Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar


Tefsirlerden İktibaslar



Ey Muhammed! Allah, sana Kur'an'ı
kendisinden önce indirilen Tevrat, Zebur, İncil, Musa ve İsa'nın sahifelerinin
Allah katından geldiğini doğrulayıcı olmak üzere açık ve nihai delil ile kısım
kısım indirdi. Tevrat ve İncil'i ise bir bütün olarak indirmişti. Tevrat ve
İncil sonradan tahrif edildikleri için şu anki nüshalarında bir çok şirk unsuru
içermektedir. Günümüzdeki Tevrat, Buhtu'n-Nasr'ın Yahudileri yenip köle
edinmesinden sonra yazılmıştır. İncil ise İsa'nın hayatı ve öğütlerini anlatan
Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adlı dört kitap ile Pavlos, Petrus, Yuhanna ve
Yakub'un Mektupları ve Yuhanna'nın rüyalarından oluşan ve Ahd-i Cedid denilen
bir kitapta toplanmıştır.

Tevrat ve İncil, Kur'anı'ın
indirilmesinden önce insanlar için bir hidayet rehberi idiler. Allah, insanlara
doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti verdi ve onlara bir çok kitap ve sahifeler
indirdi. Allah'ın insanlığa gönderdiği ve hükmü kıyamete kadar baki kalacak
kitap hakkı batıldan ayıran Kur'an'dır. Doğrusu Allah'ın apaçık ayetlerini inkar
eden kimseler var ya, onlar için çok şiddetli ve sürekli bir azap vardır.
Şüphesiz Allah gâlip ve güçlü olan, her şeyi yenen, hiçbir şeye yenilmeyen,
suçlulara lâyık olduğu cezayı verendir.

Elmalılı diyor ki: ?Ey Muhammed!
Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikati içermiş olarak,
önündekileri tasdik etmek üzere hakikatin gereklerine ve olayların akış şekline
göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa
Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidâyet içindir.?
Böyle buyurmakla İlâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun
olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğinin
ilk defa ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikati tasdik
olunmayınca önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemeyeceğini,
bundan dolayı da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki
peygamberlerin de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şâhit
bulunamayacağını, o zaman da insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını
göstermiş, Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in mûcizelerinin bu anlamda hakem rolünü
üstlenmiş olduğunu açıkça bildirmek için de bu hükmü ?O, Furkan'ı da indirdi?
kısmı ile nass olarak karara bağlamıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'in, daha önceki
kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden
gerçekleşmiştir:

Birincisi: Önceki kitaplar ve daha
evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber
veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını ilerideki böyle bir kemâl
hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ortaya
çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir ideoloji
üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış
fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın
gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu
gayb haberlerinin, ancak bu sayede bir vahiy haberi ve Allah'dan gelen bir hak
bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed (s.a.s.)'in
peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen bütün önceki peygamberlerin
peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı mübîn olmuş ve Allah'ın
bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında karşılıklı olarak birbirlerini
tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet getirdikleri konusunda bir tekamül ve
işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah
onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir." (2/Bakara, 253) âyetinin
delâletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden bir ilâhî ferman şeklinde
gelmiştir ki, Bakara Sûresi'nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu
yönü üzerinde durulmuştur.

İkincisi: Kur'an, önceki kitapların
iman ve Allah'ın birliğine davet eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin
ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka
olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek
ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince
zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek
şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer'î
ayrıntıları yeniden tanzim ve ta'dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekanlarda
ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı
bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine
aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçirerek
süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve
yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur'ân'ın şehâdeti
ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların delâletlerinde
hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki
peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son tasdik
mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Hakim'in, muhkem
âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî
kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de şerîatimizdir.
Fakat Allah ve Rasûlü tarafından tasdik edilmiş olarak nakledilmek şartıyla."

Özetle; Allah, Furkanı da indirmiş,
hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tayin etmiş;
alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü,
gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve deneti m i
demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyyeti altına almıştır. Bundan dolayı
şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu
gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini inkâr
edenler, özellikle de Allah Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine
veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de
kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı bâtıldan ayırt eden
Allah, zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki,
O'nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka
yürütür ve yerine getirir. İrâdesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecâvüz
edenleri mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet
hilmiyle mühlet verse bile, bir gün gelir onları tuttukları bâtıl yolda akla
hayale gelmez felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara
mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur,
doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka bâtıl, bâtıla hak,
zulme adâlet, adâlete zulüm, cehle ilim, ilme cehâlet, nura zulmet, zulmete nur
diyenler bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri
çekerler ki, bütün bunlar Allah'ın intikamının eserler i demek olur. Tek ümit ve
tek sığınak olan Allah'ın nimet ve rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir.
Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazâba
mahkûm olurlar.

