Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Yeryüzündeki Savaşların Sebebi
Yeryüzündeki Savaşların Sebebi 
 
 
Yeryüzündeki 
Savaşların Sebebi: 
 
 
Âdem (a.s.)'in yeryüzüne 
inmesinden ve çocuklarının gitgide çoğalmaya başlamasından bu yana, insanlar 
arasındaki savaş kesintisiz sürüp gelmiştir. Öyle görünüyor ki, savaş, hayatın 
kaçınılmaz bir kanunudur. Kabul edilmesi ve ister istemez boyun eğilmesi gereken 
bir yasa... Kur'an bu değişmez gerçeği, çok önce ilân etmiş ve şeytanla Âdem 
(a.s.)'in yeryüzüne inişlerini şöyle anlatmıştır: 
?Bir kısmınız diğerine 
düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana kadar 
yaşamak vardır.? (2/Bakara, 36). 
İblis yeryüzünü iğfâl ve ifsâd 
etme silâhıyla silâhlanmış ve bunu kullanacağını, insanı tahrik edici bir 
tavırla şöyle demişti: 
?Onlara (günahları) 
süsleyeceğim ve onların hepsini, mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa 
erdirilmiş kulların müstesnâ.? (15/Hıcr, 39-40). 
İşte iyi ile kötü arasında 
devam edegelen savaşın nedeni... 
Yeryüzüne inen insan, bu 
kandırma sonucu, kan dökme isteğini içinde duymuş oldu. Artık bu, onda bir 
içgüdüydü. Bu durumun ortaya çıkacağını tahmin eden melekler, Allah'ın dünya 
egemenliğini (yeryüzünde halifeliğini) insanoğluna vermeye karar verdiği zaman, 
boyunlarını bükerek şöyle demişlerdi: 
?Biz Seni hamdinle tesbih ve 
Seni takdis edip dururken orada fesat çıkaracak, bozgunculuk edecek, kan dökecek 
kimse mi yaratacaksın?' Demişlerdi. Allah (da): ?Sizin bilemeyeceğinizi Ben 
bilirim' demişti.? (2/Bakara, 30). 
Allah, sonsuz hikmeti ve 
ilmiyle bilmekteydi ki, egemenlik, iktidar hırsına kapılanların eline geçtiğinde, 
bu, ister istemez kan dökülmesine yol açacaktı. Ayrıca bu hırs dizginlenmezse, 
insanları gerek din gerekse diğer idealler adına savaşa ve öldürmeye 
sürükleyebilirdi. Elbette bütün bunlar Allah tarafından bilinmekteydi. 
İyi ile kötü arasındaki savaş, 
hiç şüphesiz kişiler, gruplar ve hatta milletler arasındaki savaşları ve 
mücâdeleleri zorunlu bir duruma sokmuştur. Bu hal, insanoğlunun tabiatında 
bizzat mevcuttur ve koparılıp atılması imkânsızdır. Her ne zaman, kötü saldırıya 
geçerse; iyi ona karşı koyacak; zulüm hâkim olmaya doğru giderse, adâlet onu 
ezip hükümranlığı elde etmeye çalışacaktır. İnsanoğlunun karakteri ve ruh yapısı 
bu şekildedir. Zaten Allah kullarına değişmez bir hürriyet vermiş ve kâinatta 
kurallar koymuştur: 
?Allah'ın sünnetinde 
(evrendeki yasalarında) asla değişiklik bulamazsın.?(48/Fetih, 23) 
?Eğer Allah insanların bir 
kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesâda uğrardı. 
Fakat Allah, âlemlere/bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.? 
(2/Bakara, 251) 
Kötülüğün diktatoryasına karşı 
savaşabilmek için, erdemin gerekli araçları elinde bulundurması zorunludur. Eli 
kolu bağlı bir erdem neye yarar?! Evet, işte bunu göz önüne alan Hak din, 
erdemi, imanı ve İlâhî mesajı savunabilmek ve koruyabilmek için, savaşa, meşrû 
savunma aracı olarak izin vermiştir. 
?Kendileriyle savaşılanlara 
(mü'minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. 
Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; 
sırf ?Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış 
kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, 
mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, 
havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım 
edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.? 
