Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Tapınılan Sahte Ta ıların Asla Şefaati Olmaz

Tapınılan Sahte Tanrıların Asla Şefaati Olmaz

Tapınılan Sahte Tanrıların Asla Şefaati Olmaz:

Allah (c.c.) inkârcılara, puta
tapanlara şöyle soruyor:
?Yoksa onlar Allah'tan başka
şefaatçiler mi edindiler?? (Zümer: 39/43).
Bazıları kendilerine şefaatçi
olsunlar diye putları, Allah'ın dışındakileri ilâh edinirler.[1]
Ancak bu putlar onlara asla şefaat edemeyecektir.[2]
O inkârcıların ve dünyada iken İslâm'dan yüz çevirenlerin ne yardımcıları ne de
bir şefaatçileri vardır.[3]
Kendilerine şefaat edecek kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler.[4]
Allah'ın dâvetine uymayıp Kitap'tan yüz çevirenler o gün "bize şefaat edecek bir
şefaatçi yok mudur?" diye yalvaracaklar, veya dünyaya geri dönmeyi arzu
edecekler.[5]

Kur'ân-ı Kerim, Allah'a şirk
koşulan şeylerin/putların şefaat yetkisine sahip olmadıklarını vurgular.[6]
Müşrikler, bir yandan Allah'a şirk koşuyorlar, bir yandan da koştukları
ortakların Allah katında mutlaka şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı.
Kur'an'ın reddettiği şefaat, Allah'ın iznine bağlamadan birtakım varlıklardan
beklenilen ve istenilen şefaattir. Yoksa Yüce Allah'ın, bizzat kendi yetkisinde
olan şefaat nimetini, sevdiği bazı kullarına ihsan edeceğini Kur'an
açıklamaktadır. Yine Kur'an'dan anlaşılmaktadır ki, kâfirler için şefaat söz
konusu değildir. Yine kendisine şefaat izni verilen şefaatçi, öyle herkese
şefaat talebinde bulunamaz; Ancak Allah katında iyi kimseler için şefaat
konusunda aracılık yapabilir.[7]

Kur'an'daki birçok âyet, Haşir
gününde şefaatte bulunma fiilini reddeder.[8]
Başka âyetlere göre ise, bu dünyada işledikleri kötü ameller nedeniyle âhirette
cezalandırılmaktan şefaatçileri sayesinde kurtulacaklarını düşünenler, Haşir
günü telâkkilerinin yanlış olduğunu anlayacaklardır.[9]
Bu tür âyetler, mahşerde adâlet ilkesinin sıkı sıkıya uygulanacağını ve herkesin
kendi fiillerinin sorumluluğunu yükleneceğini ifade etmektedir. Kur'an, şefaatin
Allah'ın izin ve müsaadesine bağlı olduğunu belirtir.[10]

Allah'ın en seçkin kulları
melekler ve peygamberlerin bile Allah izin vermeden şefaatleri sözkonusu
değildir.[11]
Ancak mü'minler için bir hak olan şefaat[12],
sadece Allah'a ait olup[13],
O'ndan başkası şefaat edemez, ama başkasına, şefaatte bulunmak müsaadesini
vermek suretiyle Allah şefaat eder. Tâhâ: 20/109; Enbiyâ: 21/28, Necm: 53/26
âyetlerinde şefaat iki şarta bağlanarak, Allah'ın, kendisi için şefaat dilenilen
kimsenin kavlinden hoşnut olması ve şefaat ediciye de şefaat için izin vermesi
halinde bu yoldan istifade edilebileceği anlatılır.
Şefaat yetkisi ancak Allah'a
aittir. Şefaat, sadece Allah'tan istenmelidir. Ölmüş kimseler isterse peygamber
olsun, direkt olarak onlardan asla şefaat istenemez.
?De ki: ?Şefaatin tamamı
Allah'a aittir.? (Zümer: 39/44).
Zaten duâ Allah'tan başkasına
yapılamaz.[14]
Ancak, ?Ey Allah'ım, Rasulullah'ı bana şefaatçi eyle? diyerek Allah'a dua
edilir. Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadiste peygamberimiz bir sahabeye
şefaatini istemesini şöyle öğretmiştir: ?Allah'ım O'nu (Rasulullah'ı)
hakkımda şefaatçi kıl.? Bu yüzden, ?şefaat ya Rasulallah? demek yanlıştır.
Dirilerden âhiret için şefaat istemek de yanlıştır; sadece dünya işleri
konusunda şefaat (aracılık) istenebilir.
?İleride gelecek bir günden
korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç
kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım
yapılmaz.? (Bakara: 2/48).
Bu âyetin tefsirinde Min
Vahyi'l-Kur'an adlı tefsirde şu açıklama yapılmaktadır:
Bu âyette şefaat, dünyadaki
beşerî zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve
yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve
kişisel umutlarla âhiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır.
Âhiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi
olduğunda bir başkası onu halledebilmekte, veya araya vasıta/aracı koymakta. Ya
da malî veya başka bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar
genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen
çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden
olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi
kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte âyet, âhirette böyle bir şefaat
anlayışını reddetmektedir.
İlke olarak şefaat meselesine
gelince; pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele bireysel sevgiden
kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle cahil
insanlar, bu yanlış anlayışlarından dolayı peygamberlere ve velî zannettiklerine
kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle
onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere, şöhret ve makam
sahibi kimselere hediyelerle yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde
etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velî zannettiklerine yakınlaşma ile
liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velîlere ve
peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır.[15]

