Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Akide Üzerinde Bu Kadar uzun Süre Durulmasının Ve Bu Süre İçinde Başka Meselelerin ele Alınmasının Sebebleri

Akide Üzerinde Bu Kadar uzun Süre Durulmasının Ve Bu Süre İçinde Başka
Meselelerin ele Alınmasının Sebebleri

Akide Üzerinde Bu
Kadar uzun Süre Durulmasının Ve Bu Süre İçinde Başka Meselelerin ele Alınmasının
Sebebleri:

1)
İslam'ın özelliğindendir. Çünkü İslam'da herşey akideye dayanır. Ve akideye
dayanmayan şeylerin Allah katında hiçbir değeri yoktur.

Diğer yandan fıtrat da, kökün daldan önce,
temelin binanın diğer kısımlarından önce varolmasının gerekliliğini kabul
etmektedir.

"Kur'an'ın, akide davasını tek başına ele alıp,
akide esasları üzerine kurulmuş olan nizamın tafsilatlı kısımlarını, sosyal
davranışları düzenleyen hükümlerini genişçe anlatmaması hususu karşısında, bu
din yoluna kendisini adamış dava adamlarını dikkat ve ibretle düşünmeleri
gerekir...

Bu dinin tabiatı, bizzat böyle olmasını
istemiştir. Bu dinde bütün esaslar tek bir uluhiyyet kaidesi üzerine oturur...
Bu dinin bütün, nizam ve hükümleri, bu büyük esastan fışkırır.

"Lailahe illallah akidesi istikrar kazanıp, kökü
en derin noktalara kadar ulaştığı zaman, bunula birlikte bu davanın temsil
ettiği nizamlar da istikrar kazanır ve akidenini yerleşmiş olduğu nefislerin
razı olacağı yegane nizam ortaya çıkar. Ve o zaman bu nefisler tafsilatı
anlatılmamış, konulan hükümler belirtilmemiş olsa bile ilk önce bu nizama teslim
olurlar. İşte bu teslimiyet öncelikle imanın icabıdır."

(Yoldaki İşaretler s: 30-31)

2) Bu
din tabiatı itibarıyla pratik, hareketli ve ciddi bir din olduğu için akide
üzerinde önemle durulmasını ve bu konuya ağırlık verilmesini gerektirir.

"Bu kuvvetli nizam ile ortaya çıkan bu dinin
tabiatının diğer bir tarafı da şudur: Bu din gerçekten pratik harekete müsait ve
ciddi bir dindir... Hayatın pratiğine hükmetmek için gelmiştir. O, pratik hayatı
kendi hükmü altına almak için çalışır. Ya eski şekliyle devam ettirir, ya
tadilat yapar, yahut da kökten değiştirir. Bunun için de ilk iş olarak tek
Allah'ın hakimiyetini kabul eden bir toplumda fiillerin olabilecek durumlarına
hüküm koyar.

Bu din, bir takım farziyelerle meşgul olan bir
teoriler yığını değildir. Bu din, doğrudan doğruya pratikle ilgilenen bir
nizamdır. Bunun için islam akidesini kabul eden, Allah'tan başka kimseye
hakimiyet hakkı tanımayan, Allah'tan başka kimselere hakimiyet hakkı tanıyanlara
hayat hakkı vermeyen ve bu esasa dayanmayan her türlü hükmü reddeden müslüman
bir cemaatin kurulması gerekir.

Bu cemaat fiilen kurulunca tabiatı itibarıyla
bir takım nizam ve hükümleri gerektiren pratik bir yaşayışı da olacaktır. İşte
bunlar gerçekleştikten sonra, bu din hüküm ve nizamlar koymaya başlar. İlk iş
olarak başka nizam ve hükümleri reddeden ve Allah'ın vazettiği nizam ve
hükümlere teslim olan kitleler için nizam ve hükümler koyar."

