Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
KITÂL/SAVAŞ. Kıtâl/Savaş; Anlam ve Mâhiyeti
KITÂL 
 
KITÂL/SAVAŞ 
 
 
Kıtâl/Savaş; Anlam 
ve Mâhiyeti 
 
 
"Kıtâl" ve "katl"in kelime 
anlamı, rûhun bedenden giderilmesidir, aynen ölüm gibi. Ancak, rûhun bedeni terk 
etmesi, dıştan bir etkinin sonucu sayılınca buna katl veya kıtâl, kendiliğinden 
olmuş sayılınca buna mevt/ölüm diyoruz (Râgıb, Müfredât). Kur'an, hayatın önemli 
olaylarından biri olan kıtâl keyfiyetini inkâr ve ihmâl etmemiş, onunla ilgili 
ayrıntılı hükümler ve düzenlemeler indirmiştir. Kıtâl kaçınılmazdır. 
İnsan, bir başkasını 
öldürebilir mi? Öldürebilirse, bunun çerçevesi ve şartları nedir? Kur'an'ın bu 
soruya verdiği cevap, şu şekilde ifâde edilebilir: Hayatına ve din gibi temel 
bir hürriyetine kastedilen kişi, müdâfaa için öldürebilir. Kur'an, bu şartlarda 
bir öldürmeye "Allah yolunda mukaatele" (Allah yolunda savaş) der ve onu insanın 
onuru ve görevi sayar. Eğer biri veya birileri ölecekse, bunlar hayata, mukaddes 
değerlere ve insan onuruna ilk saldıranlar olmalıdır. Bunun aksini düşünmek, 
hayata ve insana saygı değil; beceriksizlik veya ikiyüzlülük sebebiyle, hayatın 
pusuya düşürülmesine ve zulme göz yummaktır. Zulme göz yumuş da zulme ortak 
olmaktır. İnsana düşen, hayata ve insanın din, fikir, haysiyet gibi fıtrî 
haklarına saldıranı korumak için bahane aramak değil; hayatı ve hürriyeti 
saldırıya uğrayanın yanında yer almaktır. Kur'an'ın bu noktaya dikkat çeken 
beyanları çok dokunaklı ve etkileyicidir. (bkz. 4/Nisâ, 75). 
Kıtâl, hayata kastedenlere 
karşı, hayatı elinde tutan Kudretin bir emri olarak uygulanır. Hayata kast 
etmenin ölçüsü, Kur'an'a göre, ilk öldüren olmaktır. Ve bu anlamda "bir tek 
kişiyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir" (5/Mâide, 32). İlk öldürene 
karşı çıkarken öldürmek (meşrû savunma) ve ilk öldüreni cezâlandırmak için 
öldürmek (kısas), hayata kast etmek değil; hayata hizmettir: 
"Ey akıl sahipleri! Kısasta 
sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız." (2/Bakara, 
179) 
İnsanlığın ilk kıtâl olayı, iki 
kardeş arasında meydana gelmiş ve bu ilk kıtâl kıskançlık, çekememe yüzünden 
vücut bulmuştur. Mâide sûresi 27-31. âyetler Hz. Âdem'in iki çocuğu arasındaki 
kıtâl olayını özetle şöyle vermektedir: Kardeşlerin ikisi Allah'a birer kurban 
sunmuşlar; birininki kabul edilmiş, ötekisi reddedilmiştir. Bunun üzerine 
kıskançlık krizine giren kardeş, kurbanı kabul edileni öldürerek toprağa 
gömmüştür. Kur'an bu öldürme olayını bir hüsrân (büyük kayıp, sapma) olarak anar 
ve katil kardeşi nefsinin tahrik ettiğine dikkat çeker. Kur'an'ın burada dikkat 
çektiği bir husus da öldüren kardeşin sonradan pişman olduğudur. 
İnsanlığın bu ilk cinâyetine 
bakışta ortaya konan noktalarda cana kastın değişmez sebepleriyle şaşmaz 
sonucunu açıkça görebilmekteyiz: Kıskançlık, hırs, nefsin dürtmesi ve sonuçta 
hüsran ve pişmanlık... 
Cana kastın yasaklığı, kişinin 
kendi canına kastı için de geçerlidir. Hayat hakkını ortadan kaldırma hakkını, 
kendi nefsiniz için de kullanamazsınız. Hayatı veren de, alan da Yaratıcı 
Allah'tır. İnsan, hayatı devam ettirmek için her şeyi yapmaya mezun ve memurdur; 
fakat Allah'ın meşrû gördüğü yollar hâriç; hayatı tehlikeye atmaya ve ortadan 
kaldırmaya asla müsaade edilmemiştir. (bkz. 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29). İntihar, 
bir başkasını öldürmek kadar büyük bir günahtır. 
Kıtâl konusunun en önemli 
sorularından biri şudur: Kur'an'da savunma dışında kıtâl (İslâm'ın, 
taarruz/hücum/saldırı şeklindeki savaşa izin verip bunu emretmesi) var mıdır? Bu 
soruya "evet" veya "hayır" diye tek kelimeyle cevap vermek mümkün değildir 
kanısındayız. Çünkü "saldırı" ve "savunma" izâfî/göreceli kavramlardır. Hangi 
anlayışı esas alarak saldırı veya savunmanın tanımını ve boyutlarını 
yakalayacağız? Bunun yerine Kur'an'ın şu iki ölçüsünü kullanmak daha sağlıklı 
sonuçlara götürecektir. Fiilen hayata kastetmiş zâlimlere karşı kıtâle/savaşa 
başvurulur ve tebliğe mâni olanlara, Allah'ın dininin hâkim olup yayılmasının 
önündeki engellere karşı çıkılır. Bu karşı çıkmanın götüreceği sonuç bir 
mukatele, yani savaş oluyorsa, o da göğüslenir. Zâlim olmayanlara, başkalarının 
canına ve temel haklarına saldırmayanlara ve İslâmî tebliğin önünde engel 
olmayanlara karşı savaş meşrû değildir. İnsanları savaş korkusunda bırakarak, 
silâh zoruyla, ya da değişik baskı ve zorlamayla İslâm'a sokma yönüne gidilemez 
(2/Bakara, 256). Tebliğin boyutları ve şartları bellidir. Tebliğ kendisine 
