Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Yedincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kolaylaştırılmış Bir Metoddur.

Yedincisi



Yedincisi:
Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kolaylaştırılmış Bir Metoddur.



Daha önce belirttiğimiz Allah'tan gelen hareket
metodunun özelliklerini okuyan bir kimse daha evvel bu konu hakkında bir bilgisi
yoksa bu hareket metodunun nefislere ağır geldiği, zorluk ve eziyetlere hatta
ölüme maruz kalınabileceği hissine kapılır.

Şüphesiz bu hareket metodu nefislere büyük
yükler taşıttırıyor. Çünkü o, büyük bir gayeyi gerçekleştirmek için çalışıyor.
Fakat nefislere ağır gelen, nefislerin taşıyamayacağı yükleri taşıttırmaz. Çünkü
bu Allah'ın metodudur. Ve hiç bir zaman Allah insanlara yapamayacağı görevleri
yüklemez.

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği ile sorumlu
tutar. Herkesin kazandığı iyilik lehine, yaptığı kötülük ise aleyhinedir.
Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma! Rabbimiz!
Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Bize
gücümüzün yetmediğini de taşıtma!" (Bakara:
286)

"Allah sizden yükü hafifletmek ister. Çünkü
insan zayıf olarak yaratılmıştır." (Nisa:
28)

"Herşeyden önce şunu söyleyelim ki: İlahi
nizamın, beşeri takatler üstünde çalışmayı ve uzun müddet beşeri takatler
üstündeki şeylere sabretmeyi, istediğini iddia etmek doğru değildir.

İslam dini, gerçekte çok yüce bir nizamdır.
Bununla beraber o, fıtri olduğundan, fıtratı gözönünde tutar. Onun özelliği ilk
andan itibaren zengin fıtrat kaynağına nüfuz ederek ondan istifade etmesini
bilmesidir."

(Din Dediğin Budur s: 28)

İlahi düzenin cahili düzenler gibi insanlığa
yüklediği yüklerin çok fazla olduğunu iddia etmek de doğru değildir.

Bu nizamlar, Cenabı-ı Hakkın hidayet ve
eğitiminden mahrum kalan insanların, kendileri için uygun gördükleri nizamlar
olduğundan en üstün şekillerinde bile beşeri cehaletten, zaaflardan ve
meyillerden doğan, bazı kötü neticelere sebeb olmaktadır. Bunun için, insan
fıtratının tümüyle veya bir kısmıyla çarpışacaklardır. Ve bu çarpışma derecesi
nisbetinde, beşeriyet zarar görecek ve mutsuz olacaktır.

Bu nizamlar, insanın problemlerine, ancak
belirli hal çareleri bulan ve sosyal hastalıklara eksik teşhisler koyan bilinen
nizamlardır. Çoğu zaman bunlar bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkmışlar, bir
hastalık tedavi ederken, başka hastalıklara sebebiyet vermişlerdir."

"İslam dininin kolay oluşunun sebebi; o
zirvelere ulaşmayı hesaba katarken yolundan sapmadan seyrinde acele etmeden ve
hayat istasyonlarına birer birer uğrayarak iki günlük yolu bir günde almaya
kalkmamasıdır."

(Din Dediğin Budur s: 34-35)

"Rasulullah (s.a.s)'e tam on üç yıl boyunca
inmeye devam eden Kur'an tek bir konu üzerinde durmuştur. Evet değişmeyen tek
bir konudan; akideden... Akide değişmez ama sunuş tarzı ve metodu değişebilir...
Zira yüce Kur'an'ın üslubu her sunuşta yeni bir tarzdadır ve onu işiten sanki
ilk defa onunla karşılaşıyormuş gibi olmaktadır.

Gerçekten Kur'an-ı Kerim Mekke dönemi boyunca en
esaslı ve en başta gelen büyük bir meseleyi hallediyordu. Uluhiyet ve ubudiyette
beliren ve ikisi arasındaki ilişkilerde kendini gösteren başlı başına bir kaide
olan akide meselesini..."

"On üç yıl tamamen bu büyük davanın yerleşmesi
için geçmişti. Evet insan hayatında ondan başka önemli hiçbir şeyin bulunmadığı
bu yüce meseleyi yerleştirmek için...