"Mekke'de bulunan müslümanların ne kendilerinde
ne de toplumları üzerinde bir hakimiyetleri yoktu. Kendi başlarına hür ve
Allah'ın nizamına uygun olarak diledikleri gibi hareket edebilmeleri mümkün
değildi. Ve böyle bir pratik yaşayışa sahip değildiler. Bunun İçin Allah'u Teale
o devrelerde nizam ve hüküm mevzuunda bir şey indirmemiştir. Sırf akide üzerinde
durulmuştur. Akidenin kökleri, vicdanların derinliklerine indikten sonra meydana
gelecek haller konusuna itina gösterilmiştir."

"Allah'u Teala, Mekke devrinde müslümanlara bir
takım hüküm ve nizamlar vazedip hazır bulunmalarını ve Medine'de devlet kurulur
kurulmaz o hazinelerini kullanmalarını; yani nizamı tatbik etmelerini emretmedi.
Zira bu dini tabiatı böyle bir şeyi gerektirmiyordu. İslam bütün bunlardan daha
pratik metodlara başvurdu ve daha ciddi imkanları kullandı. İslam sırf çözüm
yolu bulmak için kafadan uydurulan teorideki problemlerle uğraşmaz... İslam;
şekil, hacim ve şartlar içindeki pratik hadiselerle uğraşır. Onları kendi
hacmine, şekline ve şeriatına uygun bir kalıba döker."

Seyyid Kutub, kendi görüşlerine göre mevcut
cahili ortama İslam Fıkhını uydurarak evrimleştirmek isteyenleri ve İslam
Fıkhını mevcut cahili yasalar uygun hale getirmek için yeni bir takım
çalışmalara girişmek isteyenleri eleştirmiştir.

Bunların çalışmalarını boş çalışma ve ürün almak
için havaya tohum saçmak olarak adlandırmıştır. Çünkü kişiden ilk istenen şey
İslama bütünüyle iman eden,, onun hükümlerine teslim olan bir devletin
varlığıdır; İslam Fıkhı ondan sonra ortaya çıkar. İslam'a bir düzen olarak iman
etmeyen, onu uygulamak üzere gerekli hazırlığı bulunmayan devletlere böyle bir
Fıkh'ın sunulması boş bir iştir, İslamla alay etmektir.

Yeryüzünde sadece Allah'ın şeriatı ile
hükmetmek, ondan başka bütün sistemleri reddetmek zorunda olan ve elindeki
kuvvetlerle bunu tatbikat sahasına koymaya çalışan gerçek bir toplum yokken...
İslamdan yukarıda söylediğimiz şeyleri isteyenler bu dinin tabiatını, hayata
nasıl hakim olduğunu ve Allah'ın dilediği şekliyle hayata nasıl hakim olduğunu
ve Allah'ın dilediği şekliyle hayata nasıl uyum sağladığını bilmiyor ve
anlamıyorlar demektir. Bunlar İslam'ın kendi tabiatını, metodunu, nizamını
değiştirmesini ve diğer beşeri nizamları ve metodlara benzemesini
istemektedirler. Ayrıca bu yolda ilerlemesi, gelişmesi ve geçici duygularına
cavap vermesi için çabucak bunu yapmaya çalışıyorlar. Aslında bu gibi
hareketler, onların ruhunda yer eden, basit insanlar tarafından konulmuş
nizamlara karşı manevi bir yenilginin ifadesidir...

Bunlar İslam'dan kendisini, mevcut olmayan bir
geleceği cevap vermek için hayali faraziyelerin kalıpları içerisine sokmasını
istemektedirler. Halbuki Allah-u Teala bu dini kendi istediği şekilde hakim
kılacaktır. Gönülleri dolduran bir akide, vicdanlara hakim olan bir nizam
olmasını istemektedir. İnsanı Allah'tan başkasına boyun eğdirmeyen, Allah'tan
başka bir kimseden hüküm olmayan bir akide... Böyle bir akideye sahip insanlar
mevcut olduktan, yaşadıkları cemiyette hakimiyet onların eline geçtikten sonra
ancak o zaman pratik için hükümler koymaya başlarlar.