İzzet ise zilletin tamı tamına
zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet" kökünden olup, güç
göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı
çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe'de "öç almak" diye tabir olunur. Affın
zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim, gafur, raûf ve
rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri, hakka
dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat hilmin,
affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı eşit tutmak,
iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir kötülüğe sebep
olmaması şartına bağlıdır. Hakk'a iman edip, kötülüğü kötülük bilerek yaptığı
fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle günahlara tevbe edecek
olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak hayır ve rahmet olursa da
affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk alan ve gittikçe daha
çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak, onlar
hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun yaptığı fenalıklara ortak olmak
ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun ve her türlü hayrın mercii ve
yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm'in izzeti, adâleti ve rahmeti böyle bir
zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir Arap şâirinin şu beyti,
Rasûlullah'ın da beğenisine mazhar olmuştu: "Herhangi bir hilmin saflığını
karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri yoksa o hilimde
hayır da yoktur."

Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın
derecesi, bâtıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten
afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden sadır olduğu
takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sabit olmuş
olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren bir suçu hiç
işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının "haydi
seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her halükârda
intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ hayır ile şerrin
bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidâyeti rahmetiyle himaye eden, kötülük ve
hıyâneti de izzet ve intikamıyla gideren, izâle eden bir hayy ve kayyûm
olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himâyecisi, her hayırlı ümidin mercii olan
bir hak ma'buddur. Binâenaleyh ma'budları zelil olanların kendileri de zelil
olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler bilmediklerinden
veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı intikama kaadir
olan tanrı istemeyiz" diye hakkı inkâr ve batıla ilân-ı aşk ederler de kendi
ma'budlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecavüz olunabilir,
hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri önleyemediği
için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre sevilebilir, bazı
sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden bir ilham, bir teselli
alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler. Putperestlerin
fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların Hz. İsa'yı böyle
bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenâb-ı Allah'ı da, hayatta
olduğu müddetçe yarattığı Âdemoğullarını, ataları Âdem'den kalma ilk günahtan
kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet oğlunun bedenine
girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu fedâ edip kâfirlere kurban
ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine tapınanları
kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip göklere kaldırmış
ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; kendisini ve oğlunu feda
etmeye râzı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar karşısında fedakârlığın en büyük
örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini de fedâ ve
yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir baba farz
ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fani,
aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda kâdir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç,
fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç öğeden mürekkep
üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete ermek için
aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı
yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar
ma'bûd ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen
zâhir ve bâhir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her
şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir
zarûret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o
günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya
cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felâketi gerektiriyormuş olduğunu
itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezâdan ve felâketten kurtulmak için yegâne çare
olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine
sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve
böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah
işleyip, kendi yaptığı günahların c ezasını da başkasına, daha doğrusu
yaratıcıya yükletmek demektir.

İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü
ilâh) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir,
yani hak ma'bûd olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan
veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır. Hz. İsa hiçbir zaman
Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun
peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mucizeler
göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri
diriltip, hastalara şifâ vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz
yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk
hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimâtına uyulacak ve Allah'ın birliği
inancı üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar
şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak ve
İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen ?eb? (baba) eşanlamlı ve müteşâbih
isminin ?vâlid? (gerçek baba) mânâsına te'vil edilip bunun arkasına düşülerek ve
bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa'nın
insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber
fanî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binâenaleyh yoklukta
birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek
gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması,
Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif
olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercümelerindeki
tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani
teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir,
müteşâbihata uymak sûretiyle ictihâda bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir
batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine önem
vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her
zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihâtıyla
oynarlar.

