan tutkular yatmaktadır. Kindî'nin ifadesiyle ?kralları köleleştiren?
şey, bu duygulardır. Bu sebeple hastalıkların en tehlikelisi nefsin
hastalığıdır. İnsanın başlıca görevi, bu duyguları yenerek gerçek özgürlüğünü
elde etmesidir; iki dünyanın mutluluğu da buna bağlıdır.

Üzüntü problemi üzerinde önemle duran
bir diğer İslâm âlimi de İbn Hazm'dır. İbn Hazm da Râzi gibi lezzeti, elem veya
kederin giderilmesinden duyulan haz ya da mutluluk şeklinde açıklamakta, fakat
insanların pek çok amaç arasında yalnız bir ortak amaç taşıdıklarını, bunun da
kederden kurtulma olduğunu ifade etmektedir. İbn Hazm, çeşitli nimet ve
imkânlardan örnekler vererek kişinin bunları istemesinin temelinde bunların
yokluğundan dolayı baş gösteren keder olduğunu belirtmektedir.

Bu arada İslâmî eserler içinde ilk
defa Kindî'nin aktardığı, ?niçin hiç kederlenmiyorsun?? sorusu ve Sokrat'ın buna
verdiği, ?Çünkü kaybettiğimde beni kederlendirecek şeyler edinmiyorum? cevabı
bazı benzerleriyle birlikte Râgıb el-İsfahânî'nin Zerîa adlı kitabında yer
almıştır. Gelecekteki bir musibet ve zarar beklentisiyle şimdiden üzüntüye
kapılmanın yersizliğine ilişkin açıklamalar da Kindî gibi Râgıb'ın da ortak
görüşleridir. Ölüm korkusunun sebepleri ve korkunun yenilmesine ilişkin
ifadelerle anne karnındaki çocuğun dünyaya gelmeyi istememesi gibi insanların da
ölümden sonraki hayata geçmeyi istememelerine, yani ölümden korkmalarına ilişkin
Râgıb'ın ifadeleri de bir ölçüde Kindî'nin görüşlerini hatırlatır.

Kindî gibi Gazâli de üzüntüyü zâhidâne
bir anlayışla ele almakta ve bu olumsuz duygunun yanlış gayelere, yani mal ve
mevkiye yönelmekten kaynaklandığını söylemektedir.

Mutasavvıflar, hüzün meselesini
sâlikin Allah ile ilişkisi açısından ele almış, bu suretle hüzün terimini
?dünyevî veya nefsânî bağlar yüzünden Allah'a yakınlaşamayan, O'nunla ünsiyet
kuramayan sâlikin bu ayrılıktan duyduğu acı ve keder? anlamına gelecek şekilde
kullanmışlardır. Herevî gibi mutasavvıflar, bazı sahâbîlerin maddî
imkânsızlıklar sebebiyle Tebük Seferi'ni katılamamaktan dolayı hissettikleri
büyük üzüntüden takdirkâr bir üslûpla bahseden âyete (9/Tevbe, 92) dayanarak
hüznü tasavvufî faziletler arasında gösterirler. Afîfüddin Tilmisânî, hüznün bir
fazilet ve yüksek makam olduğunu belirtir. Herevî, hüzün duymamayı da bir hüzün
sebebi sayar. Zira hüzün, kulun ilâhî mazhariyetlere yönelik istek ve arayışının
bir ifadesidir. Şu halde üzüntü çekmeyip rahat içinde olmak, bir eksikliktir. Bu
yüzden sûfî, üzülemediği için de üzülür; ağlayamadığı için de ağlar. Çünkü
hüzün, sûfîyi içinde bulunduğu durum hakkında sürekli düşünmesini ve kendini
yetersiz görmesini sağlayan yapıcı bir şuur hali, nefsi temizlemenin ve daha
yüksek makamlara doğru geliştirmenin bir aracıdır. ?Hüzün sahibinin bir ayda kat
ettiği yolu hüzün çekmeyen bir yılda ancak kat eder.? Sözü, bu hususa işaret
eder. Bu sebeple olmalıdır ki, Herevî hüznü, havf, işfak, huşû, zühd, verâ gibi
aynı mahiyetteki tasavvufî erdemlerin başında göstermiştir.