ulaşan bunu kabul eder veya etmez. Ancak, tebliğin yapılmasını ve kitlelere 
ulaştırılmasını engelleyenlere, engellemedeki tavırları cinsinden karşılık 
verilir. Bu, kıtâl/savaş da olabilir. Bu yüzden biz kıtâli, hayata ve hürriyete, 
insanın temel haklarına kastedenlere karşı çıkmak esasına oturtmayı, Kur'an'ın 
temel tavrı diye anlıyoruz. Şu âyetler, bu tesbitin Kur'anî dayanağını 
vermektedir: 
?Kendileriyle savaşılanlara 
(mü'minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. 
Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; 
sırf ?Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış 
kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, 
mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, 
havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım 
edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.? 
(22/Hacc 39-40) 
Tesbit edilen bu ölçüler içinde 
bir kıtâlin, çok yönlü bir hareketler serisine vücut vereceği açıktır. 
Başlangıcı meşrû bir kıtâl devresine girildiğinde bunun içinde saldırılar ve 
savunmalar ardarda gelir. Bunları birbirinden ayrı düşünemeyiz. Kur'an'ın 
"müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün, küfrün önderlerini öldürün, şeytanın 
dostlarını öldürün" (9/Tevbe, 36, 12; 4/Nisâ, 76, 82; 2/Bakara, 191) âyetleri, 
işte böyle bir süreç içindeki hareketlerden bazılarıdır. Konuya başlangıcı 
itibarıyla ışık tutan âyetler: 
"Eğer sizi öldürürlerse siz 
de onları öldürün, onların sizi toptan öldürdükleri gibi siz de onları topyekün 
öldürün." (2/Bakara, 191; 9/Tevbe, 36) şeklinde müslümanın kıtâl tavrını bir 
cevap-hareket olarak belirlemiştir. 
Şurası kesindir ki; Kur'an, 
bağlılarının silâhsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, 
Kur'an'ın insanını, korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada 
yetersiz bırakır. Kur'an'ın insanı Allah yolunda savaşacak, ezilip itilen, 
yurtlarından edilen çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir 
mukatelede/savaşta yer almak Allah'ın sevgisini kazandırır (4/Nisâ, 75-76; 61/Saff, 
4). Böyle olunca, Kur'an bağlısı, her an kıtâle girebilecek halde olmak 
zorundadır. Çünkü onun görevi evrensel bir görevdir. O, kendi nefsinin keyfini 
yerine getirmekle işini bitirmiş olmuyor. Sırtında bir büyük emânet vardır. 
Anılan değerler uğruna kıtâl 
sergilerken can verenler, yani karşı-kıtâl ile öldürülenler, Kur'an diliyle, 
"ölümsüz" ilân edilmişlerdir. Bu şehîdlere "ölü" demek bile yanlış ve yasaktır 
(2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169). 
İman, bir anlamda Allah uğrunda 
hayır ve güzellikler için sürekli savaş halinde olmaktır (9/Tevbe, 111). Çünkü 
hayat, Allah yolunda hayır savaşçılarıyla, karanlık kuvvet olan şeytanî güçler (tâğut) 
uğruna savaşanların bir çarpışma alanıdır (4/Nisâ, 76). Şeytanî güçler/zâlim ve 
fesatçılar sürekli tetikte ve hazır beklerken, Allah'ın askerleri aydınlık 
kuvvetin pasifliği seçmesi hayata hizmet değil; ihânet olur. Bu hak savaşçıları, 
yaradılış dininin egemen olduğunu, tüm dünyada İslâm'ın hâkim olduğunu görünceye 
kadar hazır ve faal olmak zorundadır (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39). Çünkü ona 
kıtâl iznini veren kudret bunu, zulme bir karşı çıkış için vermiştir (22/Hacc, 
39). O halde bu hayırlı kuvvetin pasifliğe mahkûm olması veya bahane bulmaya 
çalışması, zulme destek vermek olur. Emâneti omuzlayan ve yeryüzünün halîfesi 
unvanını almış bulunan (2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72) bir varlığın böyle bir yola 
gitmesi beklenemez. O, emâneti taşıma uğruna savaşmak zorundadır. Bu ona, çok 
gelecektir (4/Nisâ, 77), ama mutlu bir gelecek ve ölümsüz bir hâtıra bırakmak 
için başka yol yoktur. Bu yüzden, Kur'an'ın insanına kıtâl, nefsi onu sevmese de 
bir güzel kader olarak yazılmıştır (2/Bakara, 216). Ve Peygamberin görevlerinden 
biri de büyük emanetin sahibi olan iman adamını kıtâli göğüsleyecek bir coşku 
içine çekmek ve onu kıtâl ruhuyla diri tutmaktır (8/Enfâl, 65). Allah yolunda 
seferber olun dendiğinde, iğreti hayatın zebûnu olarak olduğu yere çakılıp 
kalmak iman adamına yakışmaz. Bu yolu seçenler, rezil ve zelil olurlar ve 
nihayet Allah onları siler süpürür ve yerlerine, emâneti yüklenebilecek cihad 
eri başka topluluklar getirir (9/Tevbe, 38-39). 
Kıtâli sevmeyen ve onu çirkin 
görenler bilmelidirler ki kıtâlden kaçış fitneyi kökleştirir, yani insanlığın 
dirlik ve düzenini bozar. İşte bu, kıtâlden çok daha beter bir sonuçtur. Yani, 
fitne, kıtâlden daha kötü ve yıkıcıdır (2/Bakara, 119, 217).[1] 
 