Aynı şekilde İslam davasına sahip çıkanlar için
de şu hisisin iyice anlaşılmış olması şarttır. İslam davasına sahip çıkan
kimseler; bu dini yeniden inşa etmek için insanları davet ettikleri zaman ilk iş
olarak; müslüman olduklarını iddia etseler, müslüman olarak doğduklarına bir
yığın şahit getirseler bile, insanları İslam akidesine boyun eğeye davet
etmelidirler... Ve onlara bildirmelidir ki; İslam ilk iş olarak "Lailahe
illallah" akidesini hakiki; manası her işte Allah'tan başkasının hakimiyetini
reddetmek kendi nefislerinde hakimiyet hakkını iddia edenlerin hakimiyetini ve
azgınlıklarını yok etmektir... Evet hem vicdanlarında hem de duygularında bunun
yer etesindir. Hem pratik hayatlarında hem de sosyal yaşantılarında bunun hakim
olmasıdır."

(Yoldaki İşaretler s: 160-161)

Seyyid Kutub şöyle demektedir:

"İnsanlığın içinde yaşadığı olayların ölçüsü
olarak kabul etmediği için, İslami olmayan insanlık toplumuna, karşı karşıya
kaldığı problamleri çözmek üzere İslam Fıkhı'ını teşri'i hükümerini sunmaya
kalkışmaya gelince...

"Böyle bir toplumun problamlerine çözüm olma
üzere bir takım teşri'i hükümler koymaya kalkışmak kesinlikle ciddiyetle
bağdaşamaz, bunun İslam'ın ciddiyetinin esas aldığı ruhuyla hiçbir ilşkisi
olmazsa, İslam'ın gerçeğe uygun metoduyla uzak yakın hiçbir ilgisi de bunlunmaz.

"İslam Fıkhı, ancak İslam Toplumu'nda; fiilen ve
gerçekten var olan, hayatın problemleriyle karşı karşıya kalan, onlarla
karşılıklı ilişki içerisinde bulunan ve temelden İslam'a teslim olan bir
toplumda gelişebilir, evrimleşebilir ve hayatın problemlerine çözüm sunabilir.

Mesela Amerika'da ya da Rusya'da var olan sosyal
ve ekonomik problemere çözüm bulmaya kalkışmamız, boş ve gülünç bir iştir. Çünkü
Amerika veya Rusya, ilke olarak İslam'ı kabul etmemektedirler."

(İslam ve Modernleşmenin Problemleri s: 183)

"Bugün bir İslam Toplumunun kurulabilmesi için
insanlığın mahrum olduğu şey; "evrimleşmiş" bir İslam Hukuku değildir.
İnsanlığın bu alandaki en büyük eksikliği, İslam'ı bütünüyle kabul etmektir.
İslam Fıkhı'nın evrimleşebilmesi için evrimleşmesine elverişli toprağı bulması
gerekir. İslam Fıkhı'nın erimleşebileceği uygun toprak ise; çağımızda ve
çağımızın uygarlık düzüyende yaşayan, fiilen varolan problemlerle karşı karşıya
bulunan ve bunları kendi özüne uygun oluşumu ile çözmeye çalışan İslam
toplumun'dan başkası değildir. İslam toplumu'nun bu tür problemlerle karşı
karşıya kalması tabiiki başka her hangi bir toplumun karşı karşıya kalması gibi
olmayacaktır.

"Fakat, görüldüğü kadarıyla bu apaçık gerçek,
İslam'dan yana gayretli olan, samimi, "aklı başında pekçok kimse için yeterince
açıklık kazanmamış gibidir."

(İslam ve Modernleşmenin Problemleri s: 184)

Başlangıçta İslam'ı insanlara tafsilatlı bir
şekilde anlatmak ömür ve zaman kaybından başka birşey değildir. İslam'ın detaylı
tafsilatlı şekilde anlatılmasından ancak dava adamları tam anlamıyla
faydalanabilir.

"Bu dinin tabiatının; Alim ve Hakim olan,
hayatın ihtiyaçlarını ve insanların tabiatını bilen Allah'ın hikmet ve ilmine
göre kurulmuş olan Rabbani nizamın tabiatını iyice kavrayamamış bazı saf ve
aceleci kimseler...