İncil'de Cenâb-ı Allah'a "baba"
denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dahil olmak üzere bütün
semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri
bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve
maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi
inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak
Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve
sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır.
Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali
bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid de n ilen üreme olayı adi illetler için
geçerli olabilirse de gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme demektir.
Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek
anlamıyla "vâlid" (baba) demek olamayacağı için ?hâlik ve mükevvin? (yaratan ve
var eden) demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü
şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları
tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz.
İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsâade buyurulması onun hakkında Allah'ın
bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa'nın
"babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe
yoktur. Binâenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihâta uyarak bu kelimeyi bu
kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına
te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması
mümkün olmayan bir çelişkidir.

İşte Kur'ân, Allah'ın zatı ve
sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi
temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi'nden
özetliyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan batıl
görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanları n böyle Allah'a ve Allah'ın
âyetlerine karşı reva gördükleri tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve
temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal
gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezah e t ve
vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da
geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür
kavramı altında birleştiğini özetle göstererek ?Lehum azâbun şedîdun. Vallahu
azîzun zu'ntikam? şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu
açıklamıştır.

Ma'bûd, kelimesinin anlamını çirkin
ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek, ilk günahı
bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene
bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa
erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin
hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan ?Vallahu azîzun zu'ntikam?
furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye
uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki,
hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidayet veren ve mutlak anlamda
güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca,
çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir
intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir
kudretin ve iradenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehaletle ilişkisi
bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, Azim Y. c. 2, s. 295-301)

Seyyid Kutub diyor ki: Sûre,
Peygamber'in (salât selâm üzerine olsun) mesajını reddeden ehl-i kitaba hitaben
başlıyor. Eğer mesele hüccet ve delil ile ikna olma meselesi olsaydı
Peygamberliğin, peygamberlerin, Allah tarafından indirilen kitapların, Allah'tan
gelen valıyin ne olduğunu daha iyi bilmeleri gereken ehl-i kitab, diğer
insanlardan daha önce davranıp kendilerine sunulan gerçeği tasdik edip müslüman
olmaları gerekirdi.

Sure, onların içlerini kemiren ya
da kasıtlı olarak müslümanların kalplerine ekmeye çalıştıkları büyük şüphe
tohumları hususunda meseleyi kesin çizgilerle ayıran, bu şüphelerin hangi
kanallardan ve gizli yollardan kalplere akıtıldığını ortaya çıkaran, gerçek
müminlerin Allah'ın ayetleri karşısındaki tutumları ile kalblerinde hastalık ve
sapıklığa eğilim duyanların tavırlarını belirleyen, müminlerin Rabblerine karşı
tutumlarını, O'na sığmışlarını, O'na niyazda bulunuşlarını ve O'nu yüce
sıfatlarıyla tanımalarını tasvir eden bir bölümle başlıyor:

"O, kendinden başka bir ilâh
bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Bu apaçık ve berrak Tevhid inancı,
müslümanın inancıyla diğer bütün inançlar arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan
bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin inançları ile Hakk yoldan sapmış olan
yahudi ve hıristiyanların inançları, aralarındaki tüm din ve mezhep ayrılığına
rağmen aynı kategoriye girer. Bu da müslümanın hayatı ile yeryüzündeki diğer
inanç sahiplerinin hayatı arasındaki ayrılış noktasıdır. İşte burada sözü edilen
inanç, hayat düzenini her alanda kontrol altına almakta ve ona yön vermektedir.

"O, kendinden başka bir ilâh
bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip, yöneten Allah'tır."
Ulûhiyette O'nun ortağı yoktur.
"Hayy"dır; Mutlak olarak hayatı kendisinden kaynaklanır. O'nun hayatı her çeşit
kayıttan uzaktır, sıfatlarında O'nun bir benzeri yoktur. "Kayyum"dur; her canlı
ve cansız O'nunla varlığını sürdürebilir, bütün hayata ve tüm varlıklara hakim
olan da O'dur. Bu evrende
O'nsuz ne bir varlıktan ne de hayattan söz edilebilir.

İşte bu, düşünce ve inançta yol
ayrımıdır; hayat ve ahlâk sisteminde yol ayrımı. Uluhiyet hakkını yalnız Allah'a
veren bir inançla, birçok cahili düşüncenin kargaşası sonucu ortaya çıkan çok
ilahlılık inancı arasındaki yol ayrımı. O zaman Arap yarımadasında hüküm süren
müşriklerin inançlarıyla Allah'a oğul isnad eden yahudi ve hıristiyan inancı
arasında veya birden çok ilahı benimseyen hıristiyan inancı arasında hiçbir fark
yoktur.

