Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

4. Hoşgörü ve Şûrâ İle çözüm

4

4. Hoşgörü ve Şûrâ
İle çözüm:


Şûrâ; meşveret, istişâre ve işâretle aynı kökten
bir kelimedir. Bu kök, arı kovanından bal almak için de kullanılır. Bu anlamları
ile düşünülürse, çağa, çağdaki İslâm cemaatine uymak şeklinde algılanan sevâd-ı
a'zam (İbn Mâce Fiten, Ahmed bin Hanbel, 4/378) fikri, şûrâ yönteminin dışında
kalır. Cemaate uymak da, şûrâya uymakla eşitlenemez. Şûrâda, ilgililer arasında
danışma, bilgilenme (2/Bakara, 233; 42/Şûrâ, 38; 24/Nûr, 62) ve anlaşma vardır
(48/Fetih, 18). Bu anlamda Rıdvan beyatı ile yapılan güven oylaması, ya da
referandum, şûrevî bir neticedir.

Hoşgörü ise, yapılacak diyaloga güzellik (ihsân)
katmaktır. Kurân-ı Kerim, zâlimlerin dışındakilere ihsân ile mücâdeleyi emreder.
Bu tarz, örf olan şeyi görmek için gereklidir. Coğrafyaları, âdetleri ve dilleri
farklı olan toplulukların bu durumları örf olanı bulmayı kolaylaştırmak içindir
(teârüf) (49/Hucurât, 13). "Emruhum şûrâ beynehum (Onlar da bir nevi şûrâ
yaparlar)" (42/Şûrâ, 38) âyetindeki "emr", sanki emr-i bi'l-ma'rûftaki "emr"dir.
Öyleyse şûrâya katılan reyleri ma'rûf olanı gösterecektir. Eğer ma'rûf olanı
tesbit için, şûrâ Kur'ânî bir gereklilik ise, sosyal işlerde mezhebî bir görüşte
ısrar edip mezhep bağnazlığı yapmak, mekruh sayılmalıdır.

Bizim yapmamız gereken, nefsî marazları
fıtratla, gelenek çölünü Kitapla, bireysel problemleri ihsân ve ıslâhla,
toplumsal müşkilleri de hoşgörü ve şûrâ ile geçmeye çalışmaktır.

"Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden
dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç. Onlar için mağfiret
dile. İş hakkında onlara danış. Bir kere de azmettin mi Allah'a dayan..."
(3/Âl-i İmrân, 159) (13)

Mehdiler, Mesihler, Müceddidler, Halifeler,
Emirler, Kurtarıcılar çıkıyor; bunlar ihtilâf konusunda çözüm olmak yerine daha
büyük sorun oluyor; bu sefer de müslümanlar onlardan kurtulmak için daha fazla
uğraşmaya çalışıyor. Düşmanlardan çok, dost zannedilenler İslâm'a ve
müslümanlara zarar veriyorlar. Akıllı düşman yerine akılsız dostlar ihtilâfları
daha fazla körüklüyor; tefrikaya, fitne ve fesada sebep oluyorlar.

Dünyevî sonuca ayarlanmış bir mücâdele, İslâmî
mücâdele değildir; önemli olan dünyevî başarı değil; bu sürecin kendisidir,
kulluk sınavını başarmak, her an sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmaktır.
Tevfik, nusret, zafer, başarı kulun elinde değil; Allah'tandır. Hemen sonuca
ulaşmayı istemek, başarıyı kâfirler gibi dünya ile sınırlandırmak, dini aşırı
siyasallaştırmak, siyasî değişim ve dönüşümün zamanı uzadıkça ümitsizliğe
kapılmak da genç müslümanların zaaflarından. Toplumsal ve siyasal değişim ve
dönüşümün sünnetullah açısından belirli kuralları vardır. ?...Bir toplum,
kendilerindeki özellikleri değiştirmeden Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.
Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onlar için geri çevrilme diye bir şey
yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları yoktur.? (13/Ra'd, 11) Siyasal
hâkimiyet, görevlerini yerine getiren müslümanlara Allah'ın vereceğini
vaadettiği bir nimettir, meyvedir. Bu hilâfete liyakat kesbeden muvahhid
mü'minlere, Allah'a şirk koşmadıkları ve sadece O'na kulluk ettiklerinde
ulaşacakları Allah'ın bir ihsânı... ?Allah, sizlerden iman edip sâlih amel
işleyenlere, kendilerinden öncekileri halîfe kılıp (devlet verip) sahip ve hâkim
kıldığı gibi sizi de yeryüzüne halîfe kılacağını, sahip ve hâkim yapacağını,
sizin için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) sizin iyiliğinize yerleştirip
koruyacağını ve geçirdiğiniz korku döneminden sonra, bunun yerine size güven
sağlayacağını vaadetti. Çünkü onlar Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana
şirk koşup eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl
fâsıklardır, büyük günahkârlardır.? (24/Nûr, 55) Nasılsak, öyle
yönetileceğiz; ancak lâyık olduğumuz gibi idare olunacağız. Zaferin Allah'a ait
olduğunu, O'nun yardımı için maddî mânevî sebeplere yapışılması gerektiğini
unutmamak gerekiyor.

