Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Dinde Zorlama/Dine Girişte Zorlama.

Dinde Zorlama


Dinde Zorlama/Dine Girişte Zorlama

Dinde zorlama konusu, aslında
inanç özgürlüğü konusuyla doğrudan ilgilidir. Konuyla ilgili olarak sürekli
gündemde tutulan Bakara sûresinin 256. âyeti çoğu zaman kişilerin düşünceleri
doğrultusunda farklı alanlara çekilmekte, dolayısıyla yanlış yorumlanmakta ve
âyetin, Kur'an bütünlüğü içindeki maksadı kaybolmaktadır. Hatta birbirlerinden
farklı düşünenlerin bile kendi düşüncelerine dayanak kabul ettikleri bir âyet
şeklinde algılanmaktadır.
Bu âyet ile ilgili olarak
müfessirlerden farklı görüşler rivâyet edilmiştir. Bu görüşlerin başlıcaları
şunlardır:
Bu âyet, sadece cizye veren ehl-i
kitaba mahsustur
Daha önce yahûdi iken müslüman
olan ve kendi çocuklarını da İslâm'a girmeye zorlayan ensâr hakkındadır.
Genel anlamda hiç kimsenin
İslâm'a zorlanamayacağı hakkındadır.
Bu âyet, savaşmayı emreden
âyetlerle neshedilmiştir.
Bu görüşlerin iki açıdan
farklılık arz ettiklerini görüyoruz. Birincisi, âyetin muhtevâsıyla ilgilidir.
Şöyle ki: Âyet, müslümanları, başkalarını zorla İslâm'a tâbi kılmaya çalışmaktan
nehyeden bir yasa hükmünde midir? Yoksa ?Dinde zorlama olayının
gerçekleşmeyeceğini? bir realite olarak haber verme konumunda mıdır? İkincisi
ise, âyette yer alan ?din? mefhumundan ne kastedildiği ile ilgilidir. Şöyle ki:
Burada ?din? kelime-i şehâdetle temsil edilen görsel bir şekilden mi ibârettir?
Yoksa, dinden murad, akîde temeline dayalı geniş ve kapsamlı bir vâkıa mıdır?
Yukarıdaki görüşlerden ilk
üçünü benimseyenler, söz konusu âyeti müslümanları başkalarını zorla İslâm'a
tâbi kılmaya çalışmaktan nehyeden bir yasa gibi değerlendirmekte, bunun sonucu
olarak dini de görsel şekilden ibâret olan ve kelime-i şehâdet le
temsil edilen bir düşünce olarak görmek durumundadırlar. Çünkü dinin temeli olan
iman, nefsin boyun eğmesinden ibârettir. Nefsin boyun eğmesi de hiçbir zaman
zorlama ile gerçekleşmez. Bu değerlendirmeye göre âyetin, dinin kabul veya
reddedilmesi konusunda zorlama yapılmayacağı ilkesini ihtivâ ettiği sonucuna
ulaşılmaktadır.
Âyeti, ?dinde zorlama olayının
gerçekleşmeyeceğini? bir realite olarak haber verme konumunda görenler ise,
doğal olarak dinin ikinci anlamını, yani dinin akîde temeline dayalı ve geniş
kapsamlı bir vâkıa olduğunu esas alacaklardır. Başka bir ifâdeyle, bu görüşte
olanlar âyetin, dinin kabul veya reddi konusundaki zorlamayı değil; dinin
yaşanmasındaki zorlamayı yasakladığını savuşmuşlardır.
Âyetin sadece ehl-i kitab ile
ilgili olduğu görüşünün tutarsız olduğunu da burada belirtmemiz gerekmektedir.
Çünkü bu hüküm yalnız ehl-i kitaba mahsus olsaydı, İslâm memleketinde ehl-i
kitaptan başkasına eman (can güvenliği) verilmemesi gerekirdi. Oysa, gerek Hz.
Peygamber döneminde, gerekse sonraki dönemlerde İslâm'ın egemen olduğu
topraklarda ehl-i kitabın dışında olan birçok insanın kendi inançlarına bağlı
olarak yaşamalarına engel olunmamıştır. Ayrıca, şu âna kadar müşrikler için
?müslüman olma? veya ?öldürülme? dışında bir seçeneğin bırakılmaması; ehl-i
kitabın ise cizye ödemeyi kabul ettikleri takdirde kendi dinleri konusunda
serbest bırakılması şeklindeki uygulamalar, maalesef, ?İslâm kendi yasaları
altında inanç hürriyetine müsâmaha göstermez? görüşünde olan bazı
araştırmacıların bu görüşüne dayanak olmuştur.