(22/Hacc 39-40) 
Allah tarafından gönderilen hak 
din, dâvâlarını savunmak ve korumak ihtiyacında iseler -ki buna kimse itiraz 
edemez- Hak habercisi peygamberlerin de, insanların doğrulukla 
yargılanabilmeleri ve âdil hükümler çerçevesi içinde yollarına devam 
edebilmeleri için, bazen savaş yapmaları kaçınılmaz olur. Çünkü peygamberler, 
erdem idealini alçaklığa karşı başarılı kılmak için gönderilmişlerdir. 
Peygamberlerin giriştikleri bütün savaşlarda, iyiliği üstün kılmak ve kötülüğü 
yere sermek için insanların nasıl hareket etmeleri gerektiğini aydınlatan 
örnekler vardır. Peygamberler, her şeyde olduğu gibi, savaşlarda da insanlığa 
örnek olmuş ve savaşın hangi amaçla ve ne şekilde yapılması gerektiğini 
öğretmişlerdir. 
Barış zamanlarında gerçeğe 
ulaşmak daha kolaydır. Çünkü ruhlar sâkin, akıl hâkim, hırs ve istekler az-çok 
dizginlenmiştir. Fakat savaş esnâsında insanın hak üzere kalması ve hak 
duygusuyla yoluna devam etmesi oldukça güçtür. Savaşın sebepleri her ne kadar 
meşrû olsa da, erdemin sınırlarını aşmamak gerekir. Böyle anlarda bile erdemden 
uzaklaşmamak, düşmandan gelebilecek kötülüklere aynı şekilde karşılık verdiren 
şeylerden uzak durmak gerekir. Doğrusu, kan dökmenin, servetleri yağma etmenin 
meşrû görüldüğü ve insan öldürme sanatı olan savaş esnâsında erdemin gerçek 
ölçülerine uymak oldukça zordur. İnsanlar, savaş ile aynı zamanda erdeme saygı 
göstermenin imkânsız olduğunu ve bunların iki zıt ucu oluşturduklarını zanneder. 
?Bu, ya savaştır, ya erdem; ikisi birden yürümez? derler. 
Savaş alanlarında, savaş ile 
erdemin kol kola yürüyebilmesi için, işin başında bir ?rehber?in bulunması 
zorunlu oluyordu. Ayrıca, bu rehberin, direktiflerini hata yapmaz bir zâttan 
(Allah'tan) alması gerekiyordu; Dünyaya âit hırslar, din dışı isteklerle de dolu 
bulunan kendi hevâsından değil. Çünkü bu bencil duygular ağır bastığı zaman, 
adâlet yerini derhal zulme ve baskıya bırakacak, işin sonunda erdemden hiçbir 
eser kalmayacaktır. İlâhî kaynaklardan yoksun kalan insanoğlu, her kumandanın şu 
sloganı prensip edinmesi gerektiğini sanır: ?Başkasını ezmeyen, ezilecektir!? 
Peygamberlerin bizzat savaşa katılmış olmaları, ölüm ve mücâdelenin hüküm 
sürdüğü savaş alanlarında bile, erdem ve adâletin görevlerine devam etmelerinin 
mümkün olduğunu ispat etmiştir. Zaten savaş prensiplerinin Allah tarafından 
vahyedilmiş kitaplarda ayrıntılarıyla anlatılmış olması da insanlığa bu yolu 
öğretmek içindir. 
Savaş, merhamet ve şefkat 
kavramlarına zıt düşebilir. Fakat hangi hal ve şartlar altında çıkmış bulunursa 
bulunsun, bir savaşta, erdem ve adâlete sırt dönmek, ne peygamberliğin şânına ve 
de İlâhî mesajın rûhuna uygundur. Dünya tarihinde görebileceğimiz en güzel ve en 
insanî savaş örnekleri, Peygamberimiz ile onun yetiştirdiği halifelerin yapmış 
olduklarıdır. Bu savaşlarda erdem, adâlet ve insanî değerlere saygı, savaş 
meydanlarında bile hep kol kola yürümüş ve âdetâ birbirleriyle kaynaşmışlardır. 