Günümüz müslümanı, eski dönemlerdeki
müslümanlardan çok büyük imkânlara sahiptir. Tabii, bu nimetlerin
sorumluluklarını yerine getirip sınavlarını kazanmak da o derece zordur. Çağdaş
müslümanlar, büyük çapta ilim elde etti, ama o ilmin ahlâkını kazanamadı. Aracı
elde etti, ancak hedefi ve gayeyi yitirdi. Bir mendup veya bir mubah hakkında
tartışırken, elinden nice vâcipler kaçtı. Münâkaşa sanatını iyi biliyordu, fakat
tartışma âdâbından ve uyulması gereken ahlâkî kurallardan haberi yoktu.
Kardeşlik hakkında nutuklar atabiliyordu, ama kardeşlik hukukuna riâyeti çoğu
zaman aklına getirmiyordu. İşte bu yüzden, sefil bir hayata müslümanları mahkûm
eden ve güçlerini zayıflatan iç çekişmelerin ve kavgaların kurbanı olundu.
Müslümanlar, küçük meseleleri, teferruatla ilgili veya pratik değeri olmayan
soyut konuları tartışır ve diğer cemaatlere mensup müslümanları eleştiri
bombardımanına tutarken, kâfirlerin topa tuttuğu temel İslâmî ve insanî
değerlere sıra gelmiyor, onlarla mücadeleye fırsat kalmıyordu. Tarihten ibret
alınmıyor, İslâm tarihindeki acı tefrika sayfalarına sadece tarihî bilgi gibi
bakılıyor. Günümüzdeki problemlerle tarihî miras arasında doğru bağlar
kurulmuyor. Fatih'in ordusu, İstanbul'u fethetmek için toplarla surları döver ve
Bizansın surlarında büyük gedikler açarken, hıristiyan din adamları ve
akademisyenler, Ayasofya'da haftalardır devam eden soyut tartışmalarla meşgul
idiler: ?Meleklerin cinsiyeti nedir??, ?Firavun, ölmeden Hz. Mûsâ'ya iman etmiş
miydi, etmemiş miydi?? Çağdaş müslümanların durumlarının da bu tavırdan pek
farklı olmadığı acı gerçeğini paylaşmayacak kimse var mı?

Allah Teâlâ, geçmiş ümmetlerin içine düştükleri
mânevî hastalıklardan bizi sakındırmakta, ibret olması için onların tarihlerini
bize anlatmakta, aynı delikten ikinci defa ısırılmamamızı istemektedir:
?Hepiniz O'na yönelerek ittika edin (O'na karşı gelmekten sakının), namazı ikame
edin/kılın; müşriklerden olmayın; Ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve
kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi
yanındakiyle böbürlenmektedir.? (30/Rûm, 31-32)?Dinlerini parça parça
edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur...? (6/En'âm,
159) Bu âyette ilk planda kötü örnek olarak belirtilen kitap ehli, ilim ve
irfandan yoksun oldukları için değil; elde ettikleri ilmi, hevâlarına âlet
etmek, aralarında fesat çıkarmak için kullandıklarından dolayı helâk
olmuşlardır. ?Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra,
aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler...? (3/Âl-i İmrân, 19)
Kitab'ın vârisi olacağımız yerde; kitap ehlinin hastalıklarını mı miras aldık?
İlim ve irfanı miras alıp onların gereği olan tevhîdî ahlâk kurallarına
uyacağımız yerde ahlâksızlığı mı devraldık?

?Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet
(millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...?
(11/Hûd, 118) Görüş açılarındaki farklılık,
müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini,
olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak
bir sıhhat alâmeti olacağı yerde, bu durum, bozuk çağın müslümanında iç
çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. İş öyle bir hale gelmiştir ki,
farklı görüşe sahip müslümanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya, hatta farklı
görüşteki müslümanlara karşı savaşmak için din düşmanlarından yardım istemeye
kadar gitmiştir. Bunun eski ve yakın tarihte pek çok canlı örneği vardır.

?Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını
görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!?
denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az
bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire
eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi
düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği,
yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te'vil gözlüğünden
bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının
doğrusuna tercih edilebiliyor.