"Herşeyi, insanların tabiatını, hayatın
ihtiyaçlarını bilen Allah tarafından konulmuş ve onun hikmeti üzerine bina olmuş
bu dosdoğru Allah'tan gelen metodun tabiatını... Bu dinin tabiatını gereği gibi
düşünemeyen aceleci bazı kimseler, kendilerin şöyle bir hayale kaptırabilirer:

"islam nizamını hatta İslami hükümleri onlara
anlatırsak bu davanın yolunu kolaylaştırmış ve bu dini insanlara sevdirmiş
oluruz".

Bu düşünce acelecilikten kaynaklanan zandan
başka birşey değildir. Bu tıpkı, Rasulullah (s.a.s) bu davayı ırkçılık sancağı
altında, ahlaki ve sosyal bir dava olarak başlatıp yolu kolay göstermesinin daha
iyi olacağını iddia edenlerin iddiasına benzemektedir.

Hiç şüphe yoktur ki gönüller evvela Allah'a
halisane bağlanmalı, O'na kulluğunu ilan etmeli, şeriatını kabul ederek, O'nun
hükmünden başka bütün hükümleri reddetmeli ve kulluğunu açığa vurmalıdır.
Prensip yönünden arzu edilen hükümlerin detayına muhatap olmadan önce bu ilan ve
açıklamaların yapılması gerekir."

Çevremizi saran cahiliye, bazan islam davasına
ihlasla sarılmış kimselerin sinirlerine dokunarak İslam nizamına uygun atılması
gereken adımları alayhlerine hızlandırmak için acele etmelerini ister. Bazen de
dava adamlarını galeyana getirmek için sizin davet etmiş olduğunuz sisteminizin
detayları nedir?

Bu nizamınızı uygulabilmek için kanunlaştırmış
hukukunuz, araştırmalarınız, etüdleriniz nerede?

Böyle bir hazırlığınız var mı? diye sorar. Sanki
bu çağda İslam'ı yeryüzünde uygulayabilmek için eksik kalmış tek husus fıkhi
hükümleri ile İslam hukuku üzerindeki araştırmalarmış gibi... Sanki onlar
Allah'ın iradesine teslim olmuşlar gibi... Sanki Allah'ın emirlerinin
kendilerine egemen olmasına razı olmuşlar... Sanki sadece modern yöntemlere göre
hazırlanmış bir fıkhın yürürlüğe konmasını bekliyorlarmış gibi... Oysa bu
gülünçür ve bir alaydan ibarettir. Bu dine karşı saygı duyan her bir kalp
sahibini böyle bir konuma düşmekten kendisini koruması gerekir."

(Yoldaki İşaretler s: 43, İslam ve
Modernleşmenin problemleri s: 183-184, Fi-Zilalil Kur'an c: 7 s:93)

Bunu yaparken de gayeleri; dava adamlarını,
akide binası kurma merhalesini es geçmerini, Rabbani nizamlarını esas
tabiatından uzulaştırmalarını isterler. Rabbani nizamın tabiatında nazariye
hareketten sonra gelir. Nizam yaygınlaştıktan sonra hükümler vazedilir. Ancak
pratik hayatın gerçek problemleriyle karşılaşırken hükümler konur.

İslam davasına gönül vermiş kimselerin böyle bir
takım aldatmaca ve oyunlara gelmemeleri gerekir. Kendi hareketleri ve dinlerine
yabancı tüm metodların üstünlüğünü reddetmeleri üzerine düşen en büyük
vazifedir. İnanmayanların kendilerini yanlış yola saptırma emellerine
aldanmamaları da vazifeleri arasındadır.

Bu arada bir takım oyunlarla davanın karşısına
dikilen hareketlerin iç yüzünü açığa çıkartıp onları tepelemeleri ve bu dinin
hareket metoduna uygun şekilde çalışmalarını düzenlemeleri şarttır.

Allah'ın emirleri dışında kalan her türlü emri
reddettiklerini açıkça ilan etmeyen bir toplumda "İslam kanunlarını cahili
düzene uyarlama komedisin kabul etmemeleri gerekir. Yine, asla ciddi çalışmalar
yapmaktan alıkoyacak onları oyalayıcı şeyleri reddetmeleri de görevlerindendir.
Kuvvetli olmanın sırrı burada gizlidir. Kendilerinin kuvvet kaynağı da bu
noktadadır..."

