Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme.

Sevilenlerin Putlaştırılması

Sevilenlerin
Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme


Allah'ın rab oluşu konusunda insanoğlunun
düştüğü tek şirk, rubûbiyeti inkâr şirki değildir. Bu konuda düşülen bir başka
şirk türü de, Allah'ın bu sıfatını Allah'tan başkasına vermek, O'ndan başkasını
rablar edinmek biçiminde ortaya çıkmaktadır.

"Hahamlarını ve râhiplerini Allah dışında rablar
edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah'a ibâdet
etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk koştukları
şeyden uzaktır." (Tevbe: 9/31)

Burada sorun "rab" edinilenin kimliği değildir.
Bu, İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid velîler ve hatta
Hz. İsa gibi bir peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve o da
Allah'tan başkasını rab edinmektir. İşte bunu Kur'an Allah'tan başkasına kulluk
yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan şirk diyor. Yahudileşme
temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin bu şirk türü aynen Hz.
Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de ulularını, din büyüklerini, velîlerini
Allah'tan başka rablar edinme sevdasına düşmüşlerdir.

Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde
etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet
nâzil olduğunda eski bir Hıristiyan din adamı olan Adiy b. Hâtem'i boynunda
altın bir haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş ve atmasını
öğütlemiş, ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir
etmişti:

"Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına
tapmıyorlardı. Lâkin onlar, şu sınıfların helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar,
yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı."[1]

Başka bir âyet-i kerimede de Allah'tan
başkalarını rab edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun,
müslüman olduktan sonra küfre dönmek olarak adlandırılır:

"Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona Kitap,
hüküm ve peygamberlik versin de ardından insanlara dönüp 'Allah'ı bırakıp bana
kullar olun' desin. Fakat 'öğrendiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabb'a
hâlis kullar olun' der. Ve size 'melekleri ve peygamberleri rablar edinin'
diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?"
(Âl-i İmrân: 3/79-80).

Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş
insanoğlu?! Kendine bile faydası olmayan bir ölüyü, bir yatırı nasıl
rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara kurban kesmek, onlara karşı duâ etmek,
ölülerden çocuk, nasip veya yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı
yazar gibi, dilekçe sunar gibi bez bağlamak, mum yakmak, Fir'avun'lar için
yapılan piramitlere özenerek anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf
eder gibi kabrin etrafında dönmek, kabre karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun
yüzüsuyu hürmetine deyip Allah'la arasına aracı koymak, putperestlerin putlarını
şefaatçi kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına sahip olmak ve buna
benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı insanlara
kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah'a ait bazı vasıflar vermek de
rableştirmeye ayrı örneklerdir.

İnsanların önderlerini, din ulularını,
büyüklerini, hatta peygamberlerini rablar edinmeleri sevginin ve bağlılığın
cinayet derecesine vardığı bir aşırılık örneği. Allah bundan müslümanları
şiddetle nehyediyor. Bir yahudileşme temâyülü olan üstadını, ustasını,
efendisini, şeyhini, hocasını Allah dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat
halkasını boynundan atıp hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her
ikisi de aşırılıktır. Bu ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab
edinmeyi nehyeden hemen tüm âyetlerde gelen "min dûnillâh" (Allah'ın dışında)
lafzını iyi anlamak gerek.[2]
Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ ve hevesi rab edinmek[3]
demek olan mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük ve kılavuzsuzluğa delil
olamaz.

Kur'an'da nehyedilen rablık, Allah'a mahsus olan
bir sıfatı O'nun dışında başkalarına vermek demeye gelen rablıktır. Terbiyesinde
Allah'ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir
rabbı kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah'ın ilkeleriyle
terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten
ibaret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah'la iddialaşmak
yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz.[4]

Allah'tan başkasını rablar edinme ifrâdının
tefrîdi olan terbiyesizlik ve terbiyecisizlik, seviyesizlik ve hercailik de bir
akîde sorunu olarak çıkıyor önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir belki, ama
zannettiği gibi hür değildir. Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı
gösterilen tepki, bu ikinci tür hastalığı doğurmaktadır.[5]

Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla
giren misyonerlik, mitoloji ve süpermenliği, he-man (hîmen)liği de sorgulamak
gerekiyor. Filmleri, dizileri, çocuk filmlerini, çizgi filmleri
değerlendirdiğimizde çoğunda "gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân
tanrısı-tanrıçası..." gibi rab vasıflarının bir insana ünvan olarak verildiğini
ve uydurma tanrılıkları, rablıkları; tepkisiz, benimseyerek seyretmenin
inançlardaki tahrib ve tahrifini düşünüverin.