Kur'an-ı Kerim yahudilerin "Üzeyr,
Allah'ın oğludur" dediklerini haber veriyor. Nitekim bugün yahudilerin "Kitab-ı
Mukaddes" olarak kabul ettikleri kitap da buna benzer birtakım sapık
düşüncelerle doludur. Tekvin bölümü, altıncı babda buna değinilmiştir."(Bu
kitabın "el-ishahhüssadis" denen yerinde şunlar yazılıdır: "Yeryüzünde insanlar
çoğalmaya başlayıp çok miktarda kız evlatları olunca, Allah'ın oğulları bu
kızların güzelliğine hayran kalıp beğendiklerini kendilerine zevce edindiler.
Sonra Rabb dedi ki: Benim ruhum insanoğlunda devamlı kalamaz. Zira o beşerdir.
Bu durum yüzyirmi yıl sürdü. O yıllarda yeryüzünde birtakım azgınlar vardı.
Bilahare ise, yine Allah'ın oğulları insanların kızlarıyla evlendiler ve
çocukları oldu. O günden beri bunlar birtakım isimlerle tesmiye olunan
"zalimler"dir.)

Hıristiyanların sapık düşüncelerine
gelince, Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür", "Allah
Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i Allah'ın
dışında iki ilah olarak benimsediklerini, keşişleri ve rahiplerini de
kendilerine Rabb'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.

T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı
eserinde de bu düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın
ortaya çıkışından yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir
dereceye kadar sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen
dağıldı. Bunun üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın
kurulmasını sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu. Bu
amaçla birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî
hükümete bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik
benimsenen tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha
da arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin yerine
geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri huzura
kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve birbirine kin besleyen gruplar
arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı
çıkanlarla Ortodoks kilisenin arasını bulmaya ve daha sonra . da onlarla merkezi
hükümetin birliğini sağlamaya çalıştı. Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik)
toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan,
değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir.
Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek
mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza
ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi
sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub
el-Baraziiye tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini
savunurlar. (el-Raid S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar
Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları
kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat
bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı
bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün Mesih'i "Üçten biri" olarak
kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla,
özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler
arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in
benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer
yandan da bu iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri
sürüyordu. Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri
kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu
şahsın içinde tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de,
barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan
kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı
gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf
olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı."

Aynı şekilde Hıristiyan bir
araştırmacı olan Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu
hristiyanlarının durumunu şöyle ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten
müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve meleklerden bazılarına tapıyorlardı "(Hasan
İbrahim ve iki arkadaşı tarafından yapılan tercüme sayfa: 52-53)"

Müşriklerin inançlarındaki
sapıklıklara gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara
taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak
değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."

İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu
bozuk ve sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını
açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur:

"...O, kendinden başka bir ilâh
bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

İşte bu, hem düşünce ve hem de inançta
yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol ayrımıdır.

Kendisinden başka hiçbir ilâh
bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek sahibi; Hayy olan, her
varlığın, her canlının kendisiyle ayakta durup O nunla varlığını sürdürdüğü
Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir insan düşünün.

Bu varlığın bilincinde olan bir
insanın yaşam biçimi ve hayat düzeni ile, tüm duygularını sözü edilen çarpık ve
tutarsız düşüncelerle bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu
yönlendiren ulûhiyet hakkında hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve
hayat tarzı temelde ayrı olması gerekmektedir.

Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının
yanında Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim
ve ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım
dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de
ahiret hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde.
Gerçeğinden saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan
düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve
ekonomik alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve
ne de durulabilecek bir yerden söz edilebilir. Bu düzenlerde ne helâl ve
haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden
alındığı, yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin
yalnız kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde
her şey netleşir ve âhenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla
karşılaşıyoruz: "O, kendinden başka bir ilah bulunmayan, diri ve
yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."

Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi
değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden
ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm
düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik
hayata tesiri olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan
gelen hukuk düzeni ve Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an,
Tevhid, anlam kazanır. Allah'ın zatı ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip
diğer hayat düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün
insanlık tarihi boyunca beşeri hayatın düzenlenmesi için gönderilen
peygamberlerin, kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:

"...Sana daha önceki semavi kitapları
onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu
göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden
ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri ağır
bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve intikam alıcıdır."
Bu âyetin birinci bölümü,
İslâm inancının temel ilkelerinden bir kısmını kapsaması yanında, Hz.
Muhammed'in peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından getirdiği gerçekleri
reddeden ehl-i kitab ve diğer inkârcıların iddialarını da çürüten ifadeleri de
içeriyor.