Mekke-i Mükerreme'de nazil olan Kur'an ayetleri,
sosyal hayatı düzenleme konusunda ayrıntılara ilişkin şeylerden başka bu önemli
davayı aşacak hiçbir özellik zikretmiyordu. Nihayet Allah-u Teala yeteri kadar
bu hususun açıklanmış olduğunu bildirdi. Böylece insan oğulları arasından
seçilmiş bir kitlenin gönlünde bu dava tam ve mükemmel olarak yer etti. Ve Allah
bu dinin o esaslar üzerinde yerleşmesini takdir etti. Bu grubun vazifesi de bu
ilahi dinin muhtevası içerisinde ortaya çıkan pratik bir nizam kurmaktı."

"Hikmeti ilahi akide meselesinin risaletin
gelmeye başladığı ilk günden beri en önemli konu olmasını gerekli kıldı.
Rasulullah (s.a.s)'in bu dava yolunda ilerlerken ilk adımlarını insanları
"Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığına şehadet etmeye" davet ederek
atmasını ve insanlara Hak olan Rablerini tanıtarak, O'ndan başkasına ibadet
etmemelerini emrederek davasını yürütmesini dilemişti.

Ve bu metod, açık görünüşü ve insanın perdelerle
örtülü akli görüşüne göre Arapların kalbine girmek için gerekli olan yolların en
kolayı değildi.

Araplar kendi dillerinde "İlah" kelimesinin ne
demek olduğunu, Lailihe illallah'ın hangi manaya geldiğini biliyorlardı.
Uluhiyet makamı ile ulvi hakimiyetin kastedildiğinin farkında idiler...

Ayrıca uluhiyetin sadece Allah-u Teala'ya ait
olmasının, kahinlerin, kabile şeyhlerinin, emirlerin ve idarecilerin elinde
bulunan sultayı çekip alarak tümüyle Allah-u Teala'ya vermek olduğunu çok iyi
biliyorlardı...

Evet kalblere hakimiyeti, duygu ve düşünceye
hakimiyeti, pratik hayata hakimiyeti... Malın hakimiyetini, idarenin
hakimiyetini, ruhlara ve bedenlere hakimiyeti... Onlar (lailahe illallah)
cümlesinin yeryüzündeki her türlü hakimiyet ve sultalara isyan manasına
geldiğini, uluhiyetin hususiyetlerini gasbedenlere karşı çıkmak demek olduğunu,
bu çeşit gasb esasları üzerine kurulmuş olan idare tarzlarına karşı baş
kaldırmak manasına geldiğini, Allah (c.c)'ın müsadesi dışında sırf kendi
yanlarından koydukları nizamlara ve prensiplere göre yürütülen sulta ve
hakimiyetlere karşı gelmek manasında olduğunu çok iyi biliyorlardı...

Araplar İslam davasının kendi durumlarına,
reislik ve saltanatlarına karşı ne gayeler güttüğünden de habersiz değildiler.
Zira onlar kendi dillerini gayet iyi biliyorlardı. Ve lailahe illallah
kelimesinin hakiki manasını çok iyi kavrıyorlardı... İşte bunun için İslam
davasını ve bu inkilab hareketini çok şiddetli bir şekilde karşıladılar.
Herkesin bildiği o korkunç harblerle karşı koymak istediler...

İslam davasına başlangıç noktası olarak neden
burası seçilmişti?

Hikmeti ilahi niçin bu derece dikkat ile buradan
işe başlamayı dilemişti?

Rasulullah (s.a.s) bu din ile birlikte
gönderildiği sıralarda Arap memleketlerinin gerek en fakiri gerekse en zengini,
Arapların kendi ellerinde değildi. Hepsine de Arap olmayan başka cinsten
insanlar hakimdi.

Kuzey kısımda Şam tarafları tamamen Romalıların
elindeydi. Onlara Romalılar tarafından seçilmiş olan Arap emirleri hakimdi.
Güney kısımlarda kalan Yemen toprakları bütünüyle İranlıların hakimiyetinde idi.
Bu yerleri İranlılar tarafından seçilen idareciler yönetiyordu. Arapların elinde
sadece Hicaz ve Necid bölgeleri ile bunların etrafında yer alan verimsiz
sahralar ve şuraya buraya serpilmiş bulunan kurak vahalar bulunuyordu.

