Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Ahid'in Tanımı ve Mâhiyeti

Ahid

Ahid'in Tanımı ve
Mâhiyeti

Ahd, söz vermek, emir,
talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz, yemin, misak, bir şeyi
korumak anlamlarına gelir. Bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine
getirmek demek olan ahidde hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır.
Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü; söz verme de ahlâkî yönünü teşkil eder. Ahd
kelimesi İslamî bir kavram olarak "ahd-ü mîsak" şeklinde kullanılmıştır. Ahd
kelimesi, Kur'an'da 46 yerde geçer. Benzer anlama gelen mîsak kelimesi de 25
yerde kullanılır. Allah Adem'i insanlığın atası ve temsilcisi olarak yarattığı
zaman, gerek onun şahsında, gerekse kıyamete kadar gelecek tüm insanlardan tek
tek "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye ahid almıştır (7/A'râf,
172). İttifak hükümlerini (Allah ile İsrailoğulları arasında yapılan ahdin
hükümleri) ihtiva ettiği için, yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i
Atîk ve Ahd-i Cedîd denilmiş, İslam devletinin hâkimiyeti altında yaşamak üzere
kendileriyle anlaşma yapılan gayri müslimler için ehlü'z-zimme yerine ehlü'l-ahd
tabiri kullanılmıştır.
İnsan, Allah'tan başka rabb
tanımayacağına dair Allah'a ahid vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahid
almıştır; yani muahede yapmışlar, ahidleşmişlerdir. Bu ahdin, Allah'tan
başkasını rabb tanımamanın içinde, şeytana ibadet etmemek de vardır."Ey
Ademoğulları! 'Şeytana ibadet etmeyin' diye, size ahid vermedim mi?"
(36/Yâsin, 60). Allah ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi ahd-ü mîsak
kavramı insan aklına getirmektedir. Kur'an-ı Kerim'de geçen ahidleşmelerden
birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve O'na yönelip
ibadet etmesidir. Bu tür bir
ahid, fıtrî bir ahiddir. Allah'ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan
yaratılışında sürekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O
zaman Allah'ın rasulleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde
uymuş olur. Ahidleşme Kur'anî bir metottur. Allah rasulleri ile onlara uyan,
onların ashabı olan insanlar arasında gerek Allah'ın hükümlerini yaşama, gerek
bunları muhafaza etme konusunda ahidleşmeler olmuştur.
Ahid, hem Allah'ın insanlara
teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah'a karşı veya Allah
namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır.
Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın ahdini yerine getiriniz" (6/En'âm, 152)
buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: "Allah'ın ahidlerini
ifa ediniz. Gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri,
nehiyleri ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz
ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her türlü taahhütleri yerine
getiriniz. İslam'da ahdi bozmak haramdır."
Gerek Allah'a ve gerekse
insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur'an'da
kurtuluşa eren mü'minlerin sıfatları sayılırken: "Onlar emanetlerini ve
ahidlerini yerine getirirler." (23/Mü'minûn, 8) buyurulur. Allah ile
insanlar arasında birçok ahidler vardır. Allah'ın insanlardan aldığı ilk ahid,
onların zürriyetlerini Hz. Adem'in sulbünden alıp kendi uluhiyetini tasdik
ettirmesidir (bkz. 7/A'râf, 172). Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin
bozulursa keffaret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı
keffaretle ortadan kalkmaz.
"Ey İsrailoğulları, sizi
nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sözü yerine
getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Siz, Benden korkun."
(2/Bakara, 40) ayeti bu ahidlerden biridir. Ayet-i kerimeden anladığımıza göre,
Cenab-ı Hakk'a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenab-ı Hakk da onlara bir
vaadde bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah, ahdinden asla caymayacağına
göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden
caymaya başlamışlar ve Allah'a ibadet etmemek, O'nun yasaklarına uymamak ve O'na
ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız
Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın hükümlerini hâkim kılmaları
gerekmektedir. Ancak fâsıklar ahitlerini bozarak Allah'la sözleşmelerini iptal
etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefa göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya
çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysa ki Allah
kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini vaad
etmektedir. "Doğrusu sana sadakat yemini edenler (ey Muhammed) bizatihi o
yemin ile Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi
zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona
büyük bir mükâfat nasip edecektir." (48/Fetih, 10).