Peygamberlere gönderilen kitapların
tek bir kaynaktan gönderildiği bildirilen âyet-i kerimede şöyle deniliyor:
"Daha önce de Musa'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i indiren kendisinden başka ilah
olmayan, hayatın ve kudretin yegane kaynağı yüce Allah'tır sana bu Kur'an'ı
indiren." O halde ulûhiyet ve ubûdiyeti birbiriyle karıştırma veya aynı
bedende birleştirmeden söz edilemez. Ortada, kulları arasından seçtiği bazı
kimselere kitap veren tek bir ilâh ve bir de o kitapları teslim alıp kabul eden
Allah'ın kulları vardır. Sonuçta onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar Allah'ın
kullarıdırlar.

Ayeti kerime, Allah katından indirilen
kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında bir olduğunu açıklıyor. "Sana
daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi." Bu
kitapların her biri aynı ortak amacı hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu
göstermek". Daha önce hıristiyan bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a
Çağrı" adlı kitabından yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu kitap,
aynen kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve insanların hevâ ve
heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal akımların etkisiyle bu
kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri gerçek olandan ayrıştıran
"Furkan"dır.

Ayeti kerimede kapalı bir üslupla
ehl-i kitabın yeni gelen peygamberi ve peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir
yanı olmadığı belirtilmekte. Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki
Risâletlerin metoduna bağlı kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki kitaplar
gibi Hakk ile indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların arasından bir
elçiye indiği gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye indirilmiştir ve bu yeni
Risâletin kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki kitapları doğrulamakta;
diğer kitapların kanat gerdiği Hakki bu kitap da koruma altına almaktadır.
Üstelik bu yeni kitabı da kitap indirmede tek yetki sahibi olan Allah
indirmiştir. İşte bu kitap, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat
düzenlerini, ahlâk, eğitim ve yasalarım belirleyen ve elçisine indirdiği kitap
doğrultusunda temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.

Ayetin ikinci bölümü ise, Allah'ın
ayetlerini inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte, Allah'ın kudretini,
üstünlüğünü, azap ve intikamının dehşetini onlara göstermektedir. Allah'ın
ayetlerini kabul etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle reddedenlerdir. Daha
önce kendilerine indirilen Allah'ın kitabından sapmış olan ve bu hareketlerinin
sonucu olarak, Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde ayıran, bu yeni kitabı da
yalanlama yoluna sapan ehl-i kitab, burada küfürle nitelendirilmekte; Allah'ın
dehşet verici azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün olmayacağı intikamıyla tehdit
edilenlerin başında yer almaktadırlar.

Bu azap ve intikam tehdidinin hemen
ardından da kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip
kaçırılamadığı Allah'ın sınırsız bilgisi vurgulanmaktadır: "Hiç şüphesiz, ne
yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir." Burada, Allah'ın
hiçbir şeyin kendisinden gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla
vasıflandırılması, surenin başında yer alan ulûhiyet ve otorite birliği
kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi bir önceki ayette dile getirilen korkunç
tehditle de ahenk içindedir. "Ne yerde ne de gökte" tüm genişliğine ve
sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kurtulamayacaktır. Öyleyse
niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün olmadığı gibi, tuzakları örtbas etmek de
mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz cezasından, her şeyi en ince ve gizli
yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin bilgisinden kaçma imkânı yoktur.

Ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin
kendisine gizli kalmadığı, her şeyin en ince ve gizli taraflarına varıncaya
kadar bilinen kapsamlı bilginin ışığı altında insanların duygularına hassas ve
engin bir şekilde temas edilmekte; gayb âleminin bilinmezliği ve ana rahminin
karanlığında insanın hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı mahiyeti
bilinmeyen yaratılışa değinilmektedir: "Size dâl yataklarında dilediği biçimi
veren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."
Böyle "şekillendiriyor sizi". Allah insanı kendi mutlak iradesi ve isteğiyle
beşeri vasıflar doğrultusunda şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan başka
ilâh yoktur; Aziz'dir; yaratma ve şekil vermede güç ve kudret sahibidir;
Hakim'dir; yarattığı ve şekil verdiği mahlukatının işlerini kendi hikmetiyle
hiçbir yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymaksızın idare edendir.