 İslâm'da savaş, zorla 
insanları dine sokmak için değil; savunma ya da düşmana misliyle mukabele için 
yapılır. Kur'an'ın genel içeriğinden anlaşılan budur. ?...Onlarla 
çarpışırsanız, yahut onlar İslâm olurlar (müslüman olur veya teslim olurlar)? 
(48/Fetih, 16) âyeti, bu anlayışa aykırı değildir. Burada savaşılması 
emredilen kavim, düşman olan kâfirlerdir. Onları öyle bırakmak müslümanlar için 
tehlikelidir. Tehlikeyi bertaraf etmek için onlarla savaşmak gerekir. Düşmanın, 
savaşa neden olan tutumlarına son vermesiyle savaş da sona erer. Bu da düşmanın 
müslüman, yahut teslim olması veya barış yapılmasıyla olur. Hudeybiye barışı 
bunun en güzel örneğidir. Peygamber (s.a.s.) müslüman olmayan müşriklerle barış 
yapmıştır. ?Barış, Araplardan başkası hakkındadır, Araplarla barış olmaz, 
mutlaka onların müslüman olmaları gerekir' diye Kur'an'da bir hüküm yoktur.[2] 
Ağırlık ve meşakkatiyle doğru 
orantılı olarak Kur'an, mü'minler arası hiyerarşide cihada büyük önem vermiştir 
(4/Nisâ, 95). Zira cihad; fiilî bir iman olmanın ötesinde, kişinin makam, mevkî, 
mal, can gibi en değerli varlıklarını ortaya koyduğu bir olgudur. Cihadın 
"amellerin zirvesi" (Buhârî, Hacc 4, Cihad 1; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 22) ve 
"Allah katında en değerlisi" (Buhârî, Edeb 1) olarak tavsif edilmesi, ayrıca 
işin (dinin) teslimiyetle başlayıp namazla ayakta durması ve cihadla kemâle 
ermesi de (Tirmizî, İman 8, Fezâilü'l-Cihad 22) buna dayanmaktadır. Nitekim 
birtakım iman sahipleri, bu ağırlık ve meşakkatten dolayı nifaka düşmüştür 
(4/Nisâ, 154; 9/Tevbe, 45 vd.). Canla cihad, yani kıtâl, müstekbirlerin 
müstaz'aflar üzerindeki tahakkümüne son verme teşebbüsüdür (4/Nisâ, 75). 
Muhârebe; Allah ve rasûlülüyle 
fiilî mücâdeleyi ifâde etmekle birlikte (9/Tevbe, 107), bir âyette, nebevî 
otorite tarafından sağlanan asayişin -yol kesmek sûretiyle- bozulması bağlamında 
kullanılmıştır (5/Mâide, 33). Kur'an ayrıca, fâiz yasağından sonra hâlâ fâiz 
alıp verenlerin Allah ve Rasûlüyle savaşmakta olduklarını belirterek fâiz 
alışverişini, -bir amel zaafı olduğu düşünülse de- imansızlık olarak görmüştür 
(2/Bakara, 278-279). Bu âyet, "Şâyet mü'minseniz, geri kalan fâizi bırakın!" 
hitâbıyla son bulmakta ve 279. âyet de "Bunu yapmayacak olursanız Allah 
ve Rasûlü ile savaşa girdiğinizi bilmiş olun!" diyerek bu emre uymamanın 
imansızlıkla eş değer olduğunu ifâde etmektedir.[3] 
 