(Yoldaki İşeret s:44)

Şimdi de Mekke devrinde İslam'ın insanlara ne
şekilde tebliğ edildiğini genel hatlarıyla inceleyelim.

1)
Mekke'de nazil olan ayetler akide davasını bir teori veya sadece Allah ile kul
arsındaki bir mesele olarak bildirmemiştir. Ya da felsefi veya kelam ilmi
tarzında da sunmamıştır.

"Yüce Kur'an bu akideyle birlikte canlı ve
pratik bir savaşa katılıyordu... Pratik olarak yaşayan ve o gün hayatta bulunan
insanların nefislerinde... Fıtratı çatışmaz hale getiren bataklıklara karşı
büyük bir savaşa girişmişti. Bunun için teori şekil, o gün meydanda bulunan
pratiğe uygun bir şekil değildi. Bu sadece o günkü canlı ve diri nefislerde vuku
bulan; pratik hallerin, pisikolojik engellerin yok olabilmesi için canlı bir
karşılama tarzı idi. Daha sonra ileriki asırlada tevhid ilminin tuttuğu yolda
zihni mücadeleden, teorik tartışmadan öte gitmiyordu. ve o günün şartlarına
uygun bir şekil değildi...

Gerçekten Kur'an'ı Kerim beşeri bir olaya bütün
canlılığı ve karışık yönleriyle birlikte en mükemmel şekilde karşılık veriyor ve
bu olaylar okyanusu içerisinde yüzen bütün insanlığın kendi öz varlığına hitap
ediyordu... Akideyi sadece Allah ve kul arsındaki bir meseleymiş gibi sunmak da
o gün uygun bir şekil değildi.

İslam itikadi bir akide olmasına rağmen ameli
tatbikatı göz önünde bulunduran pratik bir hayat nizamını temsil etmektedir.
Bunun için Allah ile kul arsındaki ve teorik bahislerin düştüğü darlık ve
sıkıntılara düşmez."

(Fi-Zilalil Kur'anc: 7 s: :89)

2)
Kur'an'ı Kerim bir yandan gönüllerde akide binasını inşa ederken diğer yandan
nefislerde cahiliyyete karşı savaş duygusunu geliştiriyordu. Ve bu iki duyguyu
birbirinden katiyyen ayırmıyordu.

"Kur'an, müslüman cemaatin vicdanının
derinliklerinde akide binasını inşa ederken, bu müslüman toplulukla birlikte
çevresinde bulunan cahiliyyete karşı büyük bir savaşa girişiyordu. Ayrıca bu
müslüman nefislerde vicdanların derinliğinde, hem pratik, hem ahlaki hususlarda
cahiliyyetten arta kalan tortularla da büyük bir savaşa girişmiş bulunuyordu.
İşte bu karışık durumda akide binası ortaya çıktı, ama bu çıkış ne teori
şeklinde ne Allah ile kul arasında bir mesele şeklinde, ne de tamamen laf
ebeliğine dayanan bir tartışma tarzında idi. Doğrudan doğruya hayat nizamını
meydana getiren ve bizzat İslam cemaatinde ortaya çıkan bir birleşme şeklinde
idi. İşte İslam cemaatinin gerek itkadi düşünceler sahasında olsun, gerekse
pratik harektlerinde olsun, gelişimi bu düşünce çerçevesi dahilinde oluyordu.
Ayrıca cahiliyyete de savaşçı bir teşkilat hüviyeti içinde karşı duruyordu. Bu
gelişim tamamen akide binasının gelişimini temsil ediyordu. Akidenin canlı bir
tercümanı idi."

(Fi-Zilal-il Kur'an c: 7 s:89)

Böylece nefsi terbiyeyi, cahiliyyeye karşı savaş
açmaktan önce görenlerin ne kadar hatalı oldukarı daha iyi görülür. Halbuki
ikisinin de bir arada olması gerekir.

3)
Kur'an'ı Kerim gönüllerde akide davasını yerleştirirken aynı zamanda İslam'i
hareketin ve İslam cemaatinin inşasını da beraber yürütüyordu.

