Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları

Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları

Ruhun
Mâhiyet ve Sıfatları:

Madde, ilk şekli bozulmadan başka
şekle giremez. Misal olarak, biz metal 25 bin liralık paranın şeklini bozmadan,
elli bin liralık para haline getiremeyiz. Ancak, ruh, aynı anda sayısız eşyanın
plan, şekil, program, desen ve nakışlarının en küçük ayrıntılarını kendi
hüviyetinde yerleştirebilir. Onun mâhiyetinde herhangi bir sıkışma ve yer
darlığı yoktur. İnsan, hiç görmediği ve bilmediği şeyler hakkında fikir
yürütebilir. İnsan beyni aynı anda birçok şeyin görüntü ve planınna kaynaklık
etmiş gibi görülebilir. Hatta bazen olur ki, aynı anda hem ağlar, hem güler.
Biz, bir şeyi yaparken hiçbir zaman sadece tek bir şey yapmaz; aynı anda birçok
şey yaparız. Esasen insanoğlu her an birbirine zıt ve benzer birçok eğilimi
içinde taşır. Beyinle olabildiğini sandığımız bu işlem, esasen ruh sayesinde
mümkün olabilmektedir.

Maddede ve maddî şeylerde, maddesel
nitelikler arttıkça yer darlığı ve sıkışma artmakta; ancak, antimadde/mânevî
varlıklara geçtikçe yer darlığı ve sıkışmadan uzaklaşılmaktadır. Aynanın
karşısındaki görüntüleri almada, ayna için bir darlık ve sıkışma sözkonusu
değildir. Hatta ayna içindeki görüntüler, şuurlu, nuranî olup ve kendilerine
kaynaklık eden cisimlerden ayrılabilseler, her biri müstakilen, esas cismin
özelliklerini taşıyabilir. Bunun en iyi örneği; görüntüdeki lambanın
aydınlatmasıdır. İşte beyin de ruhun bir aynası gibidir. Ruhun binlerce
birbirine zıt fiiline kaynaklık eder, darlık ve sıkışma olmaz.

İşte insan denen, tüm ilimlerden
süzülmüş bir ilim ve kudretin sonucu olan organizmada, bir diğerine engel
olmadan, meselâ yazı yazarken, beyni düşünürken, mide bağırsak sisteminde
çalışan yüz binlerce enzim ve bunun gibi nice fonksiyon aynı anda çalışıyor.
Bunlardan kişinin haberi bile olmayabiliyor. Bu da gösteriyor ki, madde dışı bir
varlık, bu işlere aracılık ediyor. Onda ne sıkışma ve ne de yer darlığı vardır.
Bir fiil diğer bir eyleme veya duygulara engel olmaz.

Maddî varlıklarda ilim elde etme,
tabiatı anlama ve hatta kendini anlama hırsı hiç görülmez. Yine insanoğlunun bir
eseri olan bilgisayarlar maddenin en gelişmiş şekilleri olarak kabul edilebilir.
Ancak en gelişmiş bir bilgisayar, bir insan hücresi kadar mârifetli değildir. Ne
anlama kabiliyeti, ne de anlatma özelliği vardır. İnsan, gerektiği zaman
düğmesine basar ve onu kullanır. Bu ilim yapma gayreti ve hırsı madde
sıfatlarını taşıyan bedenin bir sıfatı değil; farklı mâhiyetteki bir varlığa ait
bir özelliktir. İşte bu varlığa biz ruh diyoruz.

İnsan beyni, onun icat ettiği
beyinlerden (bilgisayar) farklı olarak, ne kadar çok mâlûmat edinirse, mâlûmat
edinmeye karşı o kadar çok arzu ve yetenek artışı olur. Beyin ne kadar bilgi ve
veri elde etmişse o nisbette bilgiye ihtiyacı ve yeteneği artar. Bir bilgisayar
ise, hard diskindeki bilgi arttıkça yavaşlar ve daha çabuk yorulur. Yani bilgi
muhâfaza etme kapasitesi gittikçe azalır. Ancak, insan beynindeki durum, bu
durumun tam tersinedir. İşte bu farkın nedeni, beynin maddî yapısıyla ilgisi
olmayan bir mâhiyettir. Çünkü beynin yapısı ve bilgisayarın yapısı maddîdir.
Maddede yer darlığı ve daralması vardır. Bu daralmanın sebebi ise, maddedeki
hacim sıfatının varlığıdır. Ancak, beyne bu özelliği veren, madde dışı mâhiyeti
olan ruhtur. Ruh, mânevî varlık olduğundan, onda, maddenin özelliği olan hacim
sıfatı yoktur.

