Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü ve Hevâ.

Kolaylığın Sınırı



Kolaylığın Sınırı;
İlâhî Ölçü ve Hevâ



Allah Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz
kılmakla, esasen mü'min kullarını hayat mücâdelesine, zorluktan kurtarıp
kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı dilemiştir. Namazla hevâsına direnecek,
kötülük ve fahşâdan uzaklaşacak, oruçla kolay kolay cihad etmeye alışacak,
lüzumunda sabır yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin paraya kul olmasından
kurtulacak, hayatın zorlukları yenilecek, âhiret saâdetindeki güzellik, kolaylık
ve saâdetlere erişecektir. İbâdetler insanı olgunlaştırır, insanı maddî ve
özellikle mânevî yönden güçlendirir. İbâdet ve Allah'a tâat, O'nun hükümlerine
riâyet, hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş mü'min için hiç de zor
değildir. Allah'a iman edip O'na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha
doğrusu şeytanın zor gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü
emreder, insanın kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip
onlarla yücelip güçlenmesine engel olmak ister.

Mü'min şeytana ve hevâsına kanmayacak,
imtihanını kazanma gayreti içinde Allah'a kul olmanın, başka tüm kulluklardan
daha kolay ve daha güzel olduğunu unutmayacaktır. İslâm'ın hükümleri ne zordur,
ne de çok basit. Müslüman da en küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve
tembellikte bir insan değildir. ?Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!? Devin yükü
ağırdır, ama kaldıramayacağı kadar değildir. Dev için o yük kolay bir yüktür,
ama seviyesi küçük olanlar için o yük, kaldırılamayacak kadar zor kabul
edilebilir; bu konudaki problem, eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan, kandırılıp
yönlendirilebilen âciz alıcılarla bakmakta, yani serabı su, suyu da serap
zannetmektedir. Mü'min, Allah'ın nûruyla bakar, kalp ve iman gözünü devreden
çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler, bakmasını bilmeyen bakar körlerdir.

?...Onların gözleri vardır, fakat onlarla
görmezler, onlar gâfillerin tâ kendileridir.?
(7/A'râf, 179)

?Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin
göğüslerdeki kalpler kör olur.? (22/Hacc,
46)

Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan,
güzelliği benimseyen kişi ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre
ulaşmaları rahatlıkla sağlanır. Kur'an, bu konuyu ifâde ederken "yüsrün teysîri"
deyimini kullanıyor ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak demektir. Kolayı
sevip aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte,
Kur'an bu sırra dikkat çekiyor (92/Leyl, 5-7; 87/A'lâ, 8). Cimrilik yolunu
seçen, insanlarla hiçbir madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği
yalanlayıp gerçek güzele sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa
sürülür. Kur'an burada "usrün teysîri" deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay
zannettirmek demek olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı
haline gelince, zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce
sıkıntı ve problem sarabilir (Bkz. 92/Leyl, 8-10).

İnsanın hevâsı/nefsi, arzu ve hevesleri,
doğrunun ölçüsü olmadığı gibi, kolaylığın ölçüsü de olamaz.

?Hoşunuza gitmediği halde savaş size
yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz
mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.?
(2/Bakara, 216).

Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey
vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış
yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din'in
tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar.
Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması, Din'in tekliflerinden
uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı
bir rol üstlenir.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu
nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin, ya da zor zannedilen bazı görevlerin
olması normaldir. Aslında Din'in teklifleri insanın yapısına, tabiatına
uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286).
Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına
göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din'in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim
müşrikler, kendilerinin Kur'an'a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak
kabul etmektedirler (42/Şûrâ, 13).

Eski ümmetler, başlarında peygamberler olduğu
halde, çok büyük zorluklarla imtihan olmuşlardı. Habbâb İbnu'l-Eret (r.a.)
anlatıyor: "Rasulullah (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış
otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: "Bize yardım
etmiyor musun, bize duâ etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi: "Sizden önce
öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra
getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı,
demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu
yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini
tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San'a'dan kalkıp
Hadramût'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu
için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz." (S. Buhârî,
Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649;
Nesâî, Zînet 98, 8/204)

Allah, eski ümmetlerin bu zor imtihanları gibi
imtihana tâbi tutulmamamız ve ağır yüklerden muaf olmamız için Kendisine duâ
etmemizi bize öğretir:

?Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin
gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi
affet, bizi bağışla, bize acı!?
(2/Bakara, 286).

