Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Neden Peygamberlere İnanmalıyız
Neden Peygamberlere İnanmalıyız 
 
Neden Peygamberlere 
İnanmalıyız 
 
 
 
Peygamberlere inanmak Allah (cc)'a inanmanın 
gereğidir. Çünkü Peygamberler Allah (cc)'ın elçileridir, O'nun vahyettiklerini 
insanlara ancak bu elçiler iletmiş, O'nun emir ve yasakları doğrultusunda 
insanları bu yüce kişiler bilgilendirmiş ve eğitmiştir. Öyle ise "Neden 
peygamberlere inanmalıyız?" sorusu, aynen: "Neden Allah'a inanmalıyız, Niçin 
varız, Öldükten sonra ne olacağız..." vb. gibi sorulara benzemektedir. 
 
Görüldüğü üzere peygamberlere inanmak daha 
birçok gerçeğe inanmakla eş değerdedir ve onlarla bir bütünlük oluşturur. İnsan 
genellikle çok basit hayat olaylarını kendi başına kavrayabilir, ama karmaşık 
evrensel gerçekleri, bir öncünün, bir öğreticinin yardımı olmadan yakalayamaz. 
İşte bu öncüler ve öğreticiler peygamberlerdir. 
 
Hayatta çok sıradan ve somut aykırılıkları 
anlamak ve bu suretle de yararlıyı zararlıdan ayırt edebilmek kolaydır. 
Örneğin, ateşin, selin ve vahşi hayvan saldırısının tehlikelerini, en ilkel 
insan bile anlar; Bu konuda derin bilgilere, geniş kültüre, büyük tecrübelere 
ve bir akıl verene de ihtiyaç duymadan bazı önlemler almayı kendiliğinden 
bilir. Hatta hayvanlar bile içgüdüleri sayesinde tehlikelere karşı kendilerini 
savunmaya çalışır, yaşamak için avlanırlar. 
 
Ancak eğer peygamberler olmasaydı insan, 
örneğin annesiyle babasıyla, öz ya da süt kardeşiyle cinsel ilişkide 
bulunmanın kötülüklerini, domuz etinin zararlarını, yalancı şahitliğin, faizin, 
ünlenme kompleksinin olumsuzluklarını öğrenemezdi. Özellikle: Allah (cc), rûh, 
melek, cin, şeytan, âhiret, cennet ve cehennem gibi gaybî gerçekler hakkında 
gerekli bilgilere ulaşamazdı. 
 
İnsanlar da diğer canlılar gibi bir 
âlemdir. Buna "beşeriyet âlemi" diyoruz. Ancak akıllı olma ayrıcalığı ile 
birlikte ilahî vahye ayak uydurarak toplu halde yaşayan insanlar diğer 
canlılardan çok daha mükemmel popülasyonlar oluştururlar. Çünkü eğer 
peygamberler olmasaydı insan yığınları da tıpkı arılar, karıncalar ve 
penguenler gibi yüce değerlerden yoksun, sadece egoya dayalı sürüler olarak 
kalırlardı. Tıpkı, moral değerlerden nasibi olmayan ve sırf maddesel ilgilerle 
ya da yasaların zoruyla, bir arada yaşayan çağımızın kalabalıkları gibi. 
 
Peygambersiz bir toplumun yaşamında 
belki bireylerarası ilişkiler belli bir disipline dayanabilir ve bu disiplin 
çok mükemmel bir işbölümü biçiminde ortaya çıkabilir; Ama bu düzen, hiç bir 
zaman otomatik ve mekanik olmaktan kurtulamaz. Böyle bir toplumun yaşamında 
esnekliğin ve hoşgörünün yeri olamaz. Böylece insanlar ya yasaların zoraki 
itişleriyle veya içgüdüsel dürtülerle ancak işlevlerini yerine getirmeye 
bakarlar, içsel güzelliklerin, manevi zenginliklerin ve rûhânî coşkuların 
farkına bile varamazlar. 
 