"Hz. Muhammed (s.a.s) doğru sözlü ve güvenilir
bir kişi olarak, daha önce Hacer-i Esved'in yerleştirilmesi sırasında Kureyş
eşrafı tarafından hakem seçilmiş ve onbeş yıl müddetle hükmüne rıza gösterilmiş,
Kureyş kabilesinin en yüce soyu olan Haşim Sülalesine mensup bir kişi olarak
intikam duygularının kasıp kavurduğu çatışma ve münakaşaların parçalayıp yok
ettiği Arap kabilelerinin arasını birleştirmeyi hedef alarak Arap
milliyetçiliğine dayalı bir isyanı veya ihtilali yürütebilirdi. Sömürgeci
imparatorluklar tarafından gasbedilmiş arazilerini kurtarmak için kendi davasına
milliyetçi bir yön verebilirdi. Kuzeyde Romalılara, güneyde İranlılıra karşı
ayaklanarak Arap sancağını dalgalandırabilir ve böylece yarımadanın her
tarafında kuvvetli bir birlik kurabilirdi...

Rasulullah (s.a.s) on üç yıl yarımadadaki sulta
sahiplerinin arzularının aksine hareket ederek yorulacağına, bir gününü böyle
bir dava için sarfetmiş olsaydı hiç şüphesiz, bütün Araplar davetine
koşacaklardı..."

"Denilebilir ki, hz. Rasul bu şekilde hareket
ederek, bütün Araplar kendisinin davetine koştuktan sonra, kendisini başkanlığa
seçip bütün sultayı eline geçirdikten sonra, şeref tacı başının üzerinde olduğu
halde... Bütün bu yetkilerini gönderilişinin esas gayesi olan tevhid akidesini
yerleştirmek için kullanabilirdi. İnsanları önce kendisine kul eder, sonra da
Rabbi Zül-Celal'in sultasına kulluk ettirebilirdi!"

"Fakat Allah-u Teala yüce Rasulünü asla böyle
bir yola yöneltmiyor. Hak Teala yüce Rasulüne "Allah'tan başka ibadete layık
ilah yoktur" diye haykırmasını ve bunca zorluklara sebep olan fakirliği tercih
etmesini bildiriyor ve emrediyor."

"Niçin bunlar?

Allah elbette rasulünü ve beraberinde ona tabi
olan mü'minleri yormak istemez... Allah-u Teala bütün bunları, sadece bundan
başka hiç bir yol olmadığını bildiği için yapıyordu. Maksat yeryüzünü Roma'lı
veya İran'lı putun elinden kurtarıp bir Arap putunun eline teslim etmek
değildir. Put her yerde puttur!... Her çeşidi ile puttur... Yeryüzü Allah'ın
mülküdür ve sadece Allah için olması gerekir. "Allah'tan başka ibadete layık
ilah yoktur." sancağı çekilmeden yeryüzünün sırf Allah için olması
imkansızdır...

Çıkar yol yeryüzündeki insanları İran'lı veya
Roma'lı putun hakimiyetinden kurtarıp hürriyetine kavuşturduktan sonra Arap
putunun eline vermek değildir. Put her yerde ve her çeşidi ile puttur. İnsanlar
sadece Allah'ın kullarıdır. Fakat "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur"
sancağı yükselmeden de Allah'tan başkasına kul olmaktan kurtulamayacaklardır."

Kendi dilinin inceliklerine iyice vakıf olan
Arapların "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur" cümlesinden anladıkları
gibi... Allah'tan başkasının hakimiyeti yoktur, Allah'tan başka kimse kanun
koyamaz, Allah'tan başka kimsenin kimse üzerinde saltanatı yoktur ve bütün sulta
Allah'ındır diye anlayarak...

İslam'ın istediği cinsiyet, akideye bağlı
cinsiyettir. Ve onda Arap, Acem Roma'lı herkes eşittir. Bütün cinsler ve renkler
Allah sancağının altında eşittir...

İşte yol budur...

(Yoldaki İşaretler s: 23-24)

Rasulullah (s.a.s) bu dini getirdiği zaman
Araplar servet dağılımı ve adalet yönünden bir toplumun düşebileceği en alt
noktada bulunuyordu. Çok az bir azınlık malı ve ticareti elinde bulunduruyordu.
Faiz yiyor ve her geçen gün kazancı ve malı artıyordu. Büyük bir çoğunluk ise
açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Servet sahibi olanlar aynı zamanda şeref ve
yer sahibiydiler. Ellerinde mal bulunmayan çok büyük bir çoğunluk ise malla
birlikte şeref ve yerini de kaybetmişti...