Silâhların konuştuğu, kılıçların tokuştuğu, ölüm saatinin tik taklarının 
duyulduğu o amansız çarpışmalarda bile, ne adâlete leke sürülmüş, ne erdem bir 
kenara itilmiş ve ne de insana insan olduğu için duyulması gereken saygı ayaklar 
altına alınmıştır. 
?Size karşı savaş açanlara, 
Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi 
aşanları) sevmez.? (2/Bakara, 190). 
Kur'ân-ı Kerim'den ve 
Peygamber'in sünnetinden çıkarılan savaşla ilgili hükümler yakından izlenir ve 
incelenirse, savaşa götüren sebebin ve savaş amacının hiçbir şekilde 
istemeyenlere İslâmiyeti zorla kabul ettirmek isteği olmadığı ve savaşın zorunlu 
bir sosyal sistem olarak ortaya çıkmadığı görülür. Hz. Peygamber'in, daha çok, 
saldırıyı önlemek için savaşa girdiği açıkça ortaya çıkar. 
İslâm'da savaş, asla dini zorla 
kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah'ın hükmü açıktır: 
?Dinde zorlama yoktur. 
Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.? (2/Bakara, 256). 
Kur'an, dinî itaatsizliği 
yasaklar. İnanca sataşmak, bir şahsa sataşmaktan daha kötüdür. 
?Fitne, katilden beterdir.? 
(2/Bakara, 191). 
Savaş, saldırıyı püskürtmek 
için yapılır. 
?Kim size saldırırsa siz de 
ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah'tan korkun. 
Bilin ki Allah muttakîlerle/takvâ sahipleriyle beraberdir.? (2/Bakara, 194). 
 
Kur'an, mü'minlere 
saldırmayanları ?kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler? olarak görür. 
Ama müslümanlara saldırdıkları anda düşman saflarında yer alırlar: 
?Allah, sizinle din uğrunda 
savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil 
davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız 
sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız 
için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte 
zâlimler onlardır.? (60/Mümtehıne, 8-9) 
Saldırıyı önlemek söz konusu 
olduğu zaman, savaşın meşrû görülmüş olmasına rağmen, Kur'an, saldırının ilk 
işareti görülür görülmez, hemen savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı 
bilfiil başladıktan sonra bile, savaşa meydan vermeden, mümkünse onu durdurmaya 
çalışmayı tavsiye eder: 
?Eğer herhangi bir cezâ ile 
mukabele edecek olursanız ancak size revâ görülen cezânın misillemesiyle yapın. 
Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır.? 
(16/Nahl, 126). 
İşte oldukça açık yargılar 
taşıyan bu âyetler ispat etmektedir ki, Peygamber (s.a.s.) ve ondan sonra gelen 
erdem sahibi yüce sahâbeler tarafından açılan savaşların sebebi, bir dâvâyı, bir 
düzeni veya bir dini, başkalarına zorla kabul ettirmek değil; aksine, bir 
saldırının önünü almaktı. 
Bir de, karşımıza, önemi hiçbir 
zaman küçümsenemeyecek bir mesele çıkmaktadır: İmanı ve kişisel hürriyeti 
savunan ulu bir dâvânın adamı için, insanların bu dâvânın varlığından haberdar 
olmaları çok önemlidir. Evet! Her insan, çeşitli doktrinler arasında kendisine 
en uygun geleni, aklına en çok yatanı, delilleri en kuvvetli olanı seçmekte tam 
bir hürriyete sahip olmalıdır. Eğer bir kral veya despot yönetici, halkına baskı 
yapar, hakkın/gerçeğin onlara ulaşmasına engel olursa, ulu bir dâvâyı ortaya 
atan kimse -şâyet yeterli bir kuvveti varsa- inansınlar veya inanmasınlar bu 
yeni mesajı benimseme ve kabul imkânına sahip olabilmeleri için, mesaj ile baskı 
altında tutulan insanlar arasında dikilen engelleri kaldırmak yetkisini taşır. 