"İslam davasına sahip çıkanların, bu dinin
tabiatını iyice kavramaları ve yukarıda açıkladığımız şekilde hareket metodun
iyice anlamaları mutlak şekilde şarttır. Bu zaruridir. Mekke devri teorilerin
öğrenilip tatbik edildiği bir merhale olmakla kalmayıp İslam akidesinin temel
yapısını geliştirdiği, İslam cemaati ile birlikte İslam hareketinin fiilen vücut
bulduğu bir devredir. Dolayısıyla bu bina yeniden inşa edilmek istendiği zaman
da aynı metoda baş vurmak gerekir."

(Fi-Zilal'il Kur'an c: 7 s:89)

"Gerçekten de Kur'an'ı Kerim on üç seneyi sadece
akide binasının temelini yükseltmek için geçirmemiştir... İlk defa iniyor diye
de bu kadar zaman sarfetmemiştir... Asla! Şayet Allah-u Teala dileseydi Kur'anı
bir defa da indirirdi. Sonra da Kur'an'a inananları on üç seneden daha çok veya
daha az bir müddet İslam'i teori olarak kavrayabilmeleri için başbaşa bırakırdı.

Fakat Allah-u Teala başka bir şey dilmekteydi.
Allah tek başına belirli bir metodun hakim olmasını istiyordu. Cemaatin
yapısını, İslami harketin binasını ve kaidenin temelini aynı zaman içeresinde
yükseltmek istiyordu. İslam cemaatini ve İslami hareketi akideyle birlikte inşa
ederken, akideyi de bu cemaat ve hareket esasları üzerine inşa etmek istiyordu.
Allah'u Teala, akidenin, İslam cemaatinin fiilen yaşadığı pratik bir hayat
olmasını ve bu cemaatin fiilen vuku bulan pratik hareket tarzının da bizzat
akidenin bir şekli olmasını istiyordu. Ve biliyordu ki fertleri ve toplumları
bir binanın yapısı gibi inşa etmek bir gece ve gündüz arsında tamalanamazdı...
Bu sebeple akide binasının yapılış devresi için geçen zaman kadar bir zanan
fertlerde ve cemiyetlerde İslam binasının yükselmesi için de gerekirdi. Böylece
itikadi gelişme tamamlanıp olgunlaşınca cemaat de olgun meyvanın pratik bir
belirtisi olarak ortaya çıkmış olacaktı."

(Yoldaki İşaretler s: 38-39)

Kur'an'ı Kerim'in akideyi sunuş tarzına dikkatle
bakacak olursak şunları görürüz:

A)
Allah-u Teala Rasulullah (s.a.s)'e; akideyi insanlara anlatırken hiç bir şeyi
gizlemeden, ertelmeden, tam ve eksiksiz bir şekilde anlatmasını emretmektedir.

Zamanımızda kendisini İslam davetçisi zanneden
kişiler bunu tam aksi hareket etmeyi bir metod edindikleri için ne kadarda İslam
ile tezat içindedirler..

"Bu İlah'i yöntemlerde ortaya çıkan bir gerçek
de Rasalullah (s.a.s)'in, döneklik edenler, yalanlayanlara, meydan okuyanlar,
ilahi davete uymayanlara ve yollarını şaşırmış olanlara karşı getirdiği
hakikatleri açıkça söylemesidir. Allah'tan başka ibadete layık ilah bulunmadığı,
O'ndan başka ma'bud bulunmadığını, Güçlü ve Hüküm verenin yalnız Allah olduğunu
ve insanların en sonunda O'nun yanına döndürüleceğini, ya cennet veya cehenneme
gireceklerini açıkca belirtmesini emrediyordu.

Aslında bu hakikatleri müşrikler ya doğrudan
doğruya reddediyor ya da karşı koyuyorlardı.

Bir de onların arzu ve heveslerine yummasını;
onları memnun etmek için bu gerçeklerden bir kısmını gizlememesini veya
geciktirmemesini belirtiyordu. Şayet onları arzu ve heveslerine uyacak olur
bunca bilgiden sonra da onların peşinden gidecek olursa kendisini bekleyen acı
akibet ile tehdit ediyordu.