İnsanlar, Allah'ın emir ve
yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibadet etmiş, onun çenberine girmiş
olmaktadırlar. Oysa Allah bütün insanlardan ahd-ü misak aldığını ifade
buyurmaktadır. "Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahidleşmedim mi? Şeytana
tapmayın, o sizin düşmanınızdır, diye." (36/Yâsin, 60). "Rabb'in
Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve
onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir.) "Evet
(buna) şahidiz!' dediler. Kıyamet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz."
(7/A'râf, 172) Ahde vefa konusunda İslam son derece titiz davranır. İnsanlar
arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde
vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün
olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz. "Ama Allah'a
verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın bitiştirilmesini
istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet onlara
(dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır." (13/Ra'd, 25)
Allah, emirleri yoluyla ve
peygamberleri vasıtasıyla insanlardan ahid almıştır. Yahudi ve
hıristiyanlardan alınan ahid de bunlar arasındadır. Allah, İsrailoğullarından,
namaz kılıp zekât vereceklerine, peygamberlerine inanıp onları
destekleyeceklerine ve Allah'a güzel takdimelerde bulunacaklarına (faizsiz borç
vereceklerine; bkz. 5/Mâide, 12), Allah'tan başkasına tapmayacaklarına, anaya
babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edeceklerine (2/Bakara, 83),
birbirlerinin kanlarını dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından
çıkarmayacaklarına (2/Bakara, 84-85) dair söz almıştır. Fakat onlar, Allah'a
verdikleri sözü yerine getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline
getirmişlerdir (bkz. 2/Bakara, 100; 5/Mâide, 13). Hz. Musa'ya karşı geldikleri
için üzerlerine azap çökünce bunun kaldırılmasını istemişler, Hz. Musa da
onlara, Allah'a verdikleri sözü hatırlatmıştır (bkz. 20/Tâhâ, 86). Çünkü
yahudiler ne zaman Allah'a söz vermişlerse, içlerinden çoğu bu ahdi bozmuştur (bkz.
2/Bakara, 100). Allah, hıristiyanlardan da ahidler almış, fakat onlar sözlerinin
bir kısmını unutmuşlardır (5/Mâide, 14).
Allah nasıl insanlara ahid
vermişse, insanlar da Allah'tan ahid almışlardır. İnsanlar Allah'tan
başkasına ibadet etmemeğe, O'ndan başkasını rabb tanımamaya ahdetmişler; Allah
da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki
ahiret hayatında onları cennetlere koymayı ahdetmiştir. Ahid, sorumluluk
gerektirir (17/İsrâ, 34). Eğer insanlar Allah'a verdikleri ahdin ve bu ahid
çerçevesinde kendi aralarındaki ahidleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse,
Allah da ahdini yerine getirecektir (2/Bakara, 40).
Tefsirciler, Allah'ın ahdinin
ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah'ın ahdi,
Allah'ın insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adalet ve peygamberleri
doğrulama delilleridir. Allah'ın ahdi, Allah'ın peygamberler aracılığıyla
insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve
yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur.

İbn Kesir, bu görüşler
konusunda şu açıklamaları yapar: Bazılarına göre bu ahit, Allah'ın yaratıklarına
bir buyruğu, emrettiğine itaat etmeleri, nehyettiğinden kaçınmaları konusunda
bir emridir. Bu emri kitaplarında ve rasullerinin dilleriyle açıklamıştır. Bu
ahdi bozmaları demek, onunla amel etmeyi bırakmaları demektir. Bazı alimler
de şöyle dediler: Bu ayetle bütün küfür, şirk ve nifak ehli kastedilmiştir.
Allah'ın onlara ahdi ise rububiyetine delalet eden deliller getirerek
vahdaniyetini göstermiş olmasıdır. Allah'ın onlara ahdi hiç bir kimsenin
benzerini getirmeye muktedir olamadığı mucizelerle peygamberlerinin doğruluğunu
tasdik ettiği emir ve nehyidir. Bu ahdin bozulması ise delillerle doğru olduğu
sabit olan hakikatleri kabul etmemeleri ve kitapları yalanlamalarıdır. Diğer
bazı alimler de şöyle dediler: Allah Teala'nın sözkonusu ettiği bu ahid,
insanları Hz. Adem'in sulbünden çıkardığı zaman onlardan almış olduğu ahiddir.
