Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Dinin Pratiğinde/Uygulamada Zorlama.

Dinin Pratiğinde

Dinin Pratiğinde/Uygulamada Zorlama

İslâm'ın, herhangi bir kimseyi
zorla İslâm'a sokması veya imanın bir gereği ve tezâhürü olan ibâdet ve dinî
şiarlara uymaya zorlamasının sözkonusu olmadığını ifade ettik. Ancak bu,
İslâm'ın tamamen vicdanlara hapsedilen bir inançtan ibâret olduğu veya bireysel
ve toplumsal alanla hiç ilgilenmediği izlenimi vermiş olmuyor mu? Elbette bunun
açıklığa kavuşması gerekir.
Bir Alman bilgininin söylediği
gibi, yaptırım gücü olmayan hak, anlamsız boş bir sözden ibârettir. Büyük
düşünür Muhammed İkbal'in ifâdesiyle de kuvveti olmayan din, sadece ve sadece
felsefedir. Bu bakımdan İslâm da sadece gönüllerde yaşayan bir din olsun diye
gönderilmiş olamaz. Onun da bireysel ve toplumsal alanla ilgili hukukî
düzenlemeleri, bozgunculara karşı yaptırım gücü olan cezâî hükümleri mevcuttur.

Her hukuk sistemi, kendisine
tâbi vatandaşları, kanunlarına uymaya mecbur ettiği gibi, İslâm hukuk sistemi de
kendi tabiiyetinde yaşayanları, prensiplerine uymaya, getirdiği düzene göre
yaşamaya mecbur eder. Bunun içindir ki Kur'an bazı suçlara bazı cezalar
getirmiş, birçok ahlâksızlıkların ortadan kaldırılmasını emretmiş, birçok şeyi
farz kılmış ve müslümanlara, Allah'ın Rasûlüne ve kendilerinden olan ülü'l-emre
itaat etmelerini emretmiştir. Bütün bu hükümleri uygulama alanına koyabilmek
için bir güç lâzımdır. Bu güç ister devlet gücü olsun, isterse toplumun mânevî
baskısı olsun. Buradan anlaşılmaktadır ki Kur'an, ?dinde zorlama yoktur?
sözüyle hiçbir zaman, ?İslâm hayat nizamında kuvvet ve zor kullanmanın yeri
yoktur? dememiştir (Mevdûdi, Modern Çağda İslâmî Meseleler, s. 224).
Şurası da bir gerçektir ki,
Kur'an'ın, hakkında cezalar belirlediği suçlar, ortadan kaldırılması gereken
pislikler, toplumun arındırılması gereken kötülüklerdir. Toplumun sağlam olması
için bu kötülüklerin toplumun bedeninden uzaklaştırılması amacıyla birtakım
yaptırımların kullanılması gereklidir. Çünkü suçluların suçunu unutturacak bir
seviyede suçlulara aşırı şefkat göstermek doğru değildir. Caydırıcı cezayı
engelleyen her şefkat, aslında onların kötülük yapmasına imkân verir, toplum
onların suçlarına mâruz kalır.
Burada şu inceliğe dikkat
çekilmesi gerekmektedir: Kur'an, bireysel olarak Allah'a kulluk yapma/ibâdet
konusunda bir zorlamayı esas almadığı gibi, yapılan kötülüğün sadece insanın
kendisiyle sınırlı olması durumunda bir yaptırımı, yani kuvvet kullanmayı da
öngörmez. İslâm'ın yasakladığı davranışlar, toplumu etkilemeye yöneldiğinde veya
toplumsal yozlaşmaya zemin hazırlamaya başlaması durumunda kuvvet kullanma
devreye girer. Kur'an'ın bazı suçlardan dolayı belirlediği cezaların uygulanması
için ileri sürdüğü şartlarda ve Hz. Peygamber'in bazı uygulamalarında meselenin
bu yönü ön plana çıkmaktadır.
Meselâ zinâ, başlı başına
yasaklanan bir davranıştır ve Kur'an'da yüz sopa cezâsıyla cezâlandırılması
emredilmektedir (24/Nûr, 2). Ancak, bu cezânın uygulanabilmesi için bu suçu
işleyenlerden en az dört şâhit tarafından görülüp tesbit edilecek şekilde
işlenmiş olması (4/Nisâ, 15; 24/Nûr, 13) veya suç işleyenler tarafından bundan
haberi olmayanların yanında itiraf edilmesi gerekmektedir. Bu şartlar oluşmadığı
takdirde kimsenin zinâ yaptığı iddiâsıyla hesaba çekilemeyeceği, hatta bu
şartlarla isbat edilmediği/edilemediği halde başkalarına zinâ isnâdında
bulunanların da iftirâ suçu işlemiş olduklarından hareketle cezâlandırılacakları
ve onlara seksen sopa vurulacağı hususu bir ilke olarak ortaya konmaktadır
(24/Nûr, 4). Dolayısıyla bundan, zinâ suçunun, sadece işleyenlerce bilindiği
durumlarda âhiret ile ilgili cezâî sorumluluktan kurtulmamakla beraber, dünyada
cezâlandırılmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Yine, hırsızlık yapan birisinin,
malı çalınan kişi tarafından Hz. Peygamber'e getirilmesi ve cezânın
uygulanacağının bildirilmesi üzerine, mal sahibinin bağışlama isteğini Hz.
Peygamber'in, ?bana gelmeden önce bağışlasaydın!? diyerek reddetmesi (Ebû
Dâvud, Hudûd 14; Nesâî, Kat'u's-Sârık 5; İbn Mâce, Hudûd 28; Muvattâ', Hudûd
28), suçun bireysel alanda kaldığı sürece cezâlandırılmayacağını, ama toplumsal
bir niteliğe bürününce cezânın vazgeçilmez olacağını ortaya
koymaktadır.
Yine, namaz, oruç, hac gibi
ibâdetleri yerine getirmeyenlere herhangi bir yaptırım uygulanması öngörülmediği
halde, zekât vermeyen/vermek istemeyenlere yönelik Hz. Ebû Bekir'in savaşmak
istemesi ve onun bu tavrını diğer sahâbenin de onaylaması, zekâtın sosyal
boyutunun olmasıyla izah edilebilir. Diğer bir ifâdeyle, sözgelimi namaz
kılmayan, oruç tutmayan bir kişi, bu tavrıyla toplumun diğer bireylerine yönelik
herhangi bir hakka tecâvüz etmiş olmamakta; buna karşılık zekâtı vermemekle,
başkalarının kendi malı içinde bulunan haklarını gasbetmiş konumda
bulunmaktadır. Dolayısıyla işlendiğinde bir yaptırım gerektiren suçlar, bireysel
olmaktan çok; toplumsal bir nitelik arzetmektedir.