Şefaat konusunda bazı
insanların aklına şöyle bir soru gelebilir: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde
bulunması ve peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah işlemeye
devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri yönünde teşvik
edilmeleri sonucunu doğurmaz mı? Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak yer
alan nasları, dinin temel esası olan ortak koşmaksızın Allah'a kulluk sunmaya ve
O'na itaat etmeye yöneltmeyle nasıl bağdaşır?
Öncelikle, sorudaki bu
yaklaşım, bağışlamanın kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren âyetlerle
çelişmektedir:
"Allah kendisine şirk/ortak
koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." (Nisâ: 4/48).

Bu âyet, tevbe olayının söz
konusu olmadığı durumlara işaret ediyor. Bunun kanıtı da tevbe edilmiş olması
durumunda bağışlanan günahlar kapsamına giren "şirk"in bu âyette istisnâ edilmiş
olmasıdır.
İkincisi; Yüce Allah tarafından
dile getirilen şefaat vaadinin insanlara duyurulmasının insanları günaha
sürüklemesi, dikbaşlılık ve isyankârlık yapmaya teşvik etmesi iki şarta
bağlıdır:
1- Suçlunun şahsı ve
nitelikleriyle birlenmesi. Ya da hakkında şefaat edilen günahın hiç bir şüpheye
yer bırakılmayacak şekilde belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah
hakkında kesin olarak şefaat sözü verilmesi.
2- Şefaatin her türlü
cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten kaldıracak şekilde etkin bir rol
oynaması.
Eğer, "falanca gruptan olan
insanlar veya bütün halk, işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmazlar,
günahlarından dolayı kesinlikle sorgulanmazlar" veya, "falanca günahtan dolayı
hiç bir zaman azab görülmez" şeklinde iddialar ortaya atılacak olursa, bu
kesinlikle bâtıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve sorumluluklarla
alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından konu müphem bırakılırsa;
şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkârlar hakkında geçerli olacağı
belirtilmezse; ya da yürürlükten kaldırılacak cezaların, tüm zaman ve
durumlardaki cezalar olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaad
edilen şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla Yüce Allah'ın
koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine, bu durum, kişide ilâhî
rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir. İşlediği günahlardan ve
kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve Yüce Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlığa
kapılmaz.
Ayrıca Yüce Allah şöyle
buyurmuyor mu?
"Eğer size yasaklanan büyük
günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisâ: 4/31).

Âyet-i kerime, büyük
günahlardan kaçınma şartına bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen
cezaların kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer, "büyük günahlardan
sakınırsanız, küçük günahlarınızı affederiz" demek doğru ise, bu durumda, "eğer
imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir imanla bana gelirseniz,
şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul ederim" demek de doğru ve
yerinde olur. Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir.
Çünkü günahlar imanı
zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet şirke götürür. Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Hüsrana uğrayan topluluktan
başkası, Allah'ın tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın
yakalanmasından) emin olmaz." (A'râf: 7/99)
"Hayır, onların işleyip
kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur." (Mutaffifîn: 83/14)

"Sonra kötülük edenlerin
sonu, Allah'ın âyetlerini yalanlamak oldu." (Rûm: 30/10).
Bu uyarılar günahkârı
günahlardan uzaklaştırmaya, takvâ yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını
sağlamaya yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. Bundan
daha büyük yarar, en güzel sonuç budur. Aynı şekilde hakkında şefaat edilen
suçlu veya şefaate konu olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya
bazı zamanlarını kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların
cesaretlenmesine, suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz. Kur'ân-ı Kerim,
şefaate konu olacak suçluları da günahları da belirginleştirmez. Cezanın
kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için söz konusu eder.[16]




[1]
Yûnus: 10/18.


[2]
Rum: 30/13; En'am: 6/94.


[3]
En'am: 6/51, 70; Secde:
32/4.


[4]
Şuarâ: 26/100.


[5]
A'râf: 7/53.


[6]
Mâide: 5/72, 94; A'râf: 7/53; Yûnus: 10/18.


[7] Tâhâ:
20/109; Necm: 53/26.


[8]
Bakara: 2/48, 123, 254.


[9] En'am:
6/94; A'râf: 7/53; Şuarâ: 26/100; Rûm: 30/13; Müddessir: 74/48.


[10]
Bakara: 2/254, 255; Yûnus: 10/3; Tâhâ: 20/109; Sebe': 34/23.


[11] Necm:
53/26.


[12] Duhân:
44/41; Müddessir: 74/48.


[13]
En'am: 6/51; Secde: 32/4.


[14]
Fâtiha: 1/5.


[15]
Muhammed H. Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, II/38-39.


[16]
Tabatabaî, El-Mîzân Fî Tefsiri'l-Kur'an, I/234-235.
Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.