Bu ahdi bozmaları demek, ona uymamaları demektir. (1)
Fahreddin Razi, Allah'ın ahdi
konusunda şunları söyler: Bu konudaki farklı görüşler şunlardır:
1- Bu ahid ve misaktan maksad,
Allah'ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin doğruluğunu gösteren
delilleridir. Böylece bu, deliller ile tevhide sarılma hususunda bir ahd ve
misak (söz) almış olur. Çünkü bu, deliller ile tevhide ve Peygamber'in
doğruluğuna sarılmak demektir. İşte bundan dolayı da Cenab-ı Allah'ın "Siz
Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi yerine
getireyim" (2/Bakara, 40) ayeti pek yerinde olur.
2- Bu ayetle kastedilmiş
olanların, peygamberlerine indirilen kitaplarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i tasdik
etmelerine dair kendilerinden ahd ve misak alınan; kendilerine Hz. Muhammed'in
ve ümmetinin durumu açıklanan ehl-i kitabtan bir grup olması muhtemeldir.
Böylece bu grup ahitlerini bozdular, ondan yüz çevirerek Hz. Peygamber'in
nübüvvetini inkâr ettiler.
3- Alimlerden bir kısmı ise,
bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları böylece Hz. Adem'in sulbünden
çıkararak, insanlardan almış olduğu misak kastedilmiştir demişlerdir. (2)

Elmalılı, Allah'la yapılan
ahidleşme konusunda şöyle der: O fâsıklar ki, antlaşmalarını, hem de Allah'ın
anlaşmasını bozarlar; bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk
yaratılışta "iyyâke na'büdü ve iyyâke nesteıyn (ancak Sana ibadet ederiz ve
ancak Sen'den yardım dileriz" kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah
ile aralarında yapılmış olan ezelî antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu
yaratılışa ait genel kanunu, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit
edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye,
diğer taraftan kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra
bu ilahî antlaşmayı ve mîsakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya
kalkışırlar. (3)
Seyyid Kutub, bu ahidleşme
konusuna şöyle açıklık getirir: "Allah ile beşer arasında akdolunan ahdin bir
çok çeşitleri vardır. Bunlardan biri insanoğlunun Halik'ını bilmesi ve O'na
yönelip ibadet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtrî ahiddir. Allah'ın
mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimîdir. Bu fıtrat, bazen
şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah'a ortak aramaya koyulur. Diğer birisi de,
Allah'ın Adem (a.s.)'ı yeryüzüne halife göndererek ondan aldığı ahittir. Allah,
peygamberler vasıtasıyla her kavim ve milletten de ahitler almıştır. Ahidler
gereğince yalnız Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın şeriat ve
nizamını hâkim kılmaları icab etmektedir. İşte fâsıkların bozduğu ahidler bu
ahidlerdir. Verdiği sözde durmayıp Allah'la ahdini bozan kimse, aynı zamanda,
Allah'la olan sözleşmesi dışındaki diğer ahidlerini de bozmuş sayılır. Zira
Allah'ın ahdini bozmağa cür'et eden kimseden, hiçbir ahde saygı
göstermesi beklenemez. Yeryüzündeki bütün sapıklık ve fesatlar, Allah'ın
emrinden uzaklaşmak, O'nunla olan ahdi bozmak ve bağlanmasını emrettiği bağları
koparmak yüzünden doğuyor. Yeryüzündeki anarşinin başı, Allah'ın beşer hayatını
idare ve tanzim için seçtiği ilahî nizamdan yüzçevirmenin sonucudur. İşte,
neticesi mutlak surette hüsran olan yolun ayrılış noktası buradan başlar. Şu
halde, yeryüzü Allah'ın nizamı ile idare edilmekten mahrum ve hayat da şeriat-ı
ilahîden uzak kaldığı müddetçe yeryüzünde huzur ve sükûn aranamaz." (4)
Kur'an'da mü'minlerin
vasıflarından bahsedilirken "Onlar emanetlerine ve ahidlerine/ sözlerine
riayet ederler." (23/Mü'minûn, 8) diye buyrulmaktadır. Mü'minler fert
halinde de olsalar, cemiyet halinde de olsalar, verdikleri sözlere riayet
ederler, emanetlere de hiyanet etmezler. Mü'minlerin omuzlarında pek çok emanet
vardır; mü'minler her ne suretle olursa olsun emanetlerini yerine getirirler.