Bu noktaya temas edilmekle
hıristiyanların, Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun), yaratılışı ve doğumu
hakkında yaydıkları şüpheler aydınlanmaktadır. Buna göre; İsa'ya "dilediği"
şekli veren Allah'tır. Yoksa Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb,
Allah, Oğul ya da beşeri ve ilahî nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç
varlıktan biri değildir. Aynı zamanda O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği
apaçık Tevhid düşüncesinin karşısına çıkan saptırılmış ve gizemli bir nitelik
kazandırılmış düşüncelerin ileri sürdüğü gibi anlaşılması zor bir şahıs da
değildir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l Kur'an)

Mevdûdi diyor ki: Tevrat ve İncil
hakkında genel bir yanılgı vardır. Çünkü çoğu kişi Pentateuch'u (Eski Ahid'in
ilk beş kitabı) Tevrat, Gospel'i (Yeni Ahid'in ilk dört kitabı) ise İncil olarak
kabul eder. Bu yanlış anlama vahyin kendisinden şüpheler uyandırır ve şöyle bir
soru akla gelebilir: "Bu kitaplar gerçekten Allah'ın kelamı mı? Kur'an-ı Kerim
gerçekten bunların içindekileri tasdik mi ediyor?"

Aslında Kur'an'ın tasdik ettiği
Tevrat, Pentateuch'un kendisi değildir; fakat O'nun içine serpiştirilmiştir.
Aynı şekilde İncil de "Dört Gospel" değildir, fakat bu kitaplarda muhtevîdir.

Tevrat, Hz. Musa'ya (a.s.) kırk yıl
süren peygamberliği müddetince verilen emir ve öğütlerden oluşur. Taş tabletlere
kazınmış olan ve Tur Dağı'nda Mûsâ'ya verilen On Emir de bunların içindedir.
Geri kalan emir ve öğütleri ise Hz. Mûsâ (a.s.) kendisi yazdırmıştır. Daha sonra
on iki İsrail kabilesinin (sıbt) her birine, rehberlik etmesi için Tevrat'ın bir
kopyasını vermiştir. Bir kopyası da dikkatle korunması için Levi'lere verilmiş
ve taş tabletlerle birlikte Tabut'ta (On Emir'in muhâfaza edildiği sandık)
muhâfaza edilmiştir. Bu Tevrat, Kudüs'ün ilk yakılıp yıkılmasına kadar tam bir
kitap olarak kalmıştır. Fakat zamanla İsrâiloğulları bu Kitab'a o denli ilgisiz,
anlayışsız ve aldırmaz bir hale geldiler ki, Yoşiya'nın krallığı zamanında
Süleyman Tapınağı tamir edilirken, başkâhin Hilkiya O'nu şans eseri buldu; fakat
O'nun Tevrat olduğunu anlayamadı. O'nun sadece bir kanun kitabı olduğunu düşündü
ve Kitab'ı krallık yazmanına antika bir eser olarak verdi. Bir sonraki, O'nu
Kral Yoşiya'ya iletti. Kitap okununca Yoşiya elbiselerini yırttı ve Hilkiya ile
diğerlerine Kitab'ın içindekiler hakkında Rabbe danışmalarını emretti. (II
Krallar, 22:8-13). Nebukadanazor'un Kudüs'ü yağmalayıp Süleyman Tapınağını
yıktığı dönemde, İsrailoğulları'nın durumu işte böyleydi. Bu şekilde uzun
yıllardan beri bir köşede unutulmuş Tevrat'ın son kopyalarını da ebediyen
kaybetmiş oldular.