Peygamberlerin ve Allah (cc)'dan 
getirdikleri göksel mesajların insanlık için ne kadar önemli olduğunu 
anlayabilmek amacıyla peygambersiz insan topluluklarının yaşamına şöyle bir 
bakmak yeterlidir. Buna iki örnek vermek mümkündür. 
 
Birincisi, 
Roma Toplumudur ki Romalılar mimaride, güzel sanatlarda, siyaset ve eğitim 
alanında göz kamaştırıcı bir yaşam biçimi sergilemişlerdir. Dünyada çok geniş 
bir alana yayılabilmiş ve arkalarından hayranlık uyandıran devâsâ büyüklükte 
eserler bırakmışlardır. Bütün bunlara rağmen Roma Uygarlığı bir peygamberin 
öncülüğünden, ilâhi vahyin fazilet kaynaklarından, Allah (cc)'ın feyiz ve 
nurundan yoksun olduğu için tamamen seküler kalmış, zihinlerin ve gönüllerin 
derinliklerine hiç bir zaman nüfuz edememiş ve dünya uygarlıkları arasında 
sırf maddesel boyutlar içinde tıkanıp kalmıştır. 
 
Romalılar'ın yaptığı o sanat harikası 
mermer heykeller, insanlara hiç bir zaman evrensel mesajlar verememiş, çarpıcı 
erotik görünümleriyle yalnızca sapık ruhları gıdıklamaktan ve sapkın 
eğilimleri kıpırdatmaktan öte bir işe yaramamıştır.. Bu gerçek her bakımdan 
donuk, seküler ve insan kurgusuyla sınırlı tüm uygarlıklar için de 
sözkonusudur. Bu nedenledir ki ilâhî bir din kimliğinden uzaklaşmış olmasına 
rağmen, hıristiyanlığın, örneğin Bizans Dönemi'nden kalma loş ve köhne bir 
kilisesi bile heybetli bir Roma tiyatrosundan veya bir Firavun piramidinden 
insanı çok daha etkileyicidir. 
 
İkinci örnek 
ise, insanlara eşitlik ve mutluluk vadederken yaklaşık yüzyıl boyunca 
yüzmilyonlarca insanı tutsaklık, yoksulluk ve mutsuzluk içinde kıvrandırdıktan 
sonra dayanamayarak nihayet kendi kendine yıkılan komünist rejimdir. 
 
Dine afyon diyen bu rejimin 
teorisyenleri, peygamberlere ve ilâhi mesajlara hakaret gözüyle baktıkları 
için felsefelerini materyalist düşünceden hareketle kurmuşlardır. Bu felsefeler 
hayata geçirilince insanlar yalnızca maddi alandaki özgürlüklerini yitirmekle 
kalmadılar, onlardan birçoğu bu yüzden Allah'a ve madde ötesi gerçeklere karşı 
kuşkuya düştüğü için stres altına girdiler bunalımlara düştüler; Maneviyat 
boşluğunun çok büyük ızdırabını çektiler. Öyleki zaman zaman haksızlığa 
uğrayan bu insanlar baskı gördükleri kimselere, hiç değilse içlerinden beddua 
edip biraz rahatlamayı bile bir çelişki saydılar. Halbuki dünyanın her yerinde 
hakimler, savcılar ve polisler bile sık sık haksızlığa uğrar ve delil 
yetersizliğinden dolayı kendilerine zulmedenlerden, yasal yollarla 
haklarını bir türlü alamazlar. Böyle durumlarda onların bile, haklarını 
çiğneyenlerin Allah tarafından cezalandırılması için el açıp beddua ettikleri 
nadir olaylardan değildir. Fakat materyalistlerin bu anlaşılmaz tutumu onları 
daha büyük sorunların içine itti. Tabiatıyla toplumun sosyal ve ekonomik düzeni 
de bundan olumsuz yönde etkilendi. Çünkü bu perişanlık, kesinlikle bir 
peygamberin terbiyesinden ve ilâhi bir mesajın yoksunluğundan doğmuştu. 
 