Hz. Mûsâ şeriatının İsrâiloğullarına yüklediği
ibâdetlerin ağırlığı, Hz. İsa'nın kendi tâkipçilerine tavsiye ettiği dünyayı
terk etmeye ve ondan sonra hıristiyanların icat ettiği ruhbanlık özellikleri
gibi durumları, kaldıramayacağımız veya çok zorlanacağımız imtihanlardan
Allah'ın bizi muaf tutmasını istiyoruz. ?Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan
gidenlerin sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama!? diye duâ etmemiz
gerekiyor. Hak yola tâbi olanların zor sınav ve denemelerden geçirilmelerinin
Allah'ın kanunu olmasına rağmen, bir mü'min bu yolda kendisine kolaylıklar
göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesâret ve sabır vermesi, zorlukları
kolaylıklara çevirmesi için Allah'a duâ etmelidir.

Konuyla ilgili büyük müfessir Elmalılı şu
açıklamaları yapar:

?Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını
yüklemez.? (2/Bakara, 286).


?Yükleyemez? değil; ?yüklemez.? Allah'ın kendi
kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun
çok altındadır. Allah insanı zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz,
sıkıntıya sokmaz, müşkülât ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri
güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Hak din kolaylıktır, onda
zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah'ın
kudreti olmadığından değildir; sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu
sûretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve tâkat onlara emrettiği görevlerden
daha fazladır. Bu sâyede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip
dolaşacak, dünya ve maîşet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş
olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkân kalabilecektir.


Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha
neler neler yapabilirler. Meselâ, günde beş vakit namazdan başka daha nice işler
görebilirler. Gerçi sorumluluk, irâdeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir,
her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı, her
yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu
gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu, gücüyle ve
kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve tâkatleri farklı
olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla
olacaktır ki, adâlet ve eşitlik de bunu gerektirir. Meselâ, malı olmayan zekâtla
mükellef olmayacağı gibi, farklı derecede zenginlerin zekâtları da bir ölçü
çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir.
Fakat hepsi de aynı nisbet dâhilinde, meselâ kırkta birdir. Güç ve imkân hesaba
katılmayarak nüfus başına eşit olarak ?herkes şu kadar verecek? demek, bu temele
aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farz-ı kifâyenin
fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların
toplamı hesap edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı
sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de
kudret-i müyessire denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de
şart olmuştur. Velhâsıl bu âyet, hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak
ifâde etmiştir. Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır.


?Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere
yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme.?
(2/Bakara, 286).

Bizi isyan eden toplumlar gibi yapma! Yani bizi
diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır
ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır bağlılıklar, meşakkatli buyruklar,
katı kanun, kural ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini
meshederek (sûretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek
sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar,
zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.

Bu âyette geçen ?ısr? kelimesinin, lügatte esas
anlamı, esâret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden
kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır mîsaka, zor
dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da
denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahûdi ve hıristiyanlar
gibi önceki ümmetlerde katı yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin
açıklamalarına göre, meselâ yahûdiler günde elli vakit namaz kılmak ve
mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek,
vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezâsı uygulanmak,
tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen cezâ
verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları
yasak kılınmak gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsirinde denilmiştir ki,
?Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye iddiâ ettikleri kitabın beşinci sifri iyice
gözden geçirilirse, onların ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin mîsaklara
tâbi tutulmuş oldukları daha birçok acâyip hükümlerle birlikte görülür. İşte
mü'minler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyâz ettiler ki,
Allah da fazl u keremi ile, ?Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları
çözen Peygamber...? (7/A'râf, 157) âyetiyle bunları giderdi.

?Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü
yüklemez? (2/Bakara, 286)
buyurulduktan sonra, ?aynı âyetin devamında bu duâya ne hâcet vardı??
denilmesin. Çünkü önce vüsû', yani kapasite kelimesinin anlamı, tâkat
kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de, onun tâkat yerine
kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin tâkat ile orantılı olması da
ihtimal dâhilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki
ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sâbittir. Bundan dolayı bu mücmel
mânânın ortadan kaldırılıp vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması
dilenmiştir.

İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir
bakıma daha geniş kapsamlıdır. Bunların bizzat İlâhî teklifin ve teşrîin eseri
olarak değil; tam aksine bunların zıddına hareket eden Firavun ve benzerleri
gibi azgınların tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için ?lâ
tükellif (mükellef tutma)' yerine; ?ve lâ tahmil (yükleme)?
denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrâiloğulları kıssalarında her
iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ, âyetin devamındaki şu duâda daha
ziyâde düşünülebilmektedir: ?Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de
yükletme? (2/Bakara, 286); hiç çekilmez, tâkat getirilmez, yükletilecek
olursa yerine getirilemez, isyana sevkeder, uygulanacak olursa cezâlandırma
olur, mahveder, helâk eder, tâkat yetişmez belâlar, sevdâlar altında inletme ey
Kaadir Rabbimiz! Çünkü Sen her şeye kaadirsin. Bunu rahmetinden dolayı
yükümlülük olarak yapmazsan da imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından
dolayı cezâlandırmak için yapabilirsin. Her şey, Senin istek ve irâdene
bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, imtihan cinsinden de cezâ
şeklinde de güç yetiremeyeceğimiz şeyleri yükletme.

Evet, ?Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü
yüklemez? (2/Bakara, 286) müjden Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu
kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlâs,
irâde gücü ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu
kanunu tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı çıkabilecek değiller; o zaman
onlara birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç
dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz
yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler
getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda
adâlet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır.
Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu olduğu görülür. Ve
o kanun kaçınılmaz şekilde İlâhî bir yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki,
mü'minlerinki müstakîmdir ve İlâhî rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i
müstakîmdir, dolaylı olarak İlâhî adâletin ve gazabın eseridir. Mü'minlere
adâlet olan şey, kâfirlere adâlet olmaz; kâfirlere adâlet olan şey de mü'minlere
adâlet olmaz. Bütün bu liyâkat ümmetin rûhunda ve kalbindedir. ?Kalpler, Rahmân
ve Zülcelâl'in iki parmağı arasındadır.? Yâ Rab! Sen kalbimizi dilediğin gibi
evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay hükümlerinin
yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve rahmetinden uzak
düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma!

O şekilde sorumlu tutma ve bu şekilde yük
yükletme de, ?Va'fu annâ (günahlarımızın izlerini bizden gider)?
(2/Bakara, 286). İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi
bütün gücümüz ve ihlâsımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde, yine de kusurdan,
günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün çalışmalarımız esas itibarıyla Senin bir
nimetinin bile şükrünü edâya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at
esâsen Senin bize ihsân ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak
faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin
yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızâna aykırı
olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermâyesi olarak
verdiğin irâde ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini
kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden dilediğimiz
dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil; fazl u rahmetinden ümid ederek
diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde sâdır olmuş
olan günahlar, Senin İlâhî bilginde zâten belli ve sâbittir. Onların oradan
silinmesi imkânsızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik olan
sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten etki
sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar
arasındaki ilişkiyi dilersen mahvedebilirsin.?[1]


Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir
şeyden sorumlu tutmaz (2/Bakara, 286). Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi
yapamayacağına kendisi karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir
kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah'tır. Aynı
şekilde, bir şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan
hevâsının/nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk
dilemediği, kolaylık istediği için (2/Bakara, 185), Allah'ın bize emrettiği tüm
hükümler kolaydır. Ama, nasıl birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları
şeytan süslediği (6/En'âm, 43), kolay ve güzel gösterdiği gibi; Allah'a ibâdet
ve itaati de zor göstermeye çalışır.

Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatla Allah'a
teslim olup O'na yönelmek, aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan
şeytanla ve günahlarla imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve
İslâmî hayatı zor gibi gösterir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur:

?Dünya hayatında onlara sadece bir azap vardır.
Âhiret azâbı ise daha meşakkatlidir/şiddetli ve zordur. Onları Allah'tan (O'nun
azâbından) koruyacak kimse de yoktur.?
(13/Ra'd, 34)

Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah'ın hudûdudur.
Allah'ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf
etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol
keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve
yazılmıştır: "Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl
boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur." (Halbuki, Peygamber sünnetinde
ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de
bol keseden vaatler.) "Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu
davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların
davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen
zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden
yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı
da hoşgörülü olunmalıdır..." gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf
etmek demektir.Dine ilâveler (bid'atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne
kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun
hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir.

"Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki,
Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar? Eğer
(azâbın âhirete ertelenmesiyle ilgili) o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette
aralarında hüküm (helâk kararı) verilirdi. Gerçekten zâlimler için acıklı bir
azap vardır." (42/Şûrâ, 21)


Halktan, hatta hoca geçinenlerden bazıları, dini
kolaylaştırma konusunda bir örnek verirler. Hemen herkesin defalarca duyduğu bu
meşhur misal şudur: Bir köy imamı, yeni tâyin olduğu köydeki câmiye cemaatin hiç
gelmediğini görür. Günlerce bekler, dâvet eder, fakat köylüleri câmiye namaz
kılmaya getirmeye muvaffak olamaz. Sorar bir gün cemaat olması gereken ama
olmayan köylülere: ?Niye namaz kılmak için câmiye gelmiyorsunuz?? diye. Onlar da
?Aslında biz müslümanız, namaz da kılmak istiyoruz. Fakat, abdest alırken
ayaklarımızı yıkamak bize çok zor geliyor; ayakkabılarımızı çıkarmak
istemiyoruz. Hem, ayakkabıyla da câmiye girilmez; bir kolayını da bulamadığımız
için câmiye gelemiyoruz? derler. Hoca da: ?Kolay! der, hiç bunun için câmi terk
edilir mi? Siz ayaklarınızı yıkamadan abdest alın, ayakkabılarınızla câmiye
girin, namazınızı kılın, öyle de olur, câizdir!? Köylü, bu kolaylaştırma ile ve
bu şekilde abdeste ve câmiye alışır, namazlarını hep bu şekilde kılmaya devam
ederler. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, o köyün imamı başka yere tâyin
edilir, başka bir imam da o köye. Köye gelen yeni imam, cemaatin ayaklarını
yıkamadan abdest alması ve câmiiye ayakkabı ile girmesini çok yadırgar. ?Bu
nasıl iştir, böyle namaz olur mu? Size kim bu fetvâyı verdi?? diye çıkışır.
Onlar da eski hocalarının "câizdir" diye fetvâ verdiğini söyleyince, yeni imam,
selefi olan eski imamı arar bulur ve ondan hesap sorar. Eski imamın verdiği
cevap şudur: ?Ben onları ayakkabıyla abdest alıp namaz kıldırmaya alıştırdım;
sen de ayakkabılarını çıkarttır!?

Bu fıkramsı hikâye,
olmuş veya olmamıştır; hiç önemli değil. Önemli olan bunun din gibi, nass gibi
halk arasında benimsenmesi ve hatta dinin uygulanması için örnek teşkil edecek
temel bir ölçü kabul edilmesidir. Bu hikâyeden çıkarılan hükme/hikmete göre dine
çağrının yöntemi şöyle olmalıdır: ?Din kolaylaştırılmalı, halkın istediği
şekilde zor gelen görevler yumuşatılmalı, insanlar ısınsın diye dinin hükümleri
yavaş yavaş, bazı tâvizler verilerek uygulatılmaya çalışılmalıdır. Öteki türlü,
kestirip atmak, tâviz vermemek insanların câmiden namazdan soğumasına sebep
olacağından yanlıştır. Usûl/metod ayakkabıyla namaza alıştırma cinsinden olmalı,
dine ve ibâdetlere dâvette bu yol tâkip edilmelidir ve ondan sonra da yavaş
yavaş o hatalar/tâvizler düzeltilmeli, sıra geldiğinde ayakkabı çıkarılmaya
çalışılmalıdır. Öyle birden bire yasaklar uygulanmaz, farzlar yerine
getirilmez...?


