Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Zekâtını Her Müslüman Kendisi Dağıtabilir mi?.
Zekâtını Her Müslüman Kendisi Dağıtabilir mi 
 
 
Zekâtını Her 
Müslüman Kendisi Dağıtabilir mi? 
 
İslâm'ın iktisadî görüşünü 
aksettiren zekât müessesesi, İslâm devletinde önemli bir mâlî kurum olarak 
belirmekte ve aynı zamanda müslüman olmanın şartlarından biri olan mühim bir 
ibâdet olarak kendini göstermektedir. İslâm dini, dünyaya yepyeni bir nizam, 
bambaşka bir sistem getirmiştir. Daha önce görülmeyen bu mâlî ibâdet, ferdin 
vicdanına bırakılmamış, devlet kuvvetleri tarafından tek bir bütçede toplanarak 
gerekli yerlere sarfedilmiştir. Bu sebeple zekât işlerinde çalışan İslâm 
devletinin memurlarına bu bütçeden bir hisse ayrılmıştır (Bkz. 9/Tevbe, 60). 
Âyette ifâde edilen zekât âmili/memuru, şöyle tanımlanır: "Zekât üzerinde 
çalışanlar; İslâm devletinin kendilerini zekât ve öşür toplamak ve bunlara ait 
bütün görevlerde çalışmak üzere görevlendirdiği kimselerdir." 
Kur'ân-ı Kerim, zekât 
konusunda, peygamber ve aynı zamanda İslâm devletinin başkanı olan Rasûlullah 
(s.a.s.)'a hitâben şöyle buyurur: "Mü'minlerin mallarından zekât al ki, 
onunla kendilerini temizlemiş, mallarına bereket vermiş olursun. Bir de onlara 
duâ et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık ve huzurdur." (9/Tevbe, 
103). Bu âyet-i kerîmede zekâtın bizzat Hz. Peygamber tarafından toplanması, 
dolayısıyla İslâm devleti tarafından idare edilmesi emredilmekte ve bu mâlî 
ibâdetin müslüman toplum için önemi ve bazı hikmetleri vurgulanmaktadır. Bundan 
anlaşıldığına göre zekât, ferdin kendi isteğine bırakılmamış, devlet 
müeyyidesi/yaptırımı ile toplanarak müesseseleştirilmiştir. Nitekim Hz. 
Peygamber, zekât tahmin memurları ile, zekât toplamakla görevli tahsildarlar 
göndererek zekâtı her sene muntazam şekilde almış; vefatından sonra halife olan 
Hz. Ebû Bekir de zekât vermeyeceklerini bildirerek isyan eden kabile reislerini 
askerî kuvvet göndermek sûretiyle itaat altına almıştır. 
Tevbe sûresi 103. âyet-i 
kerimesi, İslâm devletinin başkanına, müslümanlardan zekât almasını 
emretmektedir. Bu emir, bize zekâtın mutlaka devletçe alınarak dağıtılması 
gerektiğini haber veriyor. Bu âyetin nüzûlünden itibaren yaşadığı müddetçe zekât 
Hz. Peygamber'e verilmiştir. O devirde ve daha sonra halife olan Hz. Ebû Bekir 
ve Hz. Ömer devrinde, zekâtın müslüman birey tarafından uygun gördüğü yerlere 
dağıtıldığına dair en küçük bir belge ve işarete rastlanılmaz. Aksine, bütün 
delil ve rivâyetler, bize zekâtın devletçe alındığını göstermektedir. 
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle 
buyurur: "Zekât işlerinde hakkıyla çalışan memur, evine dönünceye kadar Allah 
yolunda savaşan gâzi gibidir." (Ebû Dâvud, İmâre 7; İbn Mâce, Zekât 14). 
Zekât işlerinde çalışanların (âmillerin) Peygamber lisanından Allah yolunda 
savaşanlara benzetilmesi, İslâm dininin ekonomik meselelere verdiği önemin 
derecesini göstermektedir. Ekonomik savaşların da aynen diğer savaşlar gibi 
toplumun kaçınamayacağı önemli işlerden olduğu, bu hadisten açıkça 
anlaşılabilir. Zekât memurlarının vazifelendirilişi, onun bir müessese olduğunun 
da belirtisidir. Bu kurum, Peygamberimiz tarafından kurulmuş, işletilmiş; daha 
sonraki devirlerde geliştirilerek hedefine ulaştırılmıştır. Hz. Peygamber, 
toprak mahsullerinin zekât miktarını önceden tespit ettirmek için civar 
memleketlere memurlar göndermiş, ayrıca zekât memurlarını görevlendirerek tespit 
edilen zekâtları her sene toplattırmıştır. (2) 
Bu konudaki âyet, hadis ve 
Allah Rasûlünün uygulamaları, bize zekâtın müslüman toplumdan ayrılmaz bir unsur 
olduğunu, İslâm toplumunun zekâtsız düşünülemeyeceğini, önemine binâen 
başlangıcından beri İslâmî devletçe organize edildiğini, diğer ibâdetler gibi 
idârî yönden müeyyidesiz/yaptırımsız kalmadığını açıkça göstermektedir. 