Kur'an, Allah'ın rab oluşundan sözederken, O'nun
göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, doğunun batının, doğuların ve
batıların; en fazla olarak da âlemlerin rabbı olduğunu ısrarla vurgular. Allah,
evreni yaratmakla kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü icrâ
etmiştir. Bazı filozoflar, ?Allah, evreni yarattı ve bıraktı? gibi yanlış,
yanlış olduğu kadar gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu
yanlış anlayış, sonunda, filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî
ve ideal bir devlet ve hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Laikliğin
temeli de bu sakat anlayıştır. Kur'an "Allah, âlemlerin rabbıdır", "Sizi ve
yaptıklarınızı yaratan Allah'tır." âyetleriyle Allah'ın evreni kendi haline
bırakmadığını açıklıyor.

Allah, âlemlerin rabbıdır. Makro anlamda,
şehâdet âlemi, gayb âleminin, yerlerin, göklerin, galaksilerin, güneşlerin,
sular, okyanuslar âleminin, gezegenler ve yıldızlar âleminin... rabbı
Allah'tır. Mikro anlamda, bitkiler âleminin, insanlar, melekler, cinler
âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin, milyonlarca tür ve cinsdeki
hayvanlar âleminin, mikroplar âleminin, görülen ve görülmeyen âlemlerin... rabbı
Allah'tır. Rivâyete göre, toplam sayısı on sekiz bin, ya da sayısını
bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri yarattığı gibi; yetiştiren, hükmünü
geçiren, tümünü yöneten Allah'tır. Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a
aittir.

Her varlığın varlığı O'ndandır. Varlıklar,
cisimleriyle değil; kendilerini cisim şeklinde gösteren içlerindeki varlık
özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır. Yani, hiçbir varlık, kendi
halinde bir hareket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle
donatılmış da değildir. Mutlak güç ve kuvvet kaynağı sadece Allah'tır. İzafî
olarak varlıkların fıtratlarında varmış gibi görünen ve adına bugün "tabiat
kanunları" veya "içgüdü" denilen birtakım sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli
olarak evreni yeniden yaratması ve yenilemesinden başka bir şey değildir. Allah
açısından sebep-müsebbip şeklinde bir ikilem asla söz konusu olamaz. Sebep de
müsebbip de Allah'tır. Soruna izafi olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında
karşımıza bir sebep-sonuç ilişkisi çıkmaktadır. Ne var ki, bu ilişki, bazıları
tarafından mutlaklaştırılıp âdeta Allah'ın ilâh ve rab olarak yerini almaktadır
ki, bugün batının ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları büyük yanılgı
burasıdır; yani sebepleri putlaştırmak. Sözgelimi deprem olayında, sarsıntının
maddî sebeplerini putlaştırarak depremin oluşumunu Allah adını hiç anmadan
yorumlamak, sebepler ve tabiat kanunlarını rab kabul etmektir.

Allah'ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket
ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak, sonuçta O'nun rablığını
inkâr etmek demektir. Oysa Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah, evreni ve
içindeki bütün varlıkları "kudret elinde" tutmakta olup, dilediği biçimde
yönetmektedir. Doğuda da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah'a
aitttir. Her şey O'nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık,
kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen,
büyüten, yediren, rızıklandıran, üreten, öldüren, dirilten hep O'dur. O
âlemlerin rabbıdır.

