Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Ruhun Mahiyeti Hakkında Alimlerin Görüşleri

Ruhun Mahiyeti Hakkında Alimlerin Görüşleri


Ruhun Mahiyeti Hakkında
Alimlerin Görüşleri:



Her ne kadar ruhun mahiyeti,
niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu,
bu âyete (el-İsra: 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh
hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye
çalışmışlardır.

Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve
hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet
itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir
anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı
kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir.
İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

Kur'ân-ı Kerim'de; "Rabbın,
Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit
tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen
bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, 'Bizim bundan
haberimiz yoktu" dememeniz içindir." (el-A'raf: 7/172) meâlindeki ayetin
tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki
farklılıklar, Allah Teâlâ'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın
yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular
çerçevesinde ortaya çıkmıştır.

Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste
Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Allah Teâlâ, Adem'i yarattığında
onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ'nın onun
zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür...?[1]


Başka bir hadiste de şöyle
denilmektedir:

"Allah Teâlâ Adem'in sülbünden
Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti
çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
demişti. Onlar şöyle demişlerdi:

"Evet, biz buna şahidiz."[2]


Müfessirler bu konuda deliller
çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)'ın
yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da
çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka'b'dan gelen bir rivâyette o;

"Rabbin Ademoğullarının sülblerinden
zürriyetlerini çıkarmış."
âyeti hakkında şöyle demiştir:

"Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar
ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline
getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine
şahit tutarak

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
sormuştu...[3]


Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi,
ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik
kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu
konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve
Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir"[4]


Rasûlüllah (s.a.s)'den nakledilen
"Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır,
tanışmayanlar da ayrılırlar"[5]
hadis-i şerifi de ruhların
bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir.[6]


Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi
şerhederken şöyle demektedir:

"Bu delil, ruhların (cesed için) araz
olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok
olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır."[7]


Ruhların toplu olarak yaratıldıkları
ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir.[8]
Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde
ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah
Teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra
da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna
varmaktadırlar.

Ruhun anne karnındaki cenine
nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte
şu şekilde ifade edilmiştir:

"Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı
annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir
pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah
ona bir melek gönderir.
Meleğe; "Amelini, ecelini, rızkını, şakî ve sa'id olacağını yazması şeklinde
dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..."[9]


Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan rivayet
edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce
zikredilerek rivayet edilmektedir.[10]


Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü
üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her
insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir
eksilmeye tabi tutulmaz. Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir
sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail)
tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. ölümden sonra ruhun kıyamet
gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah âlemi,
dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup,
mahiyetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve
mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabir ya Cennet bahçelerinden
bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur."[11]
hadisi bildirmektedir.

Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru
olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli
değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden
ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın
nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

Şehidlerle alakalı âyet[12]
buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır"
(Alû İmran: 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında
ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve
duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden
ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

Bazı alimler; "Sûr'a üflendi,
göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği
müstesna" (ez-Zümer: 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde
Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin
öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm
olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah
Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar." (ed-Duhan,
44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha
ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira,
Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı
ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir.

Kurtubî'nin hocası olan Ahmed b. Amr
şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale
geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları,
kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri
olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s),
Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla
karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine
selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle,
ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını
bildirmektedir.

Sûr'a üflendiği zaman, henüz dünyada
bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve
bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr'un dehşetinden düşüp bayılırlar.
Ruhların içinde Hz. Musa'dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır.[13]


Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden
ayrı olup; ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve
kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak
beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen
yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde
olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybî meselelerle alakalı sağlıklı
bilgiler, ayet ve hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.

Ayet ve hadislerde öldükten sonra ruh;
çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle
nitelendirilmektedir:

"Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan
zalimler melekler, ellerini uzatmış ; "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken)
onların halini görsen?
(el-En'am, 6/93);

"Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve
olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir"
(el-Fecr: 89/27-30)

Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip
olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir âyeti kerimede "Nefse ve onu
şekillendirene and olsun? (eş-Şems: 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek
bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.

Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh,
bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında
insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine
üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir,
olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın
yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir,
kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir.


İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle
demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun
kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun
taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden,
ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine
sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan
dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!"
diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce
Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de
uykularından (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini
yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..."
(ez-Zümer: 39/42) âyetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının
bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz.
Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır"
demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri
görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan
ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de
tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini
koruduğunu gösterir."[14]


Hadislere göre kabzolunan ruhlar
göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin
huzuruna sokulmaktadırlar:

"Mü'minin ruhu çıktığı vakit, onu iki
melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından
geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin " derler. Peşinden onu
Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur.
Kâfirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler
ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir"[15]
İyi amelle beslenmiş ruh,
dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti
vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline
benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.

Yine hadislerden öğrendiğimize göre
iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu,
ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar,
birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.

İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların
bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir.
Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun,
kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin
ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü'min ve kâfirin bedenleri
birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine
benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır.
Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya
çıkar.

Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir
beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden
farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette
birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar.[16]


Akaid kitapları genellikle ruhun,
kabirde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine
konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının
seslerini pekala işitir"[17]
şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslâm âlimlerinin
görüşleri şu şekildedir:

a)
Ruh, kabirde cesede girecektir.

b)
Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.

c)
Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların
kabirlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten
sonra ruhun, kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat
vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü
irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle
irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark
edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene
döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır.[18]


Ruh hakkında âyet ve hadisler dışında
ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi
anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

"Sana ruh'tan sorarlar. De ki; Ruh,
Rabbimin emrindendir. Size
ancak az bir bilgi verilmiştir."
(el-İsra: 17/85) âyetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve
dolayısıyla, insanın ruhu hakkında âlimlerin konuşmalarının câiz olduğunu ileri
sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun
mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve
hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla
gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah'tan başka kimsenin
bilmesi söz konusu değildir.

[19]










[1]
İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin
Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135.





[2]
İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133.





[3]
İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147.






[4]
İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145.





[5]
Buharî, Enbiya: 1; Müslim, Birr: 159.





[6] İbn
Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180.





[7]
Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371.






[8]
Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371.





[9]
Buhârî, Enbiya: I.





[10]
Müslim, Kader: I.





[11]
Tirmizi, Kıyâmet: 26.





[12]
el-Bakara: 2/184.





[13]
Buhârî, Tefsir: 9; Müslim, Fedail: 10,
161, 162.





[14] İbn
Kayyim, Kitabu'r-Ruh: 46-47.





[15]
Müslim, Cenne: 17.





[16] bk.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu'r-Ruh.





[17]
Müslim, Cenne: 17.





[18] bk.
el-Cevâhir fi Tefsiril-Kur'ân, IX, 117.





[19] Ömer
Tellioğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/273-276.