Hz. Peygamber, hayatta 
bulunduğu müddetçe zekât toplayıp sevk ve idare etmeğe devam etmiştir. O'nun 
vefatından sonra bazı kabileler, "zekâtı O'na veriyorduk; O ise vefat etmiştir. 
O yüzden zekât vermemiz gerekmez" diyerek artık O'nun vefatından sonra İslâm 
devletine zekât vermeyeceklerini bildirmeleri karşısında Hz. Ebû Bekir, bu 
kabileler üzerine askerî kuvvetler göndermek sûretiyle onları itaat altına 
alarak zorla da olsa zekâtlarını toplamıştır. Bununla ilgili rivâyetleri başta 
Buhâri ve Müslim olmak üzere, hemen tüm hadis kitaplarında görüyoruz. Olay 
şöyledir: Hz. Peygamber vefat ettikten sonra yerine Hz. Ebû Bekir halife 
seçildi. O zaman Arap kabilelerinden bir kısmı artık devlete zekât 
vermeyeceklerini söyleyip isyan ettiler. Halife Ebû Bekir, isyancı kabilelerle 
savaşmaya karar verdi. Fakat, Hz. Ömer ona engel olmak isteyerek şöyle dedi: 
"Sen bu insanlarla nasıl savaşırsın? Halbuki Rasûlullah (s.a.s.): 'Allah'tan 
başka ilâh bulunmadığına ve benim O'nun Rasûlü olduğuma şehâdet getirinceye 
kadar insanlarla savaşmakla emrolundum; kim bu kelimeyi söylerse, malını ve 
canını benden korumuş olur. Kul hakkı icabı olan hususlar müstesnâdır. Ve onun 
hesabı Allah'a aittir' buyurdular." Hz. Ömer'in bu sözü üzerine halîfe Ebu 
Bekir şu cevabı verdi: "Namaz ile zekâtı birbirinden ayıranlarla mutlaka 
savaşacağım. (Namaz ile zekât, Kur'ân-ı Kerim'de altı yerde beraber 
zikredilmiştir.) Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah'a yemin ederim ki, 
Rasûlullah'a ödedikleri bir koyun veya keçi yavrusunu dahi bana vermeyecek 
olurlarsa, bu sebepten onlarla savaşırım." Hz. Ebû Bekir'in bu dirâyeti 
karşısında hayrete düşen Hz. Ömer: "Allah'a yemin ederim ki bu sözler, Yüce 
Allah'ın, Ebû Bekir'in kalbine ilhâmından başka bir şey değildir; onun dâvâsında 
doğru olduğunu anladım" dedi. (Buhârî, İ'tisâm 2, Zekât 1, İstitâbe 3; Müslim, 
İman 32, hadis no: 20; Tirmizî, İman 1, hadis no: 2610; Ebû Dâvud, Zekât 1, 
Nesâî, Zekât 3; Muvattâ, Zekât 30) 
Asr-ı saâdet ve ilk halifeler 
döneminde zekât, günümüzde olduğu gibi, hiçbir sûretle ferdin isteğine 
bırakılmamış; İslâmî devlet tarafından toplanıp gerekli yerlere dağıtılmıştır. 
(3) Esasen zekâttan beklenen kişisel ve sosyal faydaların elde edilmesi için bu 
yolun tâkip edilmesinde zarûret vardır. Başıboş bırakılan bir müesseseden arzu 
edilen netice beklenemez. Zekât, organizeli bir şekilde İslâm devleti tarafından 
kontrol edilip toplanılmadığı zaman, ne tür problemlerle karşılaşılacağını 
Kur'an'dan yola çıkarak anlamak ve günümüz pratiğinde bunu ayne'l-yakîn müşâhede 
etmek zor olmaz. Kur'an'a göre tüm mülk Allah'ındır (3/Âl-i İmrân, 26). Zengin 
mü'min de bir veznedardan, bir emânetçiden başkası değildir. Zekât, İslâm 
devleti tarafından sistemli şekilde toplanıp dağıtılmadığı zaman, zenginlerin 
Allah tarafından kendilerine emânet olarak verilen ve başkalarının da hakları 
olan (51/Zâriyât, 19; 70/Meâric 24-25) malları, kendileri için fitne (8/Enfâl, 
28) olacak ve cehennem azâbının araçlarına (9/Tevbe, 34-35) dönüşecektir. Âhiret 
azâbı yanında, dünyada adâletli bir düzen de olmayacak, zengin ile fakir 
arasında büyük uçurumlar oluşacak ve mallar yalnız zenginler arasında dolaşan 
bir devlet/güç (59/Haşir, 7) haline gelecektir. 