Beynin ilgili bölgeleri uyarılarak
vücutta bazı davranış ve hareketlere sebep olunabilir. Meselâ, frontal bölgedeki
el bölgesiyle ilgili merkez uyarılırsa el hareket eder. Bu deney, açıkça şunu
gösterir: Beyin kendi dışında bir etkenle harekete geçirilir. Buna biz ruh
diyoruz. Otomobilin hareketi nasıl direksiyona, değişik çarklara ve tekerlere
verilemezse, aynen insanın davranış ve hareketleri beyne verilemez. Zira, bunlar
harekete aracılık eden, kuvveti aktaran düzeneklerdir. Otomobile hareket veren
gerçek şey olan kuvvet, benzinin yanması sonucu açığa çıkan enerjidir. Enerji
ise ruh gibi maddesel sıfatları barındırmayan bir varlıktır.

İnsan, kendinden bahsederken, ?ben iki
gözü, iki kulağı olan hârika bir varlığım.? ?Benim şöyle bir beynim, aklım var;
ben böyleyim? gibi daima gizli bir ?ben?den bahseder. Bu ?ben?, ne gözdür, ne
kulak, ne ayaktır. Hepsinin dışında bir şeydir. Yani, insan kendinden
bahsederken, daima ne etten, ne kemikten bahseder. Burada bahsi geçen ve daima
altı çizilen, ruha bağlı bir duygu olan benliktir. Beden ise, ruhun konakladığı
yerdir. Sultansız saray düşünülemediği gibi, ruhsuz insan vücudu da düşünülemez.
Şâir, ?Bir ben vardır, bende; benden içeru? derken bu gerçeği anlatmaktadır.

İnsan, hayal âleminde, düşünce ufkunda
kendine tepeden bir baksın, bakan ruhtur. Acı ve lezzet alan ruhtur. Namus,
hayâ, iffet, iman, sevgi, nefret... hep rûha ait özelliklerdir. Birini
sevdiğimizden bahsederken, seven aslında ruhtur. Sadece et kemik yığınından,
maddî elementlerden ibaret olan ceset, ruh kendinden ayrıldığında; düşünen,
hareket eden bir canlı olmadığı gibi; sevilecek, hatta tahammül edilecek biri de
değildir.

Ruh, müşâhede âleminde varlıkları
algılamak için, her zaman vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir.
Meselâ; insan rüyada, göz olmadan görür, kulak olmadan işitir, el olmadan tutar,
ayaksız yürür, hatta kanatları olmadan uçar, hiç görmediği insanlarla konuşur.
Maddeyi ve maddenin özelliklerini algılayan beyinde ise, aracısız algılama
yoktur. Hatta beynin kendisi bir aracıdır; ancak ruh her zaman bu aracıyı
kullanmamaktadır. Ruh, her zaman beyinde depo halindeki verileri kullanmaz.
Şöyle ki; hayal atına binen ruh, hiç görmediği bir ülkeyi gezer, oralarda güzel
ve çirkin anılar yaşar.

Bir saray, onu meydana getiren taş,
tuğla, demir, boya, şekil, tezyinat vb. için yapılmaz. İçinde ikamet edecek bir
konuk ya da sultan için yapılır. İnsan da, bedenindeki hücreler ve organlar için
yaratılmamıştır. Ancak, beden içindeki ruh dediğimiz bir varlığa konut olsun,
çevreyi değerlendirmek için alıcı ve verici fonksiyonu görsün diye göz, kulak
vb. yaratılmıştır. Düşünen her insan, vücut organlarının bizzat kendileri için,
yani gözün göz için yaratılmadığını; aksine bunların başka bir varlığa hizmet
etmek maksadıyla yaratıldıklarını kolayca anlayabilir.