Tasavvufta bu anlamıyla hüznün çok
eski bir geçmişi vardır. Bazı zâhid sahâbîler, âhiret kaygısı ile ibâdet ve
iyiliklerini yetersiz gördüklerinden dolayı büyük bir üzüntü duyuyorlardı. Daha
sonra Hasan-ı Basrî'nin önderliğinde Basra'da oluşan zühd okulunun temel
özelliği de hüzün, havf ve bükâ (ağlamak) kelimeleriyle özetlenir. Nitekim Ebû
Nuaym, Hasan-ı Basrî'yi ?korku ve hüzünle dost olmuş, kaygı ve kederle
kaynaşmış, uyku ve istirahati yitirmiş? şeklindeki nitelemelerle tanıtır.
Hasan-ı Basrî'ye göre âhiretin ebedîliğine karşılık dünya hayatının sonlu ve
sınırlı oluşu, bunun farkında olan ve ölümü en tesirli vaaz olarak algılayan
mü'minde kaçınılmaz olarak bir hüzün hali doğurur; bu hal kişiyi bir sorumluluk
ve kendini yargılama (muhâsebe) bilincine, kısa dünya hayatının her ânını
değerlendirme irâdesine yöneltir. Şu halde hüzün, patolojik bir ârıza olmayıp
mü'mini muhâsebe, tevbe gibi ahlâkî makamlardan geçirerek sâlih amellere götüren
yapıcı bir bilinç halidir. Bu sebeple Hasan-ı Basrî, ?mü'mini dini konusunda
ancak korku ve hüzün rahatlatabilir? diyordu. Kur'ân-ı Kerim'in de genellikle
mü'minlerin kalplerine korku ve kaygı salan tarafı üzerinde zihnini
yoğunlaştıran Hasan-ı Basrî, Kur'an'ı doğru okumuş ve ona iman etmiş bir
kimsenin mutlaka hüznünün artacağını, korkusunun şiddetleneceğini ve göz
yaşlarının çoğalacağını belirtiyordu. Hüzünlü ve soluk yüzlü olmayı Kur'an'a
inanmanın alâmeti olarak görüyor, öldükten sonra kendisini rüyasında son derece
sevinçli ve mutlu bir halde gören ve bunun sebebini soran Mâlik bin Dînâr'a, bir
insanın dünya hayatında hüznü ne kadar sürekli olursa âhirette de sevincinin o
kadar sürekli olacağını söylüyordu.

Hasan-ı Basrî'nin yüksek dinî
duyarlılığı, geniş bilgi ve kültürü, siyasî ve sosyal etkinliği gibi seçkin
özellikleri sayesinde korku ve hüzne dayalı tasavvufî anlayış Basra'yı aşarak
Horasan'dan Mısır'a kadar İslâm dünyasının pek çok merkezine yayılmışsa da
özellikle Râbia el-Adeviyye'nin önderliğinde gelişen yine Basra merkezli diğer
bir tasavvufî çizgide korku, kaygı ve hüzün yerine; sevgi, ümit ve iyimserliğe
ağırlık veren anlayışın hâkim olduğu görülür. Ayrıca Hasan-ı Basrî çizgisindeki
sûfîlerin hüznü bir fazilet saymalarını tenkit edenler de olmuştur. Meselâ
Takıyyüddin İbn Teymiyye, dinî konularda bile olsa hüzünlenmemek gerektiğine
işaret eden âyetlerden örnekler vererek hüznün bir duygu olarak ne fayda
sağlayacağını ve ne de zararı önleyeceğini belirtir. Şu halde üzüntünün kendisi
değil, sebepleri ve sonuçları önemlidir. Buna göre meselâ dinî bir olumsuzluktan
veya müslümanların başına bir sıkıntı gelmesinden dolayı üzülen bir kimse,
üzüntü duygusundan dolayı olmasa da, içindeki iyilik sevgisinden dolayı sevap
kazanır. Buna karşılık insanın iyilik irâdesini zayıflatan ve Allah'ın
buyruklarını ihmal etmesine yol açan üzüntüler de günah sebebidir. İbn Kayyim
el-Cevziyye de âyet ve hadislerden deliller getirerek hüznün istenen ve
amaçlanan bir hal olmadığını, bir faydasının da bulunmadığını, aksine bu tür
duyguların kuldaki seyr u sülûk şevkini kırdığını, irâdeyi aşındırdığını ileri
sürer. İbn Kayyim, mutasavvıfların, hüznün fazilet olduğuna delil olarak
gösterdikleri âyet ve hadisleri yanlış yorumladıklarını ileri sürmekte, ayrıca
bu konudaki bazı hadis ve haberlerin sahih olmadığını ifade etmektedir. (3)