Bu âyetin, savaşmayı emreden
âyetlerle neshedildiğine dâir görüşe gelince; bunun da tamamen reddedilmesi
gereken bir görüş olduğunu belirtelim. Hem bu âyetin neshedildiğini
gösterebilecek bir delil mevcut olmadığından, hem de Taberî'nin dediği gibi,
hükümler insanlar tarafından değil; Allah tarafından neshedilebileceğinden
dolayı (Taberî, Tefsir II/357) böyle bir görüş mûteber değildir. Ayrıca aynı
âyetin devamındaki ?... Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur...?
(2/Bakara, 256) ifâdesi de, bu hükmün nüzûlünün, dinin belli olmasından sonra
olduğunu göstermekte ve böyle bir mülâhazaya -neshedildiği şeklindeki görüşe-
mâni görünmektedir. Hatta üzerinde durduğumuz bu âyetten önceki âyetlerde Allah
yolunda cihadın emredilmesi ve bu bağlamda Tâlût-Câlût kıssasının örnek olarak
verilmesinden (2/Bakara, 244-251) dolayı, Kur'an'ı dinleyen ve okuyanın zihninde
savaşın, düşmanı İslâm'a sokmak için yapıldığı şeklinde oluşabilecek izlenimi
silip, İslâm'a girme konusunda kimseye zorlama yapılamayacağını bildirmek üzere
hemen peşinden bu âyetin gelmiş olabileceği de uzak bir ihtimal değildir.
Savaşı emreden âyetler
tarafından bu âyetin neshedildiğini düşünenlerin, savaşın, dine zorlamak amacını
güttüğü görüşünde oldukları da düşünülebilir. Ancak, savaşı emreden âyetler
incelendiğinde, savaşın amacının hiçbir zaman dinde zorlama olmadığı
görülecektir (Bkz. 2/Bakara, 190-191, 193; 8/Enfâl, 39-40; 8/Tevbe, 13; 22/Hacc,
39-40).
Gerçi savaşın dinde zorlamayı
öngördüğüne ilişkin iddiâları ve bunlara dâir cevapları ileride ele alacağız;
ancak, yeri gelmişken bu konuda delil olarak ileri sürülen ?Haram aylar
çıkınca (Allah'a) şirk/ortak koşanları nerede bulursanız öldürün; onları
yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin. Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü
Allah bağışlayan, merhamet edendir.? (9/Tevbe, 5) âyeti ile, ?Eğer tevbe
ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdir.
Biz, bilen bir kavme âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz.? (9/Tevbe, 11)
meâlindeki âyetlerle ilgili olarak önemli gördüğümüz bir hususu açıklamakta
fayda mülâhaza ediyoruz:
İlk bakışta bu iki âyetin,
İslâm'a zorlama ve müşriklerin anlaşmalarını/sözleşmelerini kabul etmeme
izlenimi verdiği düşünülebilir. Ancak, bu iki âyet, müslümanlara saldırmaya
başlayan, sonra da kendileriyle anlaşma yapılan bir grup hakkında inmiştir. Daha
sonra bu grup, anlaşmayı bozmaya ve ihânet etmeye niyetlenmiş, müslümanlara
karşı hiçbir söz ve anlaşmaya bağlı kalmama düşüncesine kapılmıştır. Nitekim bu
âyetlerin yer aldığı âyet grubunda (9/Tevbe, 1-13) bu durum, açık bir biçimde
görülmektedir. Özellikle aynı sûrenin 4, 7 ve 12. âyetleri de hedef gösterilen
kimselerin, yeminlerine sahip olmayan ve anlaşmayı bozan kimseler olduğunu
göstermektedir. Dolayısıyla bu gruba katı/sert davranılması ve kayıtsız-şartsız
teslim olmanın dışında hiçbir şeyin kabul edilmemesi asla yadırganacak bir husus
değildir. Çünkü bunların anlaşmayı bozmadıkları ve ihânet etmedikleri başka
türlü değil; ancak bu şekilde anlaşılır.
Din terimi, hem ahlâkî olarak
emredici konuların muhtevâsını ve hem de onlara uygun davranmayı ifâde eden ve
sonuçta terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtan, yani içerdiği akîdevî
prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar insanı ibâdet
ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla ?itikad? kavramını içine alan bir
terim olduğundan, âyetin gramatik yapısı gereği asıl mânâ ile ?dinde zorlama
yoktur? şeklinde değil de; ?zorlama, dinde yoktur? şeklinde anlaşılması
gereken bu hükmün verdiği mesajı şöyle özetleyebiliriz: Bu âyet, zorla din
değiştirmenin, her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğunu, inanmayan bir
kişiyi İslâm'ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiğini ifâde eden ve
İslâm'ın inanmayanların önüne ?ya İslâm, ya kılıç? alternatifi koyduğu
şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hüküm niteliğindedir. Ayrıca,
zorla kabul edilen bir imanın geçersiz olduğunu anlattığı gibi, aynı zamanda
dinde herhangi bir ameli/ibâdeti zorla yaptırmanın da geçersiz olduğunu
vurgulamaktadır. Çünkü zorla kıldırılan bir namaz, zorla tutturulan bir oruç,
zorla alınan bir zekât ve zorla yaptırılan diğer ibâdetlerde, dinin istediği
maksat olan niyet ve samimiyet gerçekleşmeyecektir.