"İslâm devletinin olmadığı ve 
zekâtın asr-ı saâdetteki gibi devletçe/İslâmî otorite eliyle organize 
edilmediği durumlarda da müslümanlar zekâtlarını verir/veriyor" diye 
düşünülebilir. İmanı bütün müslümanların her ne kadar zekât konusunda ihmalkâr 
davranmayacaklarını düşünsek bile; malın tatlılığı, dünyevîleşmenin şeytanî 
câzibesi ve aldatıcılığı karşısında, ihtiraslarına esir olan müslümanların 
zekâtlarını eksik ödemeleri veya hiç ödememelerini önlemek mümkün olmaz. Bu 
mümkün olmayınca da zenginlerin fakirlerin hakkını yiyerek azâbı hak etmeleri ve 
fakirlerle zenginler arasındaki makasın kırılacak boyutlara kadar açılacağı 
unutulmamalıdır. Sahâbe devrinde bile bazı kabilelerin zekât vermemekte 
direndikleri, Hz. Ebû Bekir'in bu kabileler üzerine askerî kuvvetler göndererek 
onları devlete zekât vermeye mecbur ettiğini bildiğimize göre, zekâtın 
organizeli olarak toplanmasını yaptırımsız bırakmak, bu müesseseyi çıkmaza 
götürür. "Devrimizdeki müslümanlar, sahâbe devri müslümanlarından daha kâmil 
iman sahibi ve dünyaya daha az meylediyor" şeklinde herhalde bir iddiâda 
bulunulamaz. Bunu günümüzde köy hayatı yaşayan namaz kılan müslümanların, 
ürünlerinden öşür/zekât verenlerinin vermeyenlere oranından anlayabilir; 
şehirlerdeki yeşil(!) sermayenin gerçekten zekâtlarını vermiş olsalar, bu kadar 
fakirin nereden ve nasıl ortaya çıktığı sorusundan değerlendirebiliriz. 
Zekâtın toplanıp 
sarfedilmesinde İslâm devletinin aracılığına şu noktalardan ihtiyaç vardır: 
a) Din ve merhamet duyguları 
zayıflamış bazı kimseler kendi hallerine bırakılınca bu hakkı ödemeyebilirler. 
 
b) Fakirin bu hakkını devletten 
alması, yoksulun haysiyet ve şahsiyetinin incinmemesi bakımından daha uygundur. 
 
c) Zekâtı fertlerin ödemesi 
halinde, bazı fakirler ihtiyacından fazla zekât alırken, bazıları bundan mahrum 
kalacaklardır. 
d) Allah yolunda (cihad, 
tebliğ) ve gönülleri kazanılacak olanlar gibi bazı sarf yerlerini takdir etmek, 
ferdi aşan bir alan olmaktadır. Zenginlerin tümü zekâtını vermiş olsalar bile, 
bu dağıtım büyük bir organize dâhilinde olmadığı için, gerekli yerlere gerektiği 
miktarda ulaşmayacak ve zekâttan beklenen toplumsal faydalar sağlanamayacaktır. 