İşte bu belirgin farklar, 
peygamberlerin getirdiği mesajlardan (doğru ya da yanlış) ilham alan insanlarla 
bu mesajlardan tamamen yoksun olanları birbirinden kalın çizgilerle 
ayırmaktadır. Bunların hangisi insan doğasına daha uygundur? Peygamberlerin 
getirdiği vahiyler mi, yoksa insan kurgularına dayanan rejimler mi? "Kardeşle 
cinsel ilişkide bulunulabilir" diyen insanların tezi mi, yoksa bunu çirkin bir 
günah ve sapıklık sayanların inancı mı? Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı 
olsa bile, İnsan eliyle çiziklenmiş yasalara uygun olan hiç bir söz ve eylemin 
suç sayılamayacağını ileri sürenlerin dediği mi, yoksa Allah (cc)'ın kitabına ve 
Elçisi'nin sünnetine aykırı olan her söz ve eylemin ancak suç sayılabileceğine 
inanan insanın imanı mı ?... 
 
Bu ilgiyle burada önemli bir noktayı 
açıklamakta yarar vardır. 
 
Bilindiği üzere hiç bir ipucu 
bırakılmadan işlenen suç beşeri yasalara göre suç sayıldığı halde onu işleyen 
insan (saptanamadığı sürece) suçlu değildir. Oysa peygamberlerin getirdiği 
vahiylere göre bunun şöyle bir değerlendirilmesi vardır: 
 
Harama tevessül etmek (yani yasaklı 
fiili işlemek) herhâlükârda suçtur. Onu işleyen insan da (ister tesbit 
edilsin ister meçhul kalsın) yine suçludur. Çünkü yakalanmasa bile Allah Teâlâ 
O'nun suçlu olduğunu bilir. İşte vahye dayanan bu yargı topluma ahlâk olarak 
verilir. Onun için peygamberlere ve onların getirdiği vahye inanan insanlar, 
resmi denetim ve kontrolların dışında kaldıkları yer ve zamanlarda da vicdan 
sorumluluğu ile hareket ederler. Çünkü herhangi bir ipucu bırakmadan bir suç 
işleseler bile bunun asla yanlarında kalmayacağına ve günün birinde 
işlediklerinin hesabını Allah (cc)'a vermek zorunda kalacaklarına inanırlar. 
İşte bu, esasen peygamberlerin getirdiği terbiyedir. Halbuki peygamberlere ve 
vahye inanmayanlar ipucu bırakmadan işledikleri hiç bir suçu suç olarak 
görmez, hatta eğer bir çıkar sağlayacaksa böyle bir suçu işlememeyi aralarında 
aptallık sayanlar bile vardır. Nitekim dünyada işlenen katliamların, rüşvet ve 
yolsuzlukların, uluslararası uyuşturucu ve fuhuş ticaretinin failleri ve 
aracıları arasında peygamberlere ve vahye inanmayanların sayısı daha çoktur. 
 
Şu halde dünya nüfusunun çok büyük bir 
kısmı şu veya bu şekilde peygamberlere inanır. Dünyadaki ahlâk kurumlarının 
tümü, yalanı, samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü, dalkavukluğu, aldatmayı ve 
bunlara benzer birçok ahlâkdışı davranışları reddeder. Bunları ise düşünürler 
ve filozoflar değil, en başta peygamberler reddetmiştir. Öyle ise bütün ahlâk 
kurumları temelde peygamberlerin getirdikleri vahiylerden ilham almaktadır. 
Bunların büyük bir kısmı yozlaşmış ve büyük ölçüde aslından kopmuştur. Buna 
rağmen bu gerçekler peygamberlere ve onların getirdiği vahiylere inanmanın 
aslında insan doğasının kaçınılmaz gereği olduğunu kanıtlamaktadır. 
 
[1] 
 
 
 
 
 
 
 
 
 [1] 
 Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, 
 Kahraman Yayınları: 254-258.




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.