Öncelikle söyleyelim ki,
kıssa ve hikâyelerle, uydurmalarla din, ibâdet ve tebliğ usûlü belirlenmez.
Kur'an'a ve Sünnete ters düşen hiçbir mantıkî öneri, hikâye din açısından delil
de olmaz, bağlayıcı da; hatta, daha da ilerisi, bunlar eski veya modern
İsrâiliyattır, dinin tahrif edilmesine vesile olacak bâtıl inanışlar ve
tavırlardır. Allah'ın göstermediği kolaylığı, O'nun adına hiçkimse gösterme
hakkına sahip değildir. Allah'ın dinini oyuncak haline getirme, onu kuşa çevirme
dünyada ve âhiret açısından büyük hüsrândır. Abdestin nasıl alınacağını, namazın
nasıl kılınacağını tâyin ve tesbit, Allah'a âit bir haktır. Kimse, kendi
kafasından Allah ve Rasûlünün belirlediği hükmü değiştiremez, insanların
hevâsına ya da kendi arzusuna göre kolaylıklar icat edip dinden tâviz veremez.


?Yoksa onların, dinden
Allah'ın izin vermediği şeyleri şeriat/dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer
azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri
bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.?
(42/Şûrâ, 21)


Müslüman, Allah'a teslim
olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil;
Allah'ın hükmünü ölçü alan kimse... Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm'dır;
Allah'ın hükmü...

?Allah ve Rasûlü bir işe
hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre
seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.?
(33/Ahzâb, 36)
?Bunlar, Allah'ın (koyduğu)
hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah'a ve peygamberi'ne itaat ederse Allah onu,
zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte
büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eder ve
sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için
alçaltıcı bir azâp vardır.? (4/Nisâ,
13- 14)

"...De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın
yoludur.' Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine
uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı
vardır." (2/Bakara, 120).


"(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana
indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından
sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak,
günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da
zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide,
49).

"... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi
hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi
aşanları çok iyi bilir."
(6/En'âm,119)

?Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç
tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda
(bozulmaya) uğrardı?? (23/Mü'minûn,
71)

?Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini,
isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın??
(25/Furkan, 43)

?Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve
Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve
gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona
kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz??
(45/Câsiye, 23)

"Sonra da Seni din konusunda şeriat sahibi
kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma."
(45/Câsiye, 18)

?Yüce Allah'ın yanında gök kubbe altında
Allah'tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve
tutkulardan) daha büyüğü yoktur.?
(Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu'l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70)

Müslüman olmak için
kendilerinin namaz, zekât ve cihadla mükellef tutulmamalarını şart koşan
Tâif'lilere; Peygamberimiz'in, kesinlikle namazsız dinde hayır olmadığını
belirterek böyle bir tâvizi kabul etmediğini biliyoruz (Ahmed bin Hanbel,
IV/218). Âişe vâlidemiz, Efendimiz'in müsâmahasını anlatırken, şahsî hiçbir
meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden
intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: ?Allah'a âit bir hak
ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına
intikam alırdı.? (Müslim, Fedâil 79)

Dini, Allah'ın koyduğu
ölçüleri hiçe sayarak kendi kafasına göre kolaylaştırmak, Allah'ın göstermediği
kolaylıklara müsâade etmek, -hâşâ- Allah'tan fazla merhametli olmaya kalkmak
demektir ki, bu Allah'a karşı isyan, dine karşı da zulümdür. Bu ifrâtın yanında,
Allah'ın mubah kıldığı şeyleri haram kılan tefrît çizgisi de aynı oranda
sakattır/bâtıldır. Eski kavimlerde bu tefrît çizgisi, dinde tahrîfi ortaya
çıkarmıştır. Bu yahûdileşme çizgisiyle ilgili olarak Mustafa İslâmoğlu şu
tesbitte bulunuyor:

?Dini zorlaştırmanın ve uydurmacılığın en
tehlikeli yanlarından biri, Allah'ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını
değiştirmektir. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram
kıldığını Kur'an'dan öğreniyoruz:

?Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup
Peygamber)'in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün
yiyecekler helâldi. De ki: Getirip okuyun Tevrat'ı, eğer doğruysanız!?
(3/Âl-i İmrân, 93).