Hz. Muhammed (s.a.s) sosyal bir bayrak açarak
yüksek tabakaya karşı isyan eder, harb çıkarabilirdi. Gayesini, durumunun
düzeltilmesi ve zenginlerin elinde bulunan malların alınıp fakirlere verilmesine
kadar ilerletebilirdi.

Şayet Rasulullah (s.a.s) birgün olsun böyle bir
davet ileri sürseydi, Arap cemiyeti hemen iki safa bölünürdü. O zaman büyük bir
çoğunluk yeni yapılan davet ile birlik olur ve mal ve mülk sahiplerinin
hakimiyetine karşı çıkarlardı. Lailahe illallah davasına karşı, bir takım
olağanüstü kabiliyete sahip kişilerin dışında bir çok kimsenin ufkuna
yücelemediği insanlar bir saf halinde İslam'a karşı duracaklarına, mal ve mülk
sahiplerine karşı çıkarlardı.

Denilebilir ki, hz. Rasul bu şekilde hareket
ederek çoğunluğu kendi tarafına çekebilir, hakimiyeti eline alarak azınlığı
teşkil edenleri yenip, temizledikten sonra eline geçen kuvvet ve hakimiyeti
gönderilişindeki esas gayeyi teşkil eden tevhid akidesini yerleştirmek için
kullanabilirdi. İnsanları önce kendi kuvvetinin kulu yapar daha sonra da Allah'a
kul ettirebilirdi...

Fakat Allah-u Teala Rasulünü asla böyle bir yöne
yöneltmedi. Çünkü O, hem bilen hem de hükmedendir...

Bütün bunları yaptırtmıyordu, çünkü çıkar yolun
bu olmadığını çok iyi biliyordu... Ayrıca Hak Teala toplum içinde sosyal
adaletin bütün dünyayı kapsayan bir itikadi fikirden doğması gerektiğini çok iyi
biliyordu. Bu inanç sisteminde bütün meselelerin Allah'ın emirlerine göre
ayarlanması ve Allah-u Teala'nın vereceği hükme göre gelir dağılımının adilene
olması gerektiğini çok iyi biliyordu. Toplum içinde sosyal dayanışmanın hakim
olması, alanın da verenin de Allah'ın koyduğu nizamı uygulamalarından dolayı
gönül huzuru içinde olmaları gerektiğini ve Allah'a itaat hususunda hem dünyada,
hem ahirette iyilik ve hayra nail olma isteğinin hakim olması gerektiğini de
gayet iyi biliyordu... Ancak böyle olursa; gönüller hırsla yanıp kavrulmaz,
kalbler kinle dolup taşmaz. Bütün işler kılıç ve kırbaç altında korku ve dehşet
içinde normal seyrini takib etmez... Kalbler fesad bulmaz, ruhlar bozukluk
hissetmez. Kısacası "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur" esasından başka
esaslar üzerine kurulmuş toplumlardaki korkunç akibetler görülmezdi...


Rasulullah (s.a.s)'in rasul olarak gönderildiği
sıralarda Arap yarımadasındaki ahlaki seviye en alt noktasında bulunuyordu. Bu
arada cemiyetin bedevi kesiminde işlenmemiş faziletler de eksik sayılmazdı.

Zulüm toplumda en fazla yaygın olan bir haldi.
Bunu şair Zübeyr hikmet dolu mısralarında şöyle ifade ediyordu:

"Kendi çevresinde silahıyla kuvvet bulmayan kişi
yıkılır,

İnsanlara zulmetmeyen kimseler mutlaka zulme
uğrar."

Bir atasözü haline gelen "Zalim de olsa, mazlum
da olsa kardeşine yardım et'' sözü bu durumu gayet güzel dile getirir.

"İçki ve kumar o toplumda çok yaygın bir
alışkanlık ve övünme vasıtası idi. Bütünüyle cahiliyet devri, şiir, içki ve
kumar övgüleriyle doludur. Çıplaklık ve ahlaksızlık her çeşidi ile bu cemiyetin
belli başlı işaretleri arasında yer alıyordu."

"Rasulullah (s.a.s) isteseydi bir ıslahatçı
olarak ortaya çıkar ve davasını ilan edebilirdi. Cemiyetin bozulan ahlakını
düzeltmek, toplumu temizlemek, nefisleri arındırmak, değer ve ölçüleri düzene
sokmak gibi hususlarla uğraşabilirdi.

O günkü toplumda her toplumda olduğu gibi bu
pisliklarin rahatsız ettiği, ıslahat ve temizlik duygularıyla ortaya atılan her
davete rahatça koşacak, temiz nefisli kimseleri de yanında bulurdu...