Bütün bunlardan sonra,
özellikle batıda daha çok vurgulanan ve müslümanlarca da sık sık gündeme
getirilen ?inanç ve düşünce özgürlüğü? ilkesine bağlı olarak, İslâm'ın da,
insanlara dinsizlik hakkı tanıdığını, bu âyetin yanlış anlaşılmasından
kaynaklanan bir husus olduğunu belirtelim. Bütün dinlerden üstün olsun diye
gönderilen hak dinin (9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9) insanların kula
kulluk yapmalarına izin vermesi, kendi haline bırakıp onlara seyirci kalması
mümkün değildir. Böyle insanların hak dini benimsemeleri için yukarıda
anlattığımız yöntemlerle dâvet edilmesi başka; onların dini kabule zorlanması
için güç kullanılması ise daha başkadır. İşte İslâm'ın reddettiği husus,
birincisi değil; ikincisidir.
Aslında Kur'an'ın ilk indirilen
sûrelerinde, Allah tarafından vahyi yalanlayanların kendisine bırakılması ve
havâle edilmesinin emredilmesi (68/Kalem, 44; 73/Müzzemmil, 11; 74/Müddessir,
11) ile de, hakikati inkâr edenlere karşı beşerî cezalandırma yolu yasaklanmış
olmaktadır. Hatta savaşla ilgili hükümlerin ağırlıklı olarak yer aldığı Tevbe
sûresinin, ?Eğer yüz çevirirlerse de ki: ?Allah bana yeter! Ondan başka ilâh
yoktur. Ona dayandım, O, büyük arşın sahibidir.? (9/Tevbe, 129) âyeti ile
sona ermesi ve dini kabul etmekten kaçınanların kendi hallerine bırakılarak
Allah'a tevekkülü önermesi de bu konuda anlamlı bir mesaj içermektedir.
Kur'an'ın meseleye bakışından
yola çıkarak sonuçta şunları söyleyebiliriz:
a) İslâm dâvetinin
yapısında, hem demir ve ateş gibi maddî güçle yapılan açık zorlamaya; hem de
boyun eğdirici psikolojik baskılarla yapılan gizli zorlamaya ihtiyaç
hissettirecek bir kapalılık, karmaşıklık ve mantıkî bir problem yoktur.
b) İslâm dâvetinin temel
ilkeleri Allah'ın kitabından alınmıştır. Dolayısıyla insanlar kendileri için
gerekli olan bu metotları tercih ettikleri için Allah'ın yasasına (sünnetine)
aykırılık teşkil etmez.
c) İslâm dini, Allah'ın
kitabından alınmıştır. Zorlamayı dâvet vâsıtalarından bir vâsıta olarak kabul
etmez.
d) İslâm dâvetçisi,
Rabbinin huzurunda sadece Kur'an'ın açıkladığı tebliğ ve uyarı görevinden
sorumludur. Tebliğden sonra insanların iman edip etmemelerinden tebliğ yapanı
sorumlu tutmaz ki, onları zorlamaya ve onlara sert davranmaya müsâade etsin.
İslâm dâvetinin kaynağı olan
Allah'ın kitabı zorla iman edenin imanına değer vermez; âhiret günü ona bu
imanının bir yararı da olmaz. Dolayısıyla İslâm zorlamayı emreden bir din
olamaz.
Kur'an, tebliğde temel ilkenin
hikmet ve güzel öğüt olduğunu, tartışmaya ihtiyaç duyulsa bile bunun güzel bir
biçimde yapılması gerektiğini; hiç kimsenin dini kabul etmesi için
zorlanamayacağını, çünkü inanma olgusunun kalple ilgili olduğunu defalarca
vurgular. İnanç özgürlüğü konusunda da ilkeler koyan Kur'an, müslüman
olmayanların kendi inançlarını yaşamalarına müdâhale edilmesini öngören hiçbir
girişimi de benimsemez. Hatta diğer inanç sahiplerinin, baskı ve zulme
başvurmadan kendi inançlarının propagandasını yapmalarını yasaklayan ve bu
konuda müslümanların onları engellemelerini gerektiren bir emrin bulunmadığı da
bilinmelidir. İnsanları zorla İslâm'a sokmak, aslında münâfık bir toplum
oluşturulmasına zemin hazırlamak anlamına gelecektir. Kur'an'ın tebliğde şiddete
başvurmayı yasaklaması, normal şartlar altında geçerlidir. Müslüman
olmayanların, müslümanlara baskı uygulamaları durumunda müslümanların
kendilerini savunma hakları olduğunu, misliyle mukabelede bulunabileceklerini de
benimser. Hz. Peygamber'in, nokta hedef göstererek öldürülmesini emrettiği
kimseler de bu bağlamda değerlendirilmelidir.