Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Vahdet; Şimdi Değilse Ne Zaman?.

Vahdet

Vahdet; Şimdi
Değilse Ne Zaman?


Bir musîbet, bin nasihatten yeğdir, ama bin
musîbetten bir ders bile almayanlar için korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük
cezanın habercisidir. Irak'taki ve yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en
önemli sebeplerinden biri, İslâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı
bohça görüntüsüdür. Dinlerini bölük pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu
filin bir parçasını bütün gibi tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez
aslında. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa
Birliği adı altında tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü
birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet
anlayışı modasının çoktan geçtiğini haykırmaktadır.

Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir
leş olmaktan kurtulmak için bir'leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah'a
inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir
tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah'la
irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek,
fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe
başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî
ideallerimizin başında gelmeli. Bütün bunlar için de Rabbimiz'le irtibatımızı
sağlamlaştırmak gerekiyor.

Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon
yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz'af mü'minlerin yaşadıkları topraklarda
bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah
edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde,
cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin
gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem
mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, ?hemen
şimdi? şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak'ın,
evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek'in ve her gün Filistin'in
insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip dayanışmaya
zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının
işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş,
öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı
olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre
şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü'minlerin gönüllerini ve kafalarını
işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor.
Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrâil'in ve
dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini
farz-ı ayın kılıyor. Mü'minler birleşip birer kova su dökseler, İsrâil'i sel
alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen iç dünyalarını
arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar. İçimizdeki İsrâil
ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle savaşmak mümkün değildir.
Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların Mescid-i Aksâ'yı kurtarmaya
kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.

İslâm'a hâkimiyet hakkı vermeyen bugünün
dünyası, bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern
uygarlık, temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik
çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamış, tam tersine emperyalizmi
globalleştirmeye çanak tutmuştur.

İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir.
İslâm, birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak
ister. Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet
olgusu olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel,
ulusal farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı,
kâmil insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir
toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur.
Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek
bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için
bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında
Allah'a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar.
Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat
bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat
bilinciyle ulaşılabilir.

İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem
cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez
kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan
çıktılar. İslâm'ın ilk dönemlerinde mescidlerin sosyal, toplumsal, kültürel ve
siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline
dönüştürülmüştür. (2)

Ümmet ve cemaat anlayışı, hiç ihtilâf ve
farklılığın olmadığı despotik ve robot üreten bir yaklaşım değildir. İnsanların
olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm'ın aslî
meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan
ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin
müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih
hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve
bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen
Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta,
denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, bu ihtilâfları
birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır.

Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü,
İslâm'ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş
doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir
görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil;
tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri
vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla
gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya
getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü
oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî
bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile,
dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm
adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm'da tefrikaya
sebep olacaktır.

Beşerî kaynaklara İlâhîlik vasfı verildiği ve
İlâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu
kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar
değildir.

Tüm dünya müslümanları için yegâne İlâhî kaynak
Kur'ân-ı Kerim'dir, böyle olmak zorundadır. Mü'minlerin din adına
faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur'ân-ı Kerim'in tasdik ve
teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Bu ikinci kaynaktan istifade ederken
karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların
makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna
getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan
kaynak, sadece Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî
kaynağı İlâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman
eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar,
mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır.
Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun
uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur. Oysa beşerî aklı, İlâhî
vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir.
Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük
akılsızlıktır. Çünkü İlâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın
denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten
bir uşak durumuna düşmüştür. (3)

İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış
emirlik telâkkisi, yanlış bir ?bağlanma? anlayışıdır.
Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı
şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da
ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile baş başa kalır ve din
ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel
seviye meselesidir de. Ancak, İslâm'ı bilen, yaşayan ve mes'ûliyetinin
idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet
gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar
topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı
bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği,
robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî
ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah'ın ipine sımsıkı sarılan ve
kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği,
emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum
ve Allah'a doğru, O'nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine
bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.

İslâm'ın, vahdet, cemaat ve ümmet bilinci
açısından temel hususlardan biri olan lider anlayışı, maalesef günümüzde tam
tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta
tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir yanlışlar
yumağıdır günümüzde. Nice cemaatlerde
görülen odur ki, din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları
birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metotlar Yüceltilmiş, gaye için her
yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile savunulur olmuştu

İhtilâf konusunda en önemli husus; hangi konuda
ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak olanını belirlemek
açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf
ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler
vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın
özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur.
İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına
bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak
açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır.
Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise,
mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın
zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak
üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı
temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te'yid ediliyorsa, aklî ve
ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü
doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki
farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını
geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir
zarûrettir.

Burada, dikkat etmemiz gereken husus; Kur'an'ı
anlamaya çalışmamızdır. Yoksa, kendi zanlarımızı ve kanaatlerimizi te'vil yolu
ile Kur'an'a isbatlatmak değil. Yine kendi kanaatlerimizi
emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız.
Bu gibi konularda gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda
ihtiyatlı hareket etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini
oluşturması ve özgür irâdesi ile Allah'ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle
gerçek bir cemaat yapısı ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf,
cemaatin oluşması açısından zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre
getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar
vahdeti parçalar.