Ruh, maddî ölçülere girmeyen ve daha
çok, kanunların, ilmî kuralların hâkim olduğu âlemin ve sistemin bir ferdidir.
Kanunlardan farkı şuurlu, yani kendi varlığının farkında olmasıdır. Kanunlar
âleminde olduğunu, insan vücudunda değişik fizyolojik ve biyokimyasal kuralları
hiç aksatmadan, intizamı bozmadan işletmesi gösterilebilir. Ancak bu işleyiş
maddesel işleyişlere benzemeyip orduda emir-komuta zincirindeki bir emirle tüm
ordunun yatıp kalkması örneğine benzer. Ve emir, bir kanun olduğundan, bir kanun
koyucuyu gösterir.

Ruhun canlılardaki tesirine hayat
diyoruz. Madde, maddî özelliklerinden soyutlandığı zaman etkilerinin çeşitliliği
artar. Meselâ, elektriğin birçok etkisi vardır. Isı, ışık, hareket gibi, tesirli
olduğu yere göre fonksiyonları değişir. Ruhun etkisi de zekâ olur, hareket olur,
hayat olur, görmek ve işitmek... olur. Hayat, ruhun en önemli bir davranış
biçimidir. Bu davranış biçimi ile ruhun etkileri çeşitlenir.

İnsanın ihtiyacı olan protein,
karbonhidrat ve yağ, maddî yapısının ihtiyaçları değildir. Çünkü maddenin bir
şeye ihtiyacı olduğunu hiç müşâhede etmiyoruz. İnsanın sınırsız ihtiyaçları,
bütünüyle ruhun ihtiyaçlarıdır. Elem, yani acı duyma da maddenin elemi değildir.
Hiç ağlayan tepe, deniz görülmüş müdür? Oysa ki insanda olan tüm maddeler dağda,
tepede vardır. Hiç maddenin lezzet aldığı söz konusu olabilir mi? Bir madde ile
üzülme, zevk alma gibi duygusal durumların ilişkili olduğu şeklinde
algılanmasına rağmen işin aslı şudur: Beden, ruhun konuk olduğu yerdir. Veya
beden bir bilgisayar, ruh onun tuşlarına basan varlıktır. Evi tahrip olan bir
insanın rahatsızlandığı gibi, klavyesi, faresi, ekranı ve özellikle de hard
diski bozulan bir bilgisayar, kullanıcısının işini bozmaz ve bu bilgisayarı
kullanan üzülmez mi?

Her sanatkârın sadece bazı büyük ve
meşhur eserleri tam olarak, onun sanat sıfatını yansıttığı gibi, ruh da,
Yaratıcının sıfat ve isimlerine tam ayna olabilen hârika ve ilginç bir
varlıktır. Öyle sanıyoruz ki; Allah'ın yarattıkları sadece maddeden ibaret olup
ruhu yaratmamış olsaydı, o durumda sanatını tam olarak icrâ etmiş olmayacak ve
biz O'nun sıfat ve isimlerini anlamaya yol bulamayacaktık. İşte ruhun bu
mâhiyette bir varlığı vardır.

Bir şeyi görmek için göze ihtiyacımız
vardır. Ancak, sadece maddesiyle gözün varlığı, görmemiz için yeterli değildir.
Görmek için aynı zamanda beyin fonksiyonları aralıksız devam etmelidir. Zaten
görme, sadece göze has olan bir özellik de değildir. İnsan rüyada gözsüz görür.
Göz âdeta bir pencere, görme de beyne ait bir fonksiyondur. Beyin için de durum
bundan farklı değildir. O da kendisinde bulunan merkezleri çalıştırmak için,
merkezî bir idare kuvvetine ve devamlı surette kumandayı elinde tutan bir
kumandana muhtaçtır. Bu kumandan ise ruhtur.

Ruh vücuttan ayrılıp seyahat edebilir
ve aynı anda birkaç değişik yerde belirip görülebilir. Mekanizması tam olarak
açıklanmamış olsa da bir kanaat olarak, ifade edebiliriz ki; hipnozda ve uykuda
ruh bedenden uzaklaşabilmektedir. Hipnozla hipnozitörün telkini altında ruh
gezintiye çıkmaktadır. Hipnoz, insanda bedenden ayrı bir hakikati, bedene bağlı
olmayan bir varlığı, yani ruhu açıkça göstermekle birlikte; ruhun vücuttan
ayrılıp gezebildiğini de gösteriyor.

Ruhun diğer bir özelliği de, bede
sürekli değiştiği halde (altı ay, bir yıl içinde), ruhun değişmemesidir. Bu
nedenle bedeni değişmeden önce suç işleyen bir katil, ?Bu adamı bir yıl önceki
bedenimle işledim, şu andaki bedenim mâsumdur? diyemez. Ancak maddeyi esas alıp
mânâyı ve ruhu kabul etmeseydik, durum çok karışacaktı. Ne bir yaşındaki çocuk
bizim şu andaki bedenimizin çocukluğu, ne de meselâ bir yıl önceki
nikâhlandığımız eşimiz, o eşimiz olurdu. Sosyal hayat, hukuk ve ahlâk diye
hiçbir mefhum kalmazdı. Demek ki; ruhu kabul etmeyenler, esasen maddeye de hiç
önem vermiyorlar demektir. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür:
Yapısal materyalizme inanan bir insan, bu inancıyla hiçbir sorunu çözemez.
Esasen bu inancında ciddi de olamaz.

Ayrıca vücuttaki bütün fizyolojik ve
biyokimyasal faâliyetler benzer olmasına rağmen, insanlar arasında akıl, irâde,
şuur, düşünce ve fikir farklılıkları olmaktadır. Eğer bu fizyolojik ve
biyokimyasal mekanizmaların bir idarecisi ruh kabul edilmezse; bu mekanizmalar
sonucu benzer fabrikasyon usulü akıl, irâde, şuur, düşünce ve fikirler çıkması
gerekirdi; aynen bilgisayarda olduğu gibi. Aynı şartlarda çalışan ve aynı
hammeddeyi dokuyan tezgâhlardan aynı mallar çıkar. Kumaş fabrikasından çimento
elde edilmez. Kimya laboratuarında ekmek pişirilemez. İnsan vücudundaki bu garip
çelişki; insanın akıl, irâde, şuur gibi yeteneklerin kaynağının beden değil; ruh
olmasıyla ilişkilidir. Beden değiştiğinde, değişmeyen şeyin ruh olduğunu
biliyoruz. Ruh, mürekkep/birleşik olmayıp basit olmasından dolayı, değişmez,
tahrif olmaz ve dağılmaz. Beden ise terkiptir; değişmeye ve dağılmaya
mahkûmdur.

Ruh; hayat sahibi, şuurlu, nuranî,
parlak ve kesif olmayan, fiilî bir varlığı olan ve maddî bir vücut giymiş,
evrende hüküm süren tüm sıfat ve çeşitliliklerle ilişkili ve onların kendinde
örneklerini barındıran tüm bu sıfatlarla vasıfalanma kabiliyeti olan, emir ve
görüntülenmeye benzer şeylerle/yansımayla icraatlarını yapabilen şuurlu bir
kanundur.

Ruhun yapı ve hakikatini, çoğu şeyde
olduğu gibi tam olarak anlayamayız. Biz elle tutulan, gözle görülen ve beş
duyumuza hitap eden maddenin dahi hakikatini bilemediğimize göre, ruhun
yapısının anlaşılması için dünyanın ömrü yetmeyecek ve bu, Yaratanın ilminde
gizli bir hazine olarak kalacaktır. Biz ruhun sadece bazı yapısıyla ilgili sıfat
ve özelliklerini anlayabilmekteyiz.[1]




[1]
Ramazan Özcankaya, Ruh: 17.