 
Peygamberimiz, dost ve 
düşmanların, ileride ?insanlara dinini empoze etmek veya onları bu dinde 
birleşmeye zorlamak için savaştı? gibi suçlamalarda bulunmasına fırsat vermemek 
için, başlangıçta şiddete başvurmak istememişti. Meseleyi çözümlemek için iki 
yol izlemişti: 
1- O devirde yaşayan 
kral ve yöneticilere mesajlar göndermiş ve onları İslâm'a çağırmıştı. Bu dâvete 
olumlu cevap vermezlerse kendi suçlarıyla birlikte emirleri altında bulunan 
insanların suçlarını da yüklenmiş olacaklarını ve ileride bundan dolayı sorumlu 
tutulacaklarını hatırlatıyordu. İşte bütün bunları aydınlatmak üzere Bizans 
İmparatoru Herakliyus'a şöyle mektup göndermişti: 
?Müslüman ol, selâmet 
bulursun. Eğer yüz çevirirsen yönetimin altında bulunan halkın sorumluluğu sana 
âittir. Ey Kitap ehli! Hepiniz bizimle sizin aranızda eşit bir sözde birleşin; 
(şöyle) diyerek: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi şirk/eş 
tutmayalım, Allah'ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.? 
2- Resmî dâvetten sonra, 
Peygamberimiz (s.a.s.), bu toplumların yeni mesajdan haberdar olmaları ve 
isteyenlerin doğru yolu seçip hakkın ışığı altında yürüyebilmeleri için İslâmî 
prensipleri açık bir şekilde onlara anlatıyor ve iletiyordu. Gerçekten de, bu 
prensipler, İslâm'ın getirdiği bu mesaj, o sıralarda Bizans'ın egemenliği 
altında yaşayan Suriye'de, pek çok insan tarafından kabul edilmiş ve 
benimsenmişti. Öteki milletler gibi Mısırlılar da bu gerçekleri öğrenmiş 
bulunuyordu. Çünkü yeni ve kurtarıcı gerçekler, onu bilmek isteyenlere 
sunulmuştu. Ve Araplara komşu milletler hep bundan söz etmeye başlamışlardı. 
Peygamberimiz, ancak iki 
olaydan sonra İran ve Bizans'a karşı savaş açmak zorunda kaldı: 
a) Bizanslılar, 
Suriye'de, İslâm'ı seçmiş olan yeni mü'minlere eziyet etmeye ve onları 
dinlerinden döndürmek için zorlamaya başlamışlardı. İmana karşı yapılan bu 
saldırıyı ve dini topluca redde yönelen bu baskıyı gördükten sonra Rasûlullah, 
kayıtsız ve ilgisiz kalamazdı. Mâdem ki O, İslâm'ı zorla empoze etmeye 
çalışmıyordu; O halde gerçekleri görerek, anlayarak, kendisine bağlanmış olan 
kimselerin zor ve şiddete başvurularak inançlarından döndürülmelerine rızâ 
gösteremezdi. Kışkırtıcılığa, meydan okumaya karşıydı. Bu sebeple Bizans'ın 
tutumunu, dinine ve kendisine karşı apaçık bir saldırı olarak gördü. Çünkü 
İslâm'ın kurtuluş haberinden sorumlu olan O idi ve bunun için de isyanı 
bastırmak, şer kuvvetlerini dize getirmek zorundaydı. 
b) İran şâhı Kisrâ, 
Peygamber (s.a.s.)'in mesajını getiren elçiyi öldürtmüş; bununla da yetinmeyerek 
bizzat Peygamberimizi öldürtmek için hazırlıklara girişmişti. İranlı savaşçılar 
arasından Hz. Muhammed (s.a.s.)'in başını getirmekle görevli kimseler seçmişti. 
Ama Kisrâ ve onun karakterindekiler, Allah'ın koruyuculuğu altında bulunan Büyük 
İnsana darbe indirebilirler miydi? Neticede Hz. Peygamber, çok kısa bir zamanda 
komployu öğrendi. Bu âdî zorbanın böyle bir cinâyet işlemesini bekleyecek 
değildi elbet. Rasûlullah, Kisrâ'yı ve ordusunu, hayatına dokunmadan önce, saf 
dışı etmek zorundaydı. 