İsrâiloğulları, Babil'deki sürgünden
ülkeleri Kudüs'e geri dönüp tapınağı tekrar yaptıklarında Ezra, Eski Ahid'i
derledi. Ezra, halkının ileri gelen bazı adamlarını topladı ve onların
yardımıyla şimdi Kitab-ı Mukaddes'in ilk 17 kitabını oluşturan
İsrailoğulları'nın tüm tarihini yazdı. Bunlardan Çıkış (Eski Ahid'in ikinci
kitabı Çev.) Leviller (Eski Ahit-3. kitap), Sayılar (Eski Ahit-4. Kitap),
Tesniye (Eski Ahit-5. Kitap) Hz. Musa'nın (a.s.) hayatını anlatır. Ezra ve
yardımcılarının bulup vahyin kronolojik düzenini gözönünde bulundurarak uygun
yerlere yerleştirdikleri asıl Tevrat ayetlerini de içerir. Asıl Tevrat, Hz.
Musa'nın (a.s.) hayat hikâyesi içine serpiştirilmiş bulunan ayetlerden oluşur ve
bugün bile onları diğerlerinden ayırıp Musa'nın (a.s.) "Rabbiniz Allah diyor
ki," dediği yerde asıl Tevrat başlar ve hayat hikâyesi yeniden başladığında
Tevrat'ın o bölümü biter. Kitab-ı Mukaddes'in yazarı buralara açıklama ve yorum
mahiyetinde bazı şeyler eklemiştir. Sıradan okuyucu işte bu yorumlardan asıl
Tevrat'ı ayırdetmede yanılgıya düşer.

Bununla birlikte İlâhî Kitaplar'ın
mâhiyetini iyi bilenler, bir dereceye kadar bu yorumla, vahyolunan ayetleri
ayırdedebilirler.

Kur'an'a göre sadece Pentateuch'un
içine serpiştirilen bu bölümleri gerçek Tevrat'tır ve Kur'an sadece bu bölümleri
tasdik eder. Bu ayetleri derleyip Kur'an'la karşılaştırarak sınayabiliriz. Orada
veya burada ayrıntılarda bazı farklılıklarla karşılaşılabilir; fakat, iki
kitabın ana öğretilerinde en ufak bir farklılık bile yoktur. Bugün bile bu iki
Kitab'ın aynı kaynaktan geldiği açıkça görülebilir.

Aynı şekilde, İncil de Hz. İsa'nın
(a.s.) hayatının son birkaç yılı boyunca sarfettiği, vahyolunan sözler ve
konulardan oluşur.

Bu sözlerin Hz. İsa'nın (a.s.) hayatı
esnasında derlenip kaydedildiğinden emin olamayız. Moffat, Kitab-ı Mukaddes
tercümesine yazdığı önsözde şöyle diyor: "İsa (a.s.) hiçbir şey yazmadı ve bir
müddet için havarileri de O'nunla ilgili hiçbir kayıt tutma ihtiyacı duymadılar.
O halde tarihte İsa ile ilgili bize ulaşan bilgiler Filistinli ilk havarilerin
sözlerine ve derlemelerine dayanıyor. Bunların ne zaman yazıya geçirildiğini
söyleyemeyiz. Fakat en azından onlardan bir tanesi her halde yaklaşık M.S. 50
yıllarında yazılı halde mevcut idi." Her ne ise, ölümünden yıllar sonra Hz.
İsa'nın (a.s.) hikâyeleri dört incil (Gospel) şeklinde derlendiği zaman
(Markos'un tertiplendiği zaman, ilki M.S. 65-67 yıllarında düzenlenmiştir),
O'nun bazı yazılı veya ezberde kalan sözleri, tarihsel sıralamaya göre uygun
yerlere konulmuştur. Yani ilk dört Gospel'in İncil olmadığı, yani Hz. İsa'nın
(a.s.) söz ve rivayetlerinden oluşmadığı, fakat onları içerdiği çok açıktır.
Yazarların eserlerinde Hz. İsa'nın (a.s.) sözlerini diğerlerinden ayırmak için
tek bir aracımız var: Yazarların "İsa şunu söyledi ve öğretti" dediği yerlerde
İncil başlar ve hikâyeye geri döndüklerinde İncil biter. Kur'an'a göre sadece bu
bölümler İncil'dir ve Kur'an sadece bu bölümleri tasdik eder. Eğer bu bölümler
derlenir ve Kur'an'la karşılaştırılırsa, ikisi arasında ciddî bir fark görülmez.
Eğer bazı ufak farklılıklar varmış gibi görünüyorsa, bunlar da ön yargısız bir
düşünce sonucunda ortadan kaldırılabilir. (Mevdûdi, Tefhimu'l-Kur'an, c. 1,
s.207-208)



Osman Cilacı, Şâmil İslâm
Ansiklopedisi, c. 6, s. 215-216

Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet,
Kayıhan Y. s. 10-17

Osman Cilacı, a.g.e. c. 6, s.
109-110

A.g.e. c. 6, s. 92-94

M. Sait Şimşek, Kur'an'ın
Anlaşılmasında İki Mesele, s. 155-157

A.g.e. s. 158-169

M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü,
s. 176-253

A.g.e. s. 13-14

SEMAVİ KİTAPLARA İMAN..
Kur'ân-ı Kerim'le İlgili İnancımız Nasıl Olmalıdır
Levh-i Mahfûz.
İLAHİ KİTAPLAR..
İlahi Kitapların Tahrif Edilişlerinin Delilleri
İlahi Kitapların Tahrif Ediliş Sebepleri
Kur'an-ı Kerim ve Diğer Kitapların Mukayesesi
İlahi Kitaplar Karşısında Durumumuz
Suhuf (Sayfalar -Küçük Kitaplar-)
Büyük Kitaplar
Kitapların Gönderiliş Amacı
SUHUF.
1- Suhufu Müneşşera
2- Suhuf-u Mükerrame ve Suhuf-u Mutahhare
TEVRAT..
Tevratın Tahrifi Tevrât; Anlam ve Mâhiyeti
Tevrat'ın Nüshaları
Tevrat Kaynakları
Kur'ân-ı Kerim'de Tevrât Kavramı
Tevrat'ta Ta ı'nın Özellikleri
Tevrat Doğrultusunda Yahûdilerin İnancı
Yahûdilerin İslâm'a Aykırı İnançları
Hıristiyan ve Yahûdilerin Ortak Bâtıl İnançları
Ehl-i Kitab'ın Küfür ve Şirki
Ehl-i Kitabın İslâm'a Ters Tutum ve Davranışları
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
Onlar ve Biz
Muharref Ahd-i Atik'teki (Tevrat'taki) Çelişkiler
Muharref Tevrat'taki Müstehcenlik ve Yüz Kızartıcı İfadeler
Muharref Tevratta Kadın.
Ahd-i Atik'de Savaş, Sömürü ve Irkçılık.
İsrail-Filistin
Hz. Mûsâ'nın Ölümü ve So asından Bahseden Mûsâ'ya Vahyedilen Kitap!
Talmud.
Gemara
Gematria
Kabala (Kabbalah, Kabbala)
Tahrif
Tevrât'ın Tahrifi
Bugünkü Tevrat ve İncil'e Uymanın Hükmü.
Dini, Kutsal Kitabı Tahrif Sadece Eski Toplumlarla mı Sınırlıdır?.
1) Tahrif Yoluyla
2) Tebdil Yoluyla
3) Gizleme Yoluyla
4) Unutma Yoluyla
5) Uydurma Yoluyla
Tefsirlerden İktibaslar
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
ZEBUR..
İNCİL.
İncil'in Tahrifi
Mevcut İncillere Göre Hristiyanlık Akidesi
BARNABA İNCİLİ (BARNABAS)
Barnaba İncil'ini Diğer İncillerden Ayıran Özellikler
AHD-İ ATİK..
AHD-İ CEDİD..
KUR'ÂN-I KERÎM...
Kur'ân'ın Toplanması
Kur'an-ı Kerîm'in Muhtevası
Kur'an'ın Özellikleri
Kur'an'ın İçine Aldığı Hükümler
1) İbadetler
2) Muâmeleler
a) Adalet
b) Şûrâ
c) Yardımlaşma
d) Koruma
VAHY Vahy ve Mahiyeti
Vahyin Çeşitleri 1) Gayr-i İlahi Vahy
2) İlahi Vahiy
Vahy-i Metlüv- Vahyi Gayrı Metlüv (Okunan vahiy ve okunmayan vahiy)
Kur'an'ın Özellikleri
Kudsî Hadis.
Vahyin Başlangıcı
Vahyin Geliş Şekilleri
Allah'ın Meleklere Vahyetmesinin Keyfiyeti
Vahiy Esnasında Rasulullah'ın Durumu
Vahiy Katipleri
Vahyin Yazıldığı Malzemeler
Vahye Ait Bazı Terimler
İLHAM... Sözlük ve Terim Anlamı
Kur'an ve Sünnette İlham
Alimlerin Görüşüne Göre İlham
Dinde Delil Kaynağı Olup Olmaması Bakımından İlham
Diğer Dinlerde İlham
Yahudilikte İlham
Hristiyanlıkta İlham
Vahiy İle İlham Arasındaki Farklar
İlham İle Eş Anlamlı Kelimeler
İlham Hakkında Yazılan Eserler
RÜ'YA-I SÂDIKA