(Gerçekten de İsrâiloğullarının kendilerine
yasak kıldıkları inek etinin Tevrat'ta helâl kılındığını görüyoruz: Levliler,
22/20-30).

Allah'ın koymadığı yasakları koymak,
sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir
konuda yasak koymamışsa elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün
çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din
evrenseldi ve getirdiği kurallar da bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak
çapta olmalıydı.

Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini,
damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya
kalkmak, öncelikle dinin ?değişken? ve ?sâbitelerini? birbirine karıştırmak
demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî
sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya
getirildiğinde, din, kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının
dini olmaya başlıyor; kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı
lâubâlileşiyordu. Bu, tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'dan sonra dinlerine karşı
lâubâli oluş serüveninin aynısıydı.

Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı
belirlenmemiş yasakların ardından, bugün ?İslâmî tiyatronun farziyyeti?
derecesine, dün ?erkek çocuklarını dahi okula göndermeme? ifrâtının ardından
bugün delikanlı kızların okuması hatırına ?başlarını açıversinler canım?
tefritine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen ancak tecvîzinden, bugün
Altın Portakala aday ?hidâyet filmleri?ne, dün telli çalgıların haramlığından
bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar
eşliğinde verilen ?İslâmî konser?lere, dün dinlenmesi ?haram? olan radyodan
bugün kurulması ?farz? olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek,
yukarıda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı
da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.?[2]

Hz. Peygamber'in zorluklara mâruz kaldığı
dönemde Allah, rasûlünün göğsünü genişlettiğini, yükünü kaldırdığını, şânını
yücelttiğini (94/İnşirâh, 1-4) zikretmektedir. Ve eklemektedir: "Her güçlükle
beraber bir kolaylık vardır. Evet her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır."
(94/İnşirâh, 5-6). Güçlük bittikten sonra değil; güçlükle beraber kolaylık.
Güçlükle kolaylık net çizgilerle birbirinden ayrılmamış; tersine geçişli, her
ikisi de belirli bir oranda bir arada bulunabilmektedir. Güçlüklerin,
sıkıntıların arttığı dönemlerde, çözüm yolları yavaş yavaş açılır, sıkıntılar
süreç içinde azalırken, kolaylık da artar.

Yaşadığımız sıkıntılar, hatta mağlûbiyetler;
moralimizi bozabilir, yıpranmamıza neden olabilir. Ama bunlar kesinlikle
trajedilere, çaresizliklere dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık
mutlaktır. Zorlukların aşılması, ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla
mümkündür. Allah Teâlâ, bizi başardıklarımızla değil; yapıp ettiklerimizle
hesaba çekeceğine göre, zor zamanlarda üzerimize düşeni yerine getirmeli, bütün
gücümüzle cehdetmeli ve Allah'a tevekkül etmeliyiz. Karanlığın en fazla
koyulaştığı, ümitlerin yitirilmeye başlandığı an, İlâhî yardımın yaklaştığı
andır (2/Bakara, 214). Zorlukları aşmada gösterdiğimiz çaba, kolaylıkta da
sürmeli, dinamizm süreklileştirilmelidir: "O halde, boş kaldığında yeniden
yönel." (94/İnşirâh, 7). İmtihan, her zaman belâ, sıkıntı ve zorlukla olmaz;
bazen de kolaylık ve nimetlerin bolluğu ile olur. Allah'a iman edenler için
ümitsizliğe yer yoktur: "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmiş
iseniz, mutlaka siz üstün geleceksiniz." (3/Âl-i İmrân, 139)[3]









[1]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 273-274, 280-2281.




[2]
Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, Denge Y. s. 206.



[3]
Oktay Altın, Hak Söz, Sayı: 114, Eylül 2000, s. 36.