İşte sözünü ettiğimiz bu iki 
olaydan ötürü, yani Bizans ve İran ordularının İslâm'a yönelik komplo ve 
bozgunculuğunu önlemek amacıyla, Rasûlullah, Bizans ve İran İmparatorluklarına 
karşı meşrû savaş ilân etmişti. Ayrıca müşriklere/puta tapanlara karşı da aynı 
sebeplerden ve aynı zorunluluklardan ötürü savaş açmıştır. Kur'an'da şöyle 
buyurulmaktadır: 
?Fitne tamâmen yok oluncaya 
ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan 
vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı 
yoktur.? (2/Bakara, 193). 
İbn Teymiye, Peygamberimizin 
Bizanslılarla yaptığı savaşları ve bunların nedenlerini şu şekilde 
açıklamaktadır: 
?Hz. Muhammed (s.a.s.), 
Herakliyus'a, Kisrâ'ya, Mukavkıs'a, Necâşî'ye, Suriye ve Doğu krallarına ayrı 
ayrı elçiler gönderdikten sonra savaş açmak zorunda kalmıştır. Elçilerin 
getirdiği gerçekleri görerek hıristiyanlardan ve diğer dinlerden bazı insanlar 
İslâm'a katıldılar. Bu durumdan endişelenen hıristiyanlar, Suriye'de 
müslümanları öldürmeye başladılar. Aralarında İslâm'a gönül verenleri kılıçtan 
geçirmeye başlamakla müslümanlara karşı ilk defa savaş ilân edenler 
hıristiyanlar olmuştu. O zaman, Peygamberimiz, hıristiyanların müslümanlara 
açıkça baskı yaparak işi zulme kadar vardırdıklarını görmüştü. Bu haksız 
davranışları durdurmak için, Bizans'a karşı büyük bir ordu hazırladı. 
Kumandanlığa Zeyd İbn Hârise'yi getirmişti. Zeyd şehid olursa kumandayı Câfer 
alacak, ona da bir şey olursa görevi İbn Ravâha yürütecekti. Bu, müslümanlarla 
hıristiyanlar arasında açıkan ilk savaştı. Suriye'de, Mûte denilen yerde oldu. 
Büyük bir hıristiyan ordusu Peygamberimizin sahâbelerine karşı çıkmış ve 
kumandanlar dahil, birçok müslüman şehid olmuştu. İslâm ordusunun kumandanları 
birbiri ardınca şehid düşünce ordunun yönetimini Hâlid bin Velid üzerine 
almıştı.? 
Bütün bunlardan anlaşılacağı 
üzere Peygamber (s.a.s.)'in savaşları, saldırıları geri püskürtmekten ileri 
gitmiyordu. Hz. Peygamber zamanında bu saldırılar iki şekilde olmaktaydı: 1- 
Düşmanlar, saldırılarını doğrudan doğruya Peygamber'e yöneltiyordu. O da bunları 
geri püskürtüyordu. 2- Müslümanları inançlarından döndürmeye zorluyorlardı. Bu 
durum karşısında, Peygamberimiz, düşünce ve inanç hürriyetine dokunulmasına her 
ne pahasına olursa olsun engel olmaya çalışıyordu. Her iki şekilde de 
Rasûlullah'ın İslâm'ı empoze edip dayatmadığını, bunun için kimseyi 
zorlamadığını, tam aksine, yeni mesajın prensiplerinden en önemlisini, yani 
?inanç hüriyyeti? prensibini korumaya çalıştığını görmekteyiz. İnanç hürriyeti 
ilkesini Kur'an şöyle belirtir: ?Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile 
küfür, apaçık meydana çıkmıştır.? (2/Bakara, 256). 
Gerçekten de, Peygamberimizin 
girdiği savaşların tümü, düşünce hürriyetini kurtarmak ve mü'minleri 
inançlarından döndürmeye çalışan kimselere karşı savunmak içindi. 
Peygamberimizin dünya hayatına 
vedâ ettiği zaman, komşu devlet ve halkların birçoğu, müslümanları imanlarından 
döndürmek için harekete geçmişlerdi. İlk ayaklananlar Bizanslılar oldu. Bunlara 
sert bir cevap vermek için seferber olmak gerekiyordu. Nitekim Rasûlullah da, 
sağlığında kendisini öldürmeye yeltenen Kisrâ'ya karşı bir ordu hazırlamamış 
mıydı? Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) gibi büyük insanların da içinde 
bulunduğu İslâm kahramanlarını Hz. Üsâme İbn Zeyd kumandasında İran'a 
göndermemiş miydi? Hz. Ebû Bekir ve ardından Hz. Ömer devlet başkanı oldukları 
zaman, önce zayıf bir imana sahip olmaları nedeniyle dinden dönen halkları yola 
getirdiler. Sonra da Kisrâ ve Herakliyus'a karşı ordu gönderdiler. Artık Arap 
memleketlerinde söz, Allah'ın, O'nun Peygamberinin ve mü'minlerin olmalıydı. 