 
Bugün için yaşadığımız 
coğrafyada İslâm devleti olmadığına göre durum ne olacaktır? Bu konuda, "cemaat" 
kavramı devreye girmektedir. İki-üç müslümanın bile cemaat oluşturmaksızın ve 
cemaatin gereklerini yerine getirmeksizin yaşayışlarını İslâm onaylamaz. Zaten 
İslâm devleti, İslâm cemaatinin her yönüyle daha kapsamlı, organizeli ve 
yaptırım gücü olan şeklinden başkası değildir. Günümüz şartlarında müslümanlar, 
İslâm anlayışı/yorumu yönüyle sırât-ı müstakîm çizgisinde kabul ettikleri ve 
bunu hayata geçirmedeki samimiyet ve gayretine itimat ettikleri bir cemaatle 
ilişki içinde bulunmak zorundadırlar. Müslümanların başka türlü müslümanca 
yaşamaları mümkün değildir. Balığın, kendisini çepeçevre kuşatan suyun dışında 
hayatta kalmasının imkânsızlığı gibi, müslümanlar da İslâm'ı doğru bir şekilde 
öğrenmek, imkânlarının ve özgürlüklerinin son haddine kadar İslâm'ı yaşamak için 
cemaatleşmeye veya güvendikleri cemaatle (gayr-ı resmî organize, vakıf, dernek 
veya teşkilâtla) ilişkiye mecburdurlar. Bu cemaat ve teşkilâtlar, birbirleriyle 
organize olmuş, imkân ve güçlerini birleştirmiş olsa, zaten İslâm devletine 
giden maddî ve mânevî yollar ardına kadar açılmış olacaktır. 
Zekâtların âlimler, cemaat 
liderleri veya İslâmî teşkilâtlar eliyle organize edilmesinin ne büyük imkân 
olduğunu 1979'daki İslâm inkılâbında görüyoruz. Bu İslâmî değişim ve dönüşümde, 
zekâtların müctehid âlimlere teslim edilip onların İslâmî çalışmalar (fî 
sebîlillâh) başta olmak üzere özgürce dağıtıp değerlendirmesinin büyük, çok 
büyük rolü vardır. İslâm devletinde, yönetimin organizesiyle toplanıp 
dağıtılması gereken zekât; devletsiz müslümanların da İslâmî otorite oluşturması 
için en önemli etkenlerden biri olur; eğer cemaatler eliyle bilinçli ve 
organizeli değerlendirilirse. O yüzden zekâtın İslâmî devletin varlığı, ona 
bey'at ve itaatin göstergesi olması yanında, böyle bir yapının oluşturulma 
çabalarıyla da çok yakın ilişkisi vardır. 
"Mü'minlerin mallarından 
zekât al ki, onunla kendilerini temizlemiş, mallarına bereket vermiş olursun." 
(9/Tevbe, 103) âyetinin günümüzdeki muhâtabı, peygamber vârisleri ve onların 
içinde veya başında bulunduğu teşkilâtlar/cemaatlerdir. Bütün bu gerekçelerden 
dolayı zekâtımızın da bizi 27 derece sevaba ulaştırması, organizeli zekât 
dağıtımının, toplumun maddî problemlerini bireysel dağıtmaktan 27 misli çözmesi 
için, namaz gibi onu da cemaat aracılığı ile yerine getirmememiz gerekmektedir. 
Cemaatin imamına namaz gibi en önemli ibâdetimizi güvenip teslim ettiğimiz gibi, 
zekâtımızı da güvenip teslim edeceğimiz ve organizeli olarak en uygun yerlere 
sarfedeceklerine emin olmamız gerekmektedir. Güven problemi, ahlâkî problem 
olmaktan önce imanî problemdir. ?Mü'min?, emîn olana güvenen ve kendisine 
güvenilen demektir. Güven problemi kimden kaynaklanıyorsa o, hastalık 
kaynağıdır. Güvenilecek durumda değillerse onlar; güvenecek durumda değilsek biz 
İslâm'ın cemaat ve cemaat mensubu kabul ettiği anlayışta değilizdir. O takdirde 
zekâtın da namazın da istenen gerçek ibâdet olduğunu iddiâ etmeye, bu 
ibâdetlerin bireyi ve toplumu canlandırıp kurtarmasını, dünyevî ve uhrevî 
sorumluluğu düşürmesini beklemeye de hakkımız yoktur. 
Elde avuçta olanı paylaşmak, 
iman kardeşliğini ve imanda kemali gösteren bir yüceliktir. Tıpkı Medine'li 
ensar'ın, Mekke'li muhacirler ile paylaştığı gibi. İşte gerçek vermek böyle 
olur. Asr-ı saadetteki infak ve yardımlaşma ile ilgili somut olaylarla kendi 
durumumuzu karşılaştırmalıyız. 
 
Bilindiği gibi Hz. Ebubekir 
(r.a.) iman etmeden önce Mekke'nin en zenginlerindendi. İslam ile tanışıp, 
gerçek imanın haz ve lezzetini alınca, imanın bir gereği olarak olabildiğine 
yardımsever bir kişilik olarak göründü. Nerede yardıma muhtaç biri varsa yanı 
başında yardımına koşan biri de vardı: Hz. Ebubekir! Hz. Bilal'ler her türlü 
zulüm ve işkence altında inlemeye, mahkûm edilmeye dursun, onları hürriyetine 
kavuşturmak için dünyalık adına sahip olduğu tüm varlığını seferber eden biri 
vardır: Hz. Ebubekir! Hicret etmek zorunda kalmıştır, ancak yarı yolda karşısına 
çıkan Mekke'li müşrik İbni Duğine; "ne olur gitme, ne kadar hayırsever olduğunu 
herkes biliyor, bu insanların sana ihtiyacı var. Senin yardımına, fedakârlı-ğına 
ihtiyacımız var." diyerek himayesinde Mekke'ye geri getirdiği insan da yine Hz. 
Ebubekir (r.a.)'den başkası değildir. 
Aslında Peygamber'e gönül veren 
tüm ashabda bu ruhu görmek mümkündür. Ancak Hz. Ebubekir'de bu şuur daha bir 
belirgin idi. Bunun için misalimizi ondan verelim: Tebük seferine çıkılmak 
üzeredir. İslam savaşçılarına silah ve mühimmat gereklidir. Bunun için sevgili 
Peygamber, müslümanlardan infak etmelerini istemiştir. Hz. Ömer uzun zamandan 
beri Hz. Ebubekir'in infak anlayışına gıbta etmektedir. İşte fırsat doğmuş, 
ondan daha fazla infak etmenin sırası gelmiştir. Herkes gücü yettiğince infak 
eder ve geçer. Sıra Hz. Ömer'e geldiğinde: "Ya Rasulallah! İşte malım, tam 
yarısını Allah için infak ediyorum." diyerek gönüllerde taht kurmuştur. Ancak 
sıra Hz. Ebubekir'e gelmiştir. Büyük bir özveri ve fedakârlık ile: "Ya 
Rasulallah! İşte malım, tamamını infak ediyorum." dediğinde, Efendimiz (s.a.s.) 
itiraz etmişti: "Ya Ebabekir, ehline, çoluk-çocuğuna bir şey bırakmadın mı?" Hz. 
Ebubekir: "Allah ve Rasulü'nü bıraktım, yetmez mi ya Rasulallah, kâfi gelmez mi 
ya Rasulallah?" diyordu. Malının tamamını infak etmek her babayiğidin kârı 
değildi. İşte gerçek infak, esas yardım, hakiki bağış bu ve benzerleri idi. 
Şimdi kendi yaptıklarımızın ne kadar komik kaldığını, aylık gelirimizin yüzde 
kaçına tekabül ettiğini görerek, kendimize çekidüzen vermemiz 
gerekmektedir. 
Zekât gibi miktarı belli 
yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, ashab-ı kiram, yoksullar için ne kadar 
harcayacaklarını bilmiyorlardı. Muaz bin Cebel ile Sa'lebe, Hz. Peygamber'e 
"kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda 
harcayalım?" diye sorduklarında, şu ayet inmişti: "Sana hangi şeyi nafaka 
vereceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin." (2/Bakara, 219) 
Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu âyete göre, her günkü 
kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. 
Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını 
Allah yolunda harcarlardı. (S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. 11/ 371) 
Ne mutlu tüm mülkün ve malın 
Allah'a ait olduğunu, kendisinin emanetçi olduğunu unutmayıp, parayla imtihanı 
kazanıp Allah'la alışveriş yapanlara! 
Yazıklar olsun paranın kulu 
olan cepleri paralandıkça gönülleri de paralananlara! "Param, param!" diye param 
parça olanlara! 
 
1- Geniş bilgi için bkz. Y. 
Vehbi Yavuz, İslâm'da Zekât Müessesesi, İstanbul 1972, Feyiz Y. s. 54-87 
2- Yunus Vehbi Yavuz, a.g.e. s. 
35; 252 
3- Asr-ı Saâdette 
Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer döneminde zekâtın sadece devlet eliyle 
toplandığına dair geniş bilgi almak için bkz. a) Yunus Vehbi Yavuz, a.g.e. Zekât 
Üzerinde Çalışanlar (Âmiller) ve Zekâtın Devlete Verilmesi Bölümleri, s. 
249-252; 307-331; b) İbâdet ve Müessese Olarak Zekât, A. Özek-H. Karaman-M.A. 
Aydın-M. Erkal, 1984 İstanbul, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Y. özellikle 
113-117; 157-164. sayfalar; c) Yusuf el-Kardavî, Fıkhu'z-Zekât, İslâm Hukukunda 
Zekât, Kayıhan Y.




 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.
 e-posta adresimize mail atabilirsiniz.