Cihad, bir amaca varmak için 
tüm gayretini seferber etmek demektir. Cehd, olabilecek tüm gayretini harcayarak 
çalışabileceği kadar çalışmak demektir. Cehdin Kur'an peceresinde üç görünümü 
vardır: Mücâhede, ictihad ve cihad. Tüm diğer gayretlerin (cehdlerin) hareket 
noktası ve belirleyici ölçüsü bireyin iç dünyasındaki cehdin yani mücâhedenin 
başarısına bağlı bulunmaktadır. Mücâhedede başarıyı elde edememiş gayretler, 
insana, aldanış ve hüsrandan başka bir şey kazandıramaz. İctihad da, cehdin 
ilmî, fikrî, düşünsel alandaki görünümüdür. Tüm gayretini seferber ederek bilim 
ve düşünce üretmek demektir. Bu üretimi yapan bilim ve düşünce adamına müctehid 
denir. Bu üretim, iç dünyası arınmış Allah'tan hakkıyla korkan bireyin faâl 
olduğu değerler alanında vücut bulur. Bunun içindir ki, mücâhede 
gerçekleşmemişse ictihad da gerçekleşemez. 
Cihad; cehdin üçüncü belirişi, 
insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve 
savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri 
aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup 
doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde 
ayarlanmasıdır.[4] 
 