Dört halife devri boyunca verilen bütün savaşlar işte bu ilkelere bağlı olarak 
yürütülmüştü. 
İranlılara ve onların doğudaki 
imparatorluklarına, Herakliyus'a ve Suriye'ye karşı yönelen savaşlar, artan bir 
şiddetle, uzayıp gitmiştir. Aralıksız devam eden ve daima zaferle biten bu 
savaşlar, müslümanlara tam bir güven ve huzur getirmiştir. Bu güven ve huzurdan 
yararlananlar yalnız müslümanlar değildi. Onların yanında, meselâ, Romalıların 
zorla katolik yapmak için eziyet edip durdukları Ya'kubîler de büyük bir rahata 
kavuşmuştu. Memleketlerine ordu ordu gelen müslümanları, Ya'kubîler, sonsuz bir 
sevinçle, kurtuluş çığlıklarıyla karşılamış ve bağırlarına basmışlardı. 
Müslümanlar, mâsum halka dokunmaksızın sadece Romalılara karşı savaşıyor ve her 
defasında da onları yenik düşürüyorlardı. Müslümanlarla Mısırlılar arasında 
çıkan savaş ise kısa süren birkaç çarpışmayla kalmış ve İslâm adâleti gönülleri 
fethettiğinden zaferle sonuçlanmıştı. Çünkü İslâm, dâima hürriyetleri ve 
özellikle inanç ve fikir hürriyetini savunuyordu. 
İslâm hukukçularının büyük bir 
çoğunluğu, savaş sebebinin ?saldırıyı püskürtmek? olduğu fikrinde 
birleşmişlerdir. Bu çoğunluk, Kur'an'ın bazı âyetlerinde açıkça belirtildiği 
üzere ?savaş?ın ?saldırı?ya bir cevap olduğu konusunda görüş birliğine vardılar. 
?Müslüman değildir? diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı, kâfirliği yüzünden 
kimsenin hayatına kıyılamaz. Bir insan, yalnız ve yalnız İslâm'a ve müslümanlara 
saldırıda bulunması sebebiyle öldürülebilir. Bu prensip kesindir. 
Bazı Şâfiî hukukçular, ?savaş 
sebebi?nin ?inançsızlık? olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat elimizde bu fikri 
çürütecek çok kesin ve oldukça açık deliller bulunmaktadır. Meselâ Kur'an'ın çok 
kesin yargılar taşıyan şu âyetlerine bir göz atalım: 
?Size karşı savaş açanlara, 
Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi 
aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. 
Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam 
öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram'da siz de 
onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada)size karşı savaş açarlarsa, derhal onları 
öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu 
iyi bilin ki) Allah ğafûr ve rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de 
Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan 
vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı 
yoktur.? (2/Bakara, 190-193). 
Bu âyetler ?İslâm'ın savaş 
tüzüğü? olarak kabul edilmektedir. İbn Teymiye, bunlardan, savaşın ancak ve 
ancak ?saldırıyı püskürtmek? için yapılabileceği sonucunu çıkarmış ve bu yargıyı 
aşağıdaki mantıkî zincire bağlamıştır: 
1- Allah (c.c.) şöyle 
buyurmaktadır: ?Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın.? 
Şu halde, müslümanlara savaş izninin verilişi, ?düşmanların saldırısı? şartına 
dayanmaktadır. 
2- Bunun ardından, 
Rabbimiz ?Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) 
sevmez? demektedir. Âyete göre, savaşamayan kimselere ve savaş meydanında 
hiçbir fonksiyonu bulunmayan ve asla savaşa katılmayan insanlara saldırmak 
yasaktır. Çünkü böyle bir davranış, açık bir saldırı olacağından haram 
kılınmıştır. 
3- Savaşın gerçek amacı; 
zulmü, haksızlığı, adâletsizliği, fitneyi ortadan kaldırmaktır. Çünkü âyette 
şöyle denilmektedir: Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik 
edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve 
aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.? İşte, savaşın hem 
sebebine, hem de amacına işaret eden âyet. Sebebi, azgınlık ve sapıklığı 
(fitneyi) ortadan kaldırmaktır. Amacına gelince; amaç, azgınlık ve sapıklığı 
resmen yok etmek... Bu mantıkî sonuçlardan başka, bu âyetler, bir de İslâm'daki 
?savaş kanunu?nu belirlemektedir. Bu, ?Karşılıklı Davranış Kanunu?dur: 
Düşmana, davranışının aynıyla 
karşılık vermek gerekir. Fakat saldırganlar ahlâk kurallarından uzaklaşmışlarsa, 
meselâ erdemi ayaklar altına alıyorlarsa, İslâm savaşçısı bu yolda düşmanı 
izleyemez. Ahlâk dışı konularda ?karşılıklı davranış kanunu? uygulanamaz. Onlar 
kadınlarımızı lekelemeye kalkışırlarsa biz de aynı şekilde davranamayız. 
Ölülerimizin cesetlerini parçalamaya, bazı organlarını kesmeye (müsle) 
kalkışırlarsa, biz hiçbir zaman onları yolda taklit edemeyiz. Bir din tarafından 
yönetilen ve İlâhî kanunlara boyun eğenlerle böyle olmayanlar arasındaki fark 
işte buradadır. 
4- Peygamber Efendimizin 
savaşlarda düşmandan esir aldığı bir gerçektir. Bu esirlerden (daha önce İslâm'a 
ve müslümanlara büyük zararları dokunmuş) bazıları öldürülmüş, bir kısmından 
fidye/kurtuluş parası alınmış, bazıları ise serbest bırakılmıştır. Eğer harpler, 
inançsızlık ve müşrikliğe karşı açılmış veya sırf bu amaçla başlatılmış 
olsalardı, bu müşrik esirlerin tümünün öldürülmesi gerekirdi. Düşmanlar 
saldırılarından vazgeçerlerse Kur'an, ordu kumandanının iki şıktan birini 
seçmesini ister: Esirlerden kurtuluş parası (fidye) almak veya onları, hiçbir 
şey almaksızın salıvermek: 
?(Savaşta) İnkâr eden 
kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup 
sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya 
karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, 
onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda 
öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.? 
(47/Muhammed, 4) 
Rasûlullah ve O'nu izleyenler 
tarafından yapılmış olan savaşlar tarihlerde en ince ayrıntılarına, en küçük 
özelliklerine kadar anlatılmış ve bu savaşlarda izlenilen yollar net bir şekilde 
gösterilmiştir. Peygamberimizden önce gelip geçmiş peygamberlerin nasıl 
savaştıkları ayrıntılı ve açık bir şekilde bilinmiyorsa, bu onların, insanlığın 
karanlık çağlarında ve tarihin çözülmez kıvrımları arasında kalmış oldukları 
içindir. Buna karşılık, Son Peygamberin savaşları, insanlığa rehberlik etmek ve 
onlara gerçek ve yaşanmış örnekler vermek üzere sonsuzluk kitabının sayfalarına 
kaydedilmiştir. Bu savaşlar, en değerli, en erdemli ve en âdil mücâdele 
örnekleridir. 
Efendimiz Muhammed (s.a.s.) 