İnsana, yeryüzünde hiçbir varlığa verilmeyen üç
önemli özellik verilmiştir: İrâde, konuşma ve bilgi. Allah'ın ilmi, irâdesi ve
kelâmı mutlakken ve insan dahil her şeyi kuşatmışken; insanın ilim, irâde ve
kelâmı izafîdir, Allah'ınkilere tabi olmak zorundadır. Çünkü o yeryüzünde halife
olarak vardır. Allah'ın irâdesi çerçevesinde dileyecek, O'nun ilminden bilgisini
alacak ve O'nun kelâmı çerçevesinde davranacaktır. Ama, eğer insan Allah'ın ilâh
olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve
sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur. Yeryüzünde dilediği biçimde tasarruf
etmeye kalkar, iradesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır. İşte bu da,
Allah'ın rablığını kabul etmemek, O'na bu noktada ortak koşmak demek olur.

Demek ki, rabb olarak Allah evrende mutlak
tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrîî alanda bu rablığa
karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın değil; kendi irâdesi
doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Dünyadaki hayatı, istediği biçimde
yönlendirmeye kalkar. Bunun için, Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar
koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının
doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur.
Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu
insanları rab kabul etmiş olurlar.

Kur'an, Allah'ın mutlak rab olduğunu
belirtirken, bazı insanların bilginlerini, râhiplerini, hahamlarını, büyük kabul
ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların
kendi hevâlarından uydurdukları ve hayatı düzenleyici kurallara bağlı
kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah'ın mutlak anlamda rab
olduğunu ilân ederken, Fir'avn, kavmine karşı, "en büyük rabbınız benim"
(Nâziât: 79/24) diye seslenir. Yine Kur'an, insanları, birbirlerini rablar
edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah'ı rab edinmeğe çağırır.[6]

Kur'an'da rab ve melik sıfatları, insanla ilgili
kullanıldığında ilâh kavramından önce gelmektedir.

"De ki, sığınırım insanların Rabbına, insanların
melikine, insanların ilâhına" (Nâs:
114/1-3)

Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların
birinci derecede Allah'ın yolundan ayrılmalarının nedeni rablık ve melikliği
kendilerine özgü kılma, yani Allah'ı yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır. Eğer,
Allah rab ve melik olarak insanların hayatına müdâhale etmeyecek olursa, bu
durumda rablık ve meliklik; güçlü, kurnaz ve zengin insanların eline geçecek,
bunlar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rab ve melik olabileceklerdir.
İnsan, arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını dilediği gibi tatmin
etmek ve dolayısıyla yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği
ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden daha başka insanlar üzerinde
tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte rablık iddia eden egemen güçlerin
zorbalık ve zulümleri, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. İnsanlar, Allah'tan
başka kimseyi rab kabul etmezlerse, zulüm en büyük desteğini de yitirmiş
olacaktır.[7]

Rab kelimesi, kapsamının geniş olması ve
insanlık hayatındaki fonksiyonu yönünden çok önem ifade eden Kur'ânî bir
kavramdır. Özellikle, insanların çeşitli rablere kul olduğu günümüzde; İslam'ın
pratiği açısından taşıdığı önem daha da büyüktür.

Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların
inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Gerek
inanç ve gerekse düşünce yönünden, Allah'a tek rab olarak inanılmadıkça, amelî
hayatta, yani pratikte O'nun dinine uymak da mümkün olamaz. Dinin ilk şartı,
Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan
başkalarının koyduğu gayr-ı meşrû hükümlerine seve seve uyanların, "Allah'ın
rablığına ve ilâhlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm;
rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecîbelerini yerine
getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara uyulmasını da ister. Bunun
için insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp, ilâhî
emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu ilke ve hükümlere isteyerek
uymaları halinde, her ne kadar iddiaları Allah'a iman olsa da, bu imanları
geçerli olamaz.

[8]




[1]
Tirmizî'den Câmiu'l-Usûl, II/161.

[2]
Âl-i İmrân: 3/64; Tevbe: 9/31.

[3]
Câsiye: 45/23.

[4]
Yûsuf: 12/23.

[5]
M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 176 vd.

[6]
Tevbe: 9/31; Âl-i İmrân: 3/64.

[7]
Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 148 vd.

[8]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.