Denilebilir ki, hz. Rasul o şekilde hareket
ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, salih, ruh safiyetine sahip
kimseleri toplar ve böylece getirmiş olduğu akideyi onlara empoze edip kabul
ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında "lailahe illallah" davasına karşı
çıkanları etkisiz hale getirmiş olurdu...

Halbuki Alim ve Hakim olan Allah-u Teala yüce
Rasulünü böyle bir yola sevketmiyor.

Zira Hak Teala çıkar yolun bu olmadığını çok iyi
biliyordu. Ahlaki esasların değer ölçülerini koyan, hükümler veren ve bu
ölçülerin, hükümlerin üzerine oturduğu hakiki sultanın kaynağını kararlaştıran,
bir akide temeli üzerine oturmadan geçerli olmayacağını pek iyi biliyordu.
İtikadi bir nizamı yerleştirmeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri tutarsız
olacaktır. Bu değer ölçüleri üzerine kurulan ahlak prensipleri geçerli
olmayacaktır. Çünkü zaptedici kuvvet ve cezalardan mahrum olacaktır..."


İSLAMIN HAREKET METODU.. Önsöz.
Seyyid Kutub'un Kısaca Hayatı
1) İslam'a Yönelişten Önceki Aşama.
2) İslam'a Genel Olarak Yöneliş Aşaması
3) Sınırları Belli İslam'i Yöneliş Aşaması
Giriş.
İslami Hareket Metodu.
İslami Hakim Kilmak İçin Allah'in Bildirdiği Metodla Hareket Etmek Mutlaka Gereklidir
Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Özellikleri
Birincisi İslami Hareket Metodu Pratik Bir Metoddur.
İkincisi İslami Hareket Ciddi Ve Pratiktir.
Üçüncüsü İslami Hareket Metodu Yapıcı Ve Hareketlidir.
Dördüncüsü İslami Hareket Metodu Merhalelidir.
Beşincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu, Davayı Dava Adamından Daha Üstün Tutar.
Altıncısı Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Yeryüzünde Belli Bir Hedefi Vardır
Yedincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kolaylaştırılmış Bir Metoddur.
Sekizincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kadere Ve Tevekküle Inanan Bir Hareket Metodudur.
Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Bölümleri
1- İslami Cemaatin Doğuşunun Gerekliliği
2- Doğuşun  Kaçınılmazlığı
3- Yeni Doğan Cemaatin Özellikleri
4) Sağlam Bir Karakter Ve Güzel Bir Ahlaka Sahip Olmak
5) Teşkilatın Sağlam Yapılı Olması
6) Teşkilatın Başında Liderin İlim Ve Basiret Sahibi Güvenilir Bir Müslüman Olması.
7) Bu Cemaatin Fertlerini Sadece Allah Rasulünün Ve Müslüman Liderin Velayetinde Olmaları, Cahili Toplum Ve Bu Toplumun Liderleriyle Herhangi Bir Dostluk Ve Ilişki Içine Girmemeleri...
4- Yol Azığı
5- Yıkma Ve İnşa Etme İçin Gerekli Aletler
A- İslam'ı Açıklamak
B- Hareket
6- Birinci Adım İslami Akideye Davet.
Akide Üzerinde Bu Kadar uzun Süre Durulmasının Ve Bu Süre İçinde Başka Meselelerin ele Alınmasının Sebebleri
7- Bu Yolda İlerlerken Karşılaşılacak Şeyler
a) Sebat
b) Allah'a Ve Rasulüne Itaat Etmek. Zikir Ve Dua Vasıtısıyla Allah'a Yaklaşmak.
c) Münakaşa ve İhtilaftan Uzak Kalmak.
d) Sabretmek
e) Maddi Hazırlık.
f) Sağlam Bir Temel Oluşturmadan, Davayı Geniş Bir Şekilde Yaymaktan Sakınmak Gerekir.
g) Davanın Menfaati Daima Dava Adamının Menfaatinden Önce Gelir.
Müslümanlar'i Tekfir Meselesi
1- Seyyid Kutub Kimleri Tekfir Ediyor?.
2- Seyyid Kutub'un Tekfir Ettiği Ve Lailahe Illallah'a Gereği Gibi Şehadet Etmeyen Kimselerin Özellikleri Nelerdir? 
3- Seyyid Kutub'un Delilleri
Cahil Taplum Ve Dar'ul Harb.