İslâm âlemi, Allah'ın Kitabına, Peygamberinin
sünnetine bağlı tek bir ümmetten, tek devletten bugün seksen yedi devletçik
haline gelmiştir. Bunların hemen hepsi, birlik sloganları atsalar da,
aralarındaki anlaşmazlıkların nerelere vardığını hepimiz biliriz. Suyun önündeki
çerçöp gibi, kâfir ve emperyalist devletlerin elinde oyuncak olmuş durumdalar.
Bazen bir ülkedeki müslümanın diğer ülke müslümanlarına düşmanlıkları, İslâm
düşmanı kâfir devletlere ve zâlim tâğutlara düşmanlıklarından fazla olabiliyor.
?İyi ama, onların mezhebi...?, ?tamam da, onlar bizi arkamızdan vurmadılar mı??,
?kabul, ama onların rejimi...?

Olayı bu ülkelerde hâkim olan rejimlere ve
devlet yapılarına getirdiğimizde durum daha da acı olmaktadır. İşgalci kâfir bir
devletin, sömürgesi olan ülkeye, kölelerine yapmayacağı zulmü, kendi
vatandaşlarının özellikle dinî özgürlüklerine, ahlâk ve sosyal yaşantılarına
tavır aldıklarını, yöneticilerin müslüman adı taşıdıkları için, istilâcı
düşmandan farklı zannedildiği için, hem Batıdaki büyük patronları ve hem de
onların piyonu olarak kendilerinin işlerinin kolaylaştığını değerlendirmek
gerekiyor. Sebeplerin başı; müslümanların uğraştığı gayrı meşrû ihtilâflar,
sürtüşme ve tefrikalar. Dahası, müslümanların gafleti, yöneticilerinin ihâneti
sâyesinde seksen yedi küçük ülkeye ayrılmış müslümanların, kendi coğrafyalarında
ve birbirleriyle de vahdeti oluşturamayışları, ihtilâfın boyutlarını gözler
önüne seriyor. Her ülkede, her mezhebin içinde, her büyük cemaatin bünyesinde
bile pek çok ayrılıkçı oluşumlar bulunabilmektedir. Ne yazık ki, bugün
kurtarıcılık yükünü omuzlayıp İslâm için çalıştığı zannedilen kimselerin hali,
kendi resmî kurumlarından daha iyi bir durumda değildir.

İç çekişmeleri tırmandırmanın ve tefrika ateşini
körüklemenin müslümanlara neler kaybettirdiğini ve hâlâ kayıpların devam
ettiğini iyi düşünmeli ve dinimizin emrettiği cemaat, vahdet, kardeşlik, kul
hakkı, ahlâk gibi değerlere sahip çıkılmalıdır. ?Allah'a ve Rasûlüne itaat
edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız
(rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah
sabredenlerle beraberdir.? (8/Enfâl, 46) Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin
tefsirinde şöyle der: ?Aranızda nizâ etmeyin ki, ?feşel?e düşersiniz, yani
zayıf, tembel, çekingen ve korkak olursunuz; salaklaşır, yılgınlaşırsınız. Ve
rüzgârınız kesilir, havanız söner, ağırlığınız kaybolur, devletiniz elden
gider.? (14) Evet, birbirinize düşerseniz, rüzgârınız gider; enerjiniz, gücünüz,
dayanışma ruhunuz, gayretiniz kesilir kaybolur. Bizi başarıya götürecek olan
asıl rüzgâr, Allah'ın lütfu ve yardımıdır. Bu nimet de, ancak O'na itaatle,
toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılmakla gerçekleşecektir. Fahreddin Râzî de
tefsirinde, bu âyetle ilgili olarak Mücâhid'in şu görüşüne yer veriyor:
?Rüzgârınız gider? demek, ?size olan İlâhî yardım gider? demektir. (15)

Bu ifade, Hz. Ömer'in cephede bulunan komutanı
Sa'd bin Ebî Vakkas'a yazdığı mektubu hatırlatıyor: ?...Sana ve
beraberindekilere düşman karşısında gösterdiğiniz dikkatten daha fazla,
günahlarınız karşısında dikkatli olmayı emrediyorum. Çünkü, İslâm ordusunun
günahları beni, düşmanlardan daha çok korkutuyor. Müslümanlar, ancak
düşmanlarının Allah'a karşı isyanları sebebiyle yardım olunuyorlar. Eğer bu
olmasa, bizim onlara karşı hiçbir kuvvetimiz yoktur. Biz onlara karşı ancak
fazilet ve takvâmız nedeniyle yardım olunuyoruz; yoksa sadece gücümüz sâyesinde
gâlip gelmiyoruz. Eğer günahta onlara eşit olursak, kuvvette onlar bize üstün
hale gelir. Allah yolunda bulunduğunuz halde Allah'a karşı günahlar işlemeyin.?
(16)