Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Mevt/Ölüm; Anlam ve Mâhiyeti

Mevt

Mevt/Ölüm; Anlam ve Mâhiyeti

Mevt, yani ölüm, hayatın zıddıdır. Bitkilerde
üremenin ve solunumun durması, hayvanlarda ve insanlarda duyuların çalışmaz hale
gelmesidir. İnsanda, ayrıca düşünme, akletme, hatırlama gibi iç melekelerin
fonksiyonlarını yitirmesidir.

İnsan açısından ölüm, ruhun bedendeki
tasarrufuna son verip bedenden ayrılması olayına denir. Ölüm, insan varlığı için
bir âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak değildir. Ruh,
bâkîdir, yok olmaz. Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir.
Canlılar doğar, büyür ve ölürler.

Var olanın biyolojik yapısının sonsuzluğa
elverişsiz olması, ölümü ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Allah'ın diriliği
ve ölümü yaratmasının sebebi, Kur'an'da şöyle açıklanır: "O, hanginizin daha
güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de hayatı da takdir edip yaratandır."
(67/Mülk, 2). Ölüm, ancak Allah'ın belirlediği zaman, yani ecel geldiğinde vuku
bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı, Kur'an'da şöyle belirtilir: "Allah'ın
emir ve kazası olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir
süreye/ecele göre yazılmıştır." (3/Âl-i İmrân, 145)

Hiçbir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı
yoktur. "...Şöyle de: 'Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir
edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp
giderlerdi..." (3/Âl-i İmrân, 154) "Nerede olursanız olun ölüm size
ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!? (4/Nisâ, 78)

Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek
üzere doğum yoluyla gelen insan oğluna anne karnında dört aylık cenin döneminde
üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun bedenden ayrılması ile de
kabir hayatı başlar. Kıyâmet koptuktan sonra da âhiret hayatına yeni bir yaşam
için geçecek olan insanoğlu, dünyadaki inanç ve amel durumuna göre Cennet veya
Cehennemdeki ebedî hayatta yerini alacaktır. İman sahibi olup da amel eksikliği
bulunanlar ise, Cenâb-ı Hakk'ın bileceği sürelerde cezalarını çektikten sonra
Cennet tarafına geçebileceklerdir. (1)

Kâinat için esas olan hayattır. Varlıklar,
varlık sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Nitekim, Kur'an'da "Allah'a karşı
nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi
öldürür, sonra da diriltir." (2/Bakara, 18) buyurulmaktadır. Ölüm yok oluş
değildir. Varlıkların özleri Allah'ın ilminde olmaları açısından, yokluk söz
konusu olamaz. Aksi halde, dünya hayatının gerçek hayat ve bu hayattan göçmeyi
de yok olma kabul etmek gerekir; biz inanıyoruz ki, ölüm yok oluş değil; sadece
bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir Savaşında bir
çukura doldurulan müşrik ileri gelenlerine, "Ben Rabbimin bana vaad ettiğini
gerçek buldum; siz de tanrınızın size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?"
diye sormuş, yanındakilerin, "Yâ Rasûlallah, bunlar ölü, işitirler mi ki?"
demesi üzerine, "Bunlar sizden iyi işitirler, fakat buna cevap veremezler"
buyurmuştur (İbn Hişam 2/292).