gelmeden önceki yüzyıllarda, yani câhiliyye dönemlerinde cereyan etmiş savaşları 
incelemek ve daha yakından görmek için birazcık olsun gerilere göz atmazsak, 
Peygamberimizin gerek savaş, gerekse barış zamanlarında kendisiyle diğer 
toplumlar arasında kurmuş olduğu insanî ilişkilerin gerçek değerini tam 
anlamıyla anlayamaz ve bunlar hakkında doğru bir hükme varamayız. Onun 
gelişinden önceki savaşlar, sadece savaşanlara değil; kalabalıklara, halklara 
karşı yapılıyordu. Savaşan toplumlar, düşmanlık devam ettiği sürece, sadece 
savaş meydanında değil, her yerde ve savaş başlamadan önce ve bittikten sonra da 
hiçbir kanuna, hiçbir insanî prensibe hürmet göstermemekteydi. Bir antlaşma, 
aksine bir hüküm getirmedikçe aralarında savaş cereyan eden taraftan tüm halk, 
birbirine düşman olarak görülürdü, bu genel bir kuraldı. Birbirine düşman olmak 
da, her türlü zorbalığı hoş göstermeye yeterdi. İnsanî ilişkilerin temeli barış 
değil; sadece savaştı. Savaş, yalnız krallara, şeflere, kumandanlara ve böyle 
bir savaşa katılanlara karşı yapılacağı yerde; bütün bir topluma, suçsuz 
insanlara karşı da yürütülüyordu. Bir insan dikkatsizlik veya yanlışlıkla 
yabancı bir milletin topraklarına ayak basacak olursa ve eğer bu iki memleket 
arasında önceden yapılmış bir barış antlaşması da bulunmuyorsa, o devrin 
kanunlarına göre, bu adam, yakalandığında köle olarak kabul edilir ve çarşılarda 
satılığa çıkarılırdı. Filozofların prensi Eflâtun da o çağların zâlim 
kanunlarının eline işte bu şekilde düşmüş ve tâlihin kendisini kurtaracağı günü, 
köle ve hizmetçi olarak bekleyip durmuştu. Aynı olay, İslâm öncesi devirde Ömer 
İbn Hattâb'ın da başına gelmişti. Suriye'de, bir Romalı onu köle edinmişti. 
Ömer, sahibine güven vermek için tam bir köle gibi uysal davrandı. Fakat bir 
süre sonra, onunla baş başa kaldığında sahibini öldürerek bu belâdan yakasını 
kurtarabilmişti. Hz. Ömer dev bir fiziğe sahipti. Karşı konulmaz, yenilmez bir 
güreşçiydi. Neticede bu güçlülük ona hürriyetini yeniden kazandırmıştı. 
İşte olaylar, Muhammed (s.a.s.) 
gelinceye kadar, dünyanın hemen her yerinde bu şekilde cereyan edip gitmekteydi. 
Peygamberimiz sadece sözlerle değil, bizzat davranışlarıyla ilân etti ki, savaş, 
ancak harp meydanlarından yapılır. Dışarıda kalanlar öldürülmez. Savaş, yalnız 
bu savaşı yönetenlere ve buna katılanlara karşı olur. Hiçbir şekilde suçsuz halk 
kitlesi öldürülmez. Bir kral veya bir toplumun şefi veya bir ordu kumandanı 
saldırıya geçerse, halkın da saldırıya geçmiş olduğu kabul edilemez. Saldırıya 
geçen ve saldırıyı yürüten, ancak kendine yardım edecek kuvvetlere dayanarak ve 
bunlara emir vererek sınırı aşan ve bu işi düzenleyen kimsedir. 
Peygamberimizin savaşları çok 
açık ve net bir özellik taşır. O, halk kitlelerine karşı saldırıya geçmezdi. 
Sadece saldırıyı yöneten kumandanlara ve onlara uyan askerlere karşılık verirdi. 
Bunun için de Rasûlullah harbe girmeyenleri, savaşa katılmayanları öldürmeyi 
kesinlikle yasaklıyordu. Savaşta hiçbir rol ve fonksiyonları bulunmayan 
kadınların, çocukların, işçilerin, çiftçilerin ve ihtiyarların öldürülmesini 
kesin olarak men ediyordu. Rahmet Peygamberinin sünnetine/tatbikatına göre, 
müslüman savaşçı, iyiliği ve kötülüğü, bir ayırım yapmaksızın, vurup kırmak için 
değil; fakat sadece kötülüğü ortadan kaldırmak için kılıç kuşanabilir. Yüce 
Peygamber, bir gün savaşta öldürülen bir kadını görünce âniden öfkelenir ve ordu 
kumandanı Hâlid bin Velid'e şöyle der: 
?Bu kadın savaşmak için 
gelmemişti buraya!?[1] 
 
 
 
 
 
 
 
 
 [1] 
 Muhammed Ebu Zehre, a.g.e. s. 10 vd.




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.