Bu açık işaretler Allah davasının yolcularına,
bu davanın metodunu açıklar ve bu konuda kendi fikirlerinin asla söz konusu
olamayacağını bildirir. Onların vazifesi bu dinin esaslarını açıkça
bildirmektir, bu konuda ne bir şeyi gizlemeli ve ne de geciktirmelidirler. Bu
gerçeklerin başında da Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilahın bulunmayıp
bütün Rububiyyetin ve hakimiyyetin Allah'a ait olduğu dolayısıyla Allah'tan
başka hiç kimseye boyun eğip tabi olmamak gerektiği gerçekleri yer alır.

Ne ile karşılaşırsa karşılaşsın, mü'min bu
gerçeği ilan etmekle vazifelidir. Döneklerin ve yalancıların taarruzu ne olursa
olsun asıl görevi budur. Yolda ne gibi tehlike ve engellerle karşılaşırsa
karşılaşsın bu gerçeği ilan edecektir.

Şuda iyi bilinmelidir ki; "hikmet ve güzel öğüt"
prensibinin içine bu gerçekleri gizlemek ve geciktirmek gibi hususlar girmez.
Çünkü yeryüzünün tağutları bu gerçeğin açıklanmasından hoşlanmazlar, açıkça
söyleyenlere de eziyet etmekten geri durmazlar. Tağutlar bu gerçeklerin
açıklanmasından dolayı bu dine karşı çıkarlar ve bu daveti yönetenlere tuzaklar
kurar, oyunlar hazırlarlar... Ama bütün bunlara rağmen hiçbir dava adamı bu
gerçeklerden birisini bile gizlemek veya geciktirmek hakkına sahip değildir. Ve
durum böyle bir tehlike arzediyor diye işe önce ahlaki hareketleri düzenleyerek;
ruhi gelişmeyi sağlayarak başlayıp, toprak üstü putların gazabını çekmemek için
çalışma yetkisi de yoktur...

Allah'ın Vahdaniyet'ini ve Uluhiyet'ini ilan
edip, dinin birliğini ve dolayısıyla tabi olunacak kaynağın ve emre bağlılık
hususunun tekliğini ilan edersem bu tağutların hışmına uğrarım diye işe önce
ahlak ve manevi temizlik ile başlama hakkına sahip değildir.

Allah'ın dilediği hareket metodu budur. Yüce
Rasulümüz Muhammed Mustafa (s.a.s)'in yürüdüğü yol bu yoldur. Rabbinin
yönlendirmeleri ile takip ettiği metod bu metoddur. Ve hiç bir zaman için bir
Alah yolunun davetçisinin bu yolu terkedip başka bir yol takip etmesi caiz
değildir. Yol bu yoldur ve dinini kefaleti altına almıştır. Allah'ın bu dine
davet eden kimseleri tağutların şerrinden koruması yeter..."

(Fizilal-il Kur'an c: 13 s:94-95)

B)
Kur'an-ı Kerim, Rasulullah'ın rasullüğünün ve Allah katından ona vahy olarak
gelişinin gerçek olduğunu ispat etmek için bir kaç delil üzerinde duruyor:

a)
Birinci delil Kur'an'ın kendisidir. Çünkü insanlar hiçbir yönden ona benzer bir
söz söyleyemezler. Bu ister üslup bakımından, isterse içerik bakımından olsun
farketmez.

b)
Allah'ın kudretini ve azametini ispat etmek için Kur'an-ı Kerim kainatı ve
içindekileri delil getiriyor.

"Kur'an'ın davet metodu; Allah'ın okunan kitabı
olan Kur'an'ı Kerim ile görünen kitabı olan kainat kitabını birleştirir ve
bütünüyle kainatı insan varlığının ilham kaynağı kılar. Ve orada Allah'ın
kudretine, tedbir ve saltanatına işaretler ve deliller bulur."

(Fi-Zilal-il Kur'an c: 13 s:95)

c)
Kur'an'ı Kerim, Allah'ın azametine, Kudreti'ne ve Rasulünün doğru söylediğine
delil olarak insanlık tarihinden bazı ibret verici olayları da gözler önüne
seriyor.

"Bu iki kitaba (Kur'an ve kainat) bir de insan
tarihinin kayıtlarını ilave eder. Allah'ın kudreti, takdir ve tedbiri ile ilgili
tarihi gerçekleri gözler önüne serer."