Kur'an, özellikle insanın ruhunun Allah'tan
olduğunu vurgular (15/Hıcr, 29; 32/Secde, 9). Şu halde, Allah'tan olan bir şeyin
yok olması mümkün değildir. Ruh, melekî bir varlıktır. Kur'an, ölümden söz
ederken, hep "nefs" kelimesini kullanır. Yani, bitkisel ve hayvansal
hayat yok olacak, ama öz bâki kalacaktır. Ölümden sonra dirilme, yani ba's
arasında geçen döneme "berzah" denilir. İnsan, dünya hayatında Âhiretini
hazırlar. Öldükten sonra, dünyada iken amelleriyle yazdığı kitabını karşısında
görür. Bu görme olayı, ölümle birlikte kendini gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur: "Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe; ya da Cehennem
çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî, hadis no: 2578) Bu bakımdan, sevinci
ve üzüntüyü, acıyı ve tatlıyı duyan beden olmadığı için, kabir azabı veya
mükâfatının rûhî mi cismânî mi olacağı tartışması bir bakıma yersiz
görünmektedir. Kıyâmet hâdisesi, adından da anlaşılacağı gibi, bir kalkış, bir
değişimdir, bir yok oluş değildir. Kıyâmetle, ruhlar yeniden ceset giyecek,
âhiret hayatına göre oluşacak evrende Cennet ve Cehennem şeklinde yeni bir
hayata başlayacaklardır.

Kur'an'da zaman zaman "canı alma, vefat ettirme"
mânâsında "teveffâ" kelimesi kullanılır. Bu kelime, vefâ'dan gelir;
"yerine getirme, süresi dolduğunda gereğini yapma, söze bağlı kalma" demektir.
Nitekim dünya hayatı belli bir süreye (ecel) kadardır ve bu süre gelince ölüm
kendini gösterir. Şu halde, ölüm bir son olmak şöyle dursun, bir hakikatin
gölgesi olan dünya hayatındaki en önemli gerçektir; gölgeden hakikate, uykudan
uyanıklığa geçmektir.

Kur'an'da uyku, ölümle eş anlamlı gibi
kullanılır. Bir âyet-i kerimede, "Allah ölümleri ânında nefsleri vefat
ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve
diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler
vardır." (39/Zümer, 42) buyurulmaktadır. Demek ki ölümle uyku bir bakıma
aynıdır; çünkü uykuda, nefs, bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak
bedenin farkında değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden,
"uyku, ölümün yarısıdır." İşte, vefat da, "süresine erdirmek, vakti gelince sözü
yerine getirmek, bütünüyle ifa etmek" demek olduğundan mevt/ölüm, insan ruhu
için yeryüzündeki sürenin dolması ve ruhun bedenden sıyrılmasıdır.

Ölümün tersi de hayattır. Hayatın aslı, ruhun
hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu
hayat içinde ruhun hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma,
tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî hayattan uzak olup yalnızca dünya
hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın
zâhirine takılıp kaldıkları için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati
göremedikleri için, kâinatta her bir şeyde açık seçik olan ilâhî tecellîleri
göremedikleri, ilâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara
diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur'ân-ı Kerim'de, "Ey iman
edenler! (Rasûlullah,) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a
ve Rasûlü'nün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve
muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." (8/Enfâl, 24) buyurulur. Âyette,
iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla birlikte, asıl
hayatın "ruhun ve kalbin hayat derecesi" olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre
iman gerektirdiğini hatırlatmak için olsa gerektir.

Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, ruhun
hayatı olduğu gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman,
anladığımız şekilde "ölmek" değil; gerçekte "dirilme"dir, hayat bulmadır.
Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en
çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat
olan dünyadan göçmekten ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha
bir diriliğe kavuşur ve "sıla"sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların
sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı
bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek
hayatta artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu
değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azaba, ateşe dirilmedir;
dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir
canlılığa adım atarlar. Kur'an bunu, "Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten
baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi." (29/Ankebût, 94) şeklinde ifade
etmektedir.

Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle
dirilemeyenler, Kur'an'ın deyişiyle, "ölüdürler", "kabirdedirler". Kur'an'da:
"Sen ölülere duyuramazsın!" (30/Rûm, 52); "Sen kabirdekilere duyaracak
değilsin!" (35/Fâtır, 20) buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri
kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem'a) ve görme (basar) güçleri yok
olmuştur. Peygamber (s.a.s.)'in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde
mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen sayısız âyetleri de
görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya hayatına nasıl gelinip bu hayattan
nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları
konusunda düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey
ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için
son dirilme çaresi, artık ölümdür. (2)