Çünkü doğru olmak insanların fıtratındandır; fıtrat da İslam'dır. Onun için
mü'minler, fıtratlarının doğru yoldan sapmasına müsaade etmezler. Bütün
insanların Allah'a vermiş oldukları bir söz ve ahit vardır. Bu da bütün
insanların Allah'ı tanımaları, O'na kulluk etmeleridir. Yüce Allah, insanların
fıtratına kendi varlığını ve birliğini kabul edecek özellik vermiştir.
İnsanların bozduğu her ahdin şahidi Allah'tır. Bunun için mü'min ahde vefa
gösterirken Allah'tan korkar ve sakınır.
Mü'minler genel anlamda
emanetlerden ve verdiği sözlerden sorumludurlar. Ayet-i kerime (23/Mü'minûn,
8), nassın hududunu geniş tutarak kısaca her emaneti ve her ahdi içine alacak
tarzda hüküm bildiriyor. Bu nitelikler her zaman ve her yerde mü'minlerin
nitelikleridir. Müslümanlar bu niteliklere riayet etmedikleri takdirde İslam
cemaati doğru istikameti bulamaz. Böyle bir toplumda, ortak hayat için konulacak
temel kaidelere herkesin bağlanması, güvenmesi ve dayanabilmesi için ahde vefâ
ve emanete riayet prensibi zaruridir. Bu prensibi tüm mü'minlerin örneği ve
önderi Rasulullah'ın hayatında açıkça görmekteyiz. O'na müşrikler bile güvenmiş,
emanetlerini çoğu zaman O'na teslim etmişlerdir. Bir yandan düşmanlık, öbür
yandan O'na güvenmek gerçekten düşündürücü bir haldir. İşte, kısa bir süre
içerisinde İslam'ın dünyaya hâkim olmasında Rasulullah'ın bu ilkesinin büyük
katkısı olmuştur.
"Hayır, kim ahdini yerine
getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever. Allah'ın ahdini ve
kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin; işte onların ahirette hiçbir
nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize
çıkarmaz ve onlar için acı bir azap vardır." (3/Âl-i İmran, 76-77) Ahde
vefa, Allah korkusuyla yakından alakalıdır. Bunun için sosyal muamelelerde
dost ile düşman arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Her ikisi için de durum
aynıdır. Ahde vefa dünyevî bir menfaat karşılığında değiştirilecek bir husus
değildir. Çünkü verilen söz Allah adına verilmiştir. Buradaki mesele Allah'a
karşı verilen ahde vefâ meselesidir. Onun için de karşıdaki insanlar değil;
Allah'ın emri gözetilir. (5)
Kur'an-ı Kerim'de, Allah
Teala'nın Hz. Adem'e, Hz. Musa'ya, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e ahid verdiği
ifade edilir (bkz. 2/Bakara, 125; 7/A'râf, 134; 20/Tâhâ, 115). Bu ahid,
genellikle emir veya talimat verme şeklinde açıklanmıştır. Yine Kur'an'da
Allah'la kulları arasındaki bir ahidleşmeden de bahsedilmiş (bkz. 36/Yâsin, 60)
ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir (bkz. 16/Nahl, 91).
Allah'la yaptıkları muahedeye sadık kalanlara büyük mükâfat vaad edilmiş (bkz.
48/Fetih, 10), ahdini yerine getirmeyenler fesatçı/bozguncu olarak
nitelendirilmiş (bkz. 2/Bakara, 27) ve Allah'a karşı ahidlerini hiçe sayanların
ahirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir (bkz. 3/Âl-i İmran, 77).
"Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki, ben de size verdiğim ahdi ifa
edeyim" (2/Bakara, 40) mealindeki ayet değişik şekillerde tefsir edilmiştir.
Bir yoruma göre ayette geçen birinci ahid, Allah'ın kullarına olan emir, yasak
ve tavsiyeleri, ikinci ahid ise Allah'ın kullarına vaad ettiği af ve
mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahid Allah'ın ahdi, yani kulları
üzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri üzerindeki haklarıdır. Bir
hadise göre Allah'ın kul üzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine
ibadet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesidir
(bz. Buhâri, Libas, 101; Müslim, İman 48). Semavî dinler, Allah'la kulları
arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamberimiz, dua
ederken, "Allah'ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat
gösteriyorum" (Buhâri, Deavât 16; Tirmizî, Deavât 15) der ve kendini O'na
karşı daima sorumlu hissederdi.