Cihad, cidâl ve kıtâl. 
Birbirine yakın gibi görünürler ama aralarında belirgin farklar var. Kıtâlde 
savaşmak, katledip öldürmek esas. Cidâl, bir üstünlük kavgası, menfaat 
çekişmesi, gâlibiyet mücâdelesi. Cihad ise gayret etmek, olanca gücünü ve 
kuvvetini sarf etmek mânâsına geliyor. Fakat cihadda bir şart var ki onu 
diğerlerinden net biçimde ayırır; "fî sebîlillâh" yani Allah yolunda, Kur'an 
nâmına ve İslâm uğrunda olma şartı. "Savaş ve cidâl" ancak bu şartın 
gerçekleşmesi halinde "cihad" olurlar. 
?Ey iman edenler! Sizi acı 
bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne iman 
eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz 
ki bu sizin için daha hayırlıdır.? (61/Saff, 10-11). 
Demek ki cihad ve savaşta 
birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmak. Cihadın ve savaşın bazı külfet 
ve maşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif 
kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için 
canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek canla 
cihad başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer 
nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli 
insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu 
yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve 
hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş etmek de cihaddır. 
 
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu 
sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya 
hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfaa etmek" ve "zâlim devletlerle 
savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama 
yoktur." (2/Bakara, 256) Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de 
savaştan başka çare yoktur. Bu savaşta başarı sağlandıktan sonra kişi inancında 
serbest bırakılır. Dilerse İslâm'ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya 
devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara 
katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın 
bedelidir. 
Canla cihadda, kıtâlde hedef, 
öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri 
aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; 
onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne 
çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir 
azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa 
zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye 
ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen harbin ıslah harbi olduğunu beyan eder. 
Cihada çıkan mü'minleri de "azaba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik 
etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak 
ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. 
"Antlaşma yaptığınızda 
Allah'ın ahdini yerine getirin." (16/Nahl, 91) emrine uyulacaktır. "Size 
savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. 
Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez." (2/Bakara, 190) fermânına kulak 
verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır. Kadın, 
çocuk, ihtiyar gibi savaşa iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir. Ve böyle nice 
kurallara aynen uyulacaktır. Aksine hareket edenler sorumlu olurlar; tıpkı diğer 
ibâdetlerde olduğu gibi.[5] 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 [1] 
 Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 296-302 
 
 
 
 
 [2] 
 İzzet Derveze, et-Tefsîru'l-Hadis, 10/20 
 
 
 
 
 [3] 
 Murat Sülün, K.K.Açısından İman-Amel İlişkisi, s. 330, 334 
 
 
 
 
 
 [4] 
 İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 134-135 
 
 
 
 
 [5] 
 Alâaddin Başar, Nurdan Kelimeler, c. 2, s. 161-162.