"Böylece kainat, ilahi kudretin ve iman
işaretlerinin delili olan göz alıcı bir sergi haline gelir. Direkt olarak,
kapsamlı ve derin bir mantık ile beşer fıtratına hitap eder. Gizli açık idrak
vasıtlarını da son derece şaşırtıcı bir uygunluk içinde harekete geçirir.

Daha sonra kainat kitabının sayfalarına insanlık
tarihinin sayfalarını ekliyor. Ve insanlığın hayatındaki ilahi kudretin
eserlerini, hakimiyetin ve saltanatın neticelerini apaçık olarak gözler önüne
seriyor."

(Fi-Zilal-il Kur'an c: 13 s:96-97)

İSLAMIN HAREKET METODU.. Önsöz.
Seyyid Kutub'un Kısaca Hayatı
1) İslam'a Yönelişten Önceki Aşama.
2) İslam'a Genel Olarak Yöneliş Aşaması
3) Sınırları Belli İslam'i Yöneliş Aşaması
Giriş.
İslami Hareket Metodu.
İslami Hakim Kilmak İçin Allah'in Bildirdiği Metodla Hareket Etmek Mutlaka Gereklidir
Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Özellikleri
Birincisi İslami Hareket Metodu Pratik Bir Metoddur.
İkincisi İslami Hareket Ciddi Ve Pratiktir.
Üçüncüsü İslami Hareket Metodu Yapıcı Ve Hareketlidir.
Dördüncüsü İslami Hareket Metodu Merhalelidir.
Beşincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu, Davayı Dava Adamından Daha Üstün Tutar.
Altıncısı Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Yeryüzünde Belli Bir Hedefi Vardır
Yedincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kolaylaştırılmış Bir Metoddur.
Sekizincisi Allah'tan Gelen Hareket Metodu Kadere Ve Tevekküle Inanan Bir Hareket Metodudur.
Allah'tan Gelen Hareket Metodunun Bölümleri
1- İslami Cemaatin Doğuşunun Gerekliliği
2- Doğuşun  Kaçınılmazlığı
3- Yeni Doğan Cemaatin Özellikleri
4) Sağlam Bir Karakter Ve Güzel Bir Ahlaka Sahip Olmak
5) Teşkilatın Sağlam Yapılı Olması
6) Teşkilatın Başında Liderin İlim Ve Basiret Sahibi Güvenilir Bir Müslüman Olması.
7) Bu Cemaatin Fertlerini Sadece Allah Rasulünün Ve Müslüman Liderin Velayetinde Olmaları, Cahili Toplum Ve Bu Toplumun Liderleriyle Herhangi Bir Dostluk Ve Ilişki Içine Girmemeleri...
4- Yol Azığı
5- Yıkma Ve İnşa Etme İçin Gerekli Aletler
A- İslam'ı Açıklamak
B- Hareket
6- Birinci Adım İslami Akideye Davet.
Akide Üzerinde Bu Kadar uzun Süre Durulmasının Ve Bu Süre İçinde Başka Meselelerin ele Alınmasının Sebebleri
7- Bu Yolda İlerlerken Karşılaşılacak Şeyler
a) Sebat
b) Allah'a Ve Rasulüne Itaat Etmek. Zikir Ve Dua Vasıtısıyla Allah'a Yaklaşmak.
c) Münakaşa ve İhtilaftan Uzak Kalmak.
d) Sabretmek
e) Maddi Hazırlık.
f) Sağlam Bir Temel Oluşturmadan, Davayı Geniş Bir Şekilde Yaymaktan Sakınmak Gerekir.
g) Davanın Menfaati Daima Dava Adamının Menfaatinden Önce Gelir.
Müslümanlar'i Tekfir Meselesi
1- Seyyid Kutub Kimleri Tekfir Ediyor?.
2- Seyyid Kutub'un Tekfir Ettiği Ve Lailahe Illallah'a Gereği Gibi Şehadet Etmeyen Kimselerin Özellikleri Nelerdir? 
3- Seyyid Kutub'un Delilleri
Cahil Taplum Ve Dar'ul Harb.