Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Zikrin Yozlaştırılması; Zikirde Usûl ve Âdâba Riâyetsizlik.

Zikrin Yozlaştırılması

Zikrin
Yozlaştırılması; Zikirde Usûl ve Âdâba Riâyetsizlik


Zikir, Kur'an'ın emrettiği önemli bir ibadettir
ve yukarıdan beri anlatıldığı şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı
kesimler tarafından ?gizli mi - açık mı; toplu mu - tek başına mı yapılmalı??
gibi tartışmalara ihtiyaç yoktur. İslâm, mü'minlerin nasıl ibâdet edeceklerini
göstermiştir. Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid'at olmamak şartıyla,
Peygamberimizin yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet
yapabilir.

Ancak İslâm'ı bize öğreten Peygamberi ve O'nun
sahâbelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp
çağırarak, kendinden geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri
mutlaka bir üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek,
onların da Allah'a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü
yettiği kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur ki
Allah (c.c.) ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir.[1]

Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah'ı
zikrederken (daha doğrusu zikir ibâdetinin bir cüz'ünü icrâ ederken) gülünç ve
komik durumlara düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter
içinde kalıp başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin
bir harekettir. Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde
kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların
hareketlerine benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen
cehâletten ve düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur.[2]

Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı
düşünmeli, sükûnet ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım
kimselerin havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir.
Bu hareket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm'ın ibâdet anlayışına da
ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir ve
tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar bütün
müslümanların malıdır.[3]

Tasavvufta zikir, hem anlayış hem de uygulama
bakımından, sünnetteki zikir anlayışıyla bağdaşmayacak bazı ögeler
içermektedir. Anlayış olarak zikrin Kur'an'da otuzdan fazla anlamından sadece
birini, en fazla birkaçını alıp zikir olarak sadece bunu öne çıkartması, bununla
yetinmesi ve hatta zikri, bütünün bir iki parçasını cennet için yeterli kabul
etmesi, halka bu anlayışı yayması, zikri ve dolayısıyla dini daraltması, ilk
dikkat çeken husustur. Bazı kelimeleri tekrarlarken, bilincini kaybederek cezbe
içinde kendinden geçmesi halinde hiçbir sevap da elde edememiş olur. Zira uyku,
unutma ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden
kaldırılmıştır. Böyle durumlarda kalemin sevap defterine birşeyler yazmasını
ummak, İslâm'ı bilmemek demektir. Zikir; uyanıklığın, düşünmenin ve bilincin
esası iken (Kur'an ışığında böyle olması gerekirken), zikir adı verilen bazı
toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, âdeta uyuşturucu kullanan
esrarkeşler gibi hayal dünyasında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Bazıları
defle dümbelekle halay çeker, dans eder gibi dönüp durmakla zikir yaptığını
zannediyor. Kimi de kendini kaybedip, kendilerini hipnotize eden şeyhleri
tarafından oralarından buralarından şiş kebabı gibi şişleniyorlar, kendi
nefislerine zulmediyorlar. Kimileri bağıra çağıra, taşkınca; kimileri de sessiz
sâkin ama şaşkınca "zikir" yaptıklarını iddia ediyorlar.

Bu anlayış ve gelenekte zikrin aksiyoner,
dinamik hiçbir yönü yoktur. İbâdet ve zikre ayrılmış belirli zamanların
dışındaki günlük hayattla zikrin hiçbir ilişkisi yoktur. Ya çok sesli veya
tümüyle dilin devreden çıkartıldığına şahit olunur. Nakşîlikte zikir, hemen
tamamen zihinseldir. Dille zikir, sadece "hatm-i hâcegân" sırasında Kur'an'dan
bazı küçük sûreler okumak ve biraz salevât getirilererek yapılır. Onun dışında
kelime-i tevhid ya da lafza-i celal'in tekrarı dille değil, zihinden, içinden
geçirilerek yapılır. Bunların yanında Nakşî tarikatlarda, esas zikir şekli,
râbıtadır. Râbıta, diğer zikir biçimlerinden üstün sayılmıştır. Yani, râbıta;
kelime-i tevhidin, ya da lafza-i celâlin, gerek dille ve gerekse zihinden
tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur'ân-ı Kerim'i okumaktan bile faziletli
sayılır. Râbıtanın kaynağı ise Budizm'dir. Kitap ve Sünnette bununla ilişkin
herhangi bir delil yoktur.[4]

Bu anlayış ve tavır, Tasavvuf Sözlüğünde şöyle
açıklanır: ?Tasavvufa göre zikir, ?Allah' kelimesini veya ?Lâ ilâhe illâllah'
cümlesini söylemek ve tekrarlamak demektir. İlkine ?lafza-i celâl', ikincisine
?kelime-i tevhid zikri' veya ?tevhid zikri' denir. Tarikat ehlinin belli kelime
ve ibâreleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün
düzenli olarak söylemeleri; ?vird' ve ?hizib' olarak da adlandırılır. Tarikat
ehlinin ve sûfî cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin
gözetiminde ?Allah, Allah'; ?hû, hû'; ?hay, hay' gibi belli ibâreleri belli bir
hareket düzeni içinde söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere; tarikat âyini,
semâ, hadra ve deverân gibi isimler verilir. Söylenen sözleri ve hareketlerin
ritmik (âhenkli) olması icap eder. Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def
gibi enstrumanlar da kullanılır; Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür
zikirler ekseriya tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka
her şeyden geçer, zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini
kaybeder, yaptığı zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet,
vecd) ve Hakk'ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.

Zikir iki türlüdür:

1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye: Yüksek sesle
veya çevrede bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan
zikirdir. Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir.

2- Zikr-i hafî: Zikredenin, sadece kendisinin
işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz zikri esas alan
tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşbendîler hafî zikri;
Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.

Kaiden zikir: Tarikat ehlinin bir halka
oluşturup oturarak ritmik hareketlerle yaptıkları zikir. Kaimen zikir: Tarikat
ehlinin bir halka oluşturup ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir. Bu
zikir döne döne yapıldığı için devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i
minşârî: Yesevîlikte hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan
zikir.[5]

Bazıları, zikir denilince, özel bir tören ve
bazı büyüklerin, hocaların yönettiği ve adına ?hatim? veya ?hatme? denilen
halkalar içinde olacağı anlayışına sahiptir. Bunlara karşı çıkanlar, belki biraz
abartılı bir yaklaşımla ?bu âyin mi, ibâdet mi?? diye sormaktan kendilerini
alamamakta; öte yandan tâğûtî güçler ve onların güdümündeki medya da, bu tür
toplantıları, saçı sakalına karışmış, dansa benzeyen tuhaf gösterileri İslâm'ı
ve müslümanları karalamak için saf zihinleri etkilemek ve onların beyinlerine
kazımak kasdıyla bıkmadan gündemde tutup göz önüne getirmektedir.

İbrahim Sarmış, şöyle der: "Şişlerin
batırıldığı, karınların yarıldığı ve boyunların kesildiği zikir âyininde olsun,
bir şef yönetiminde "illallah", "Allah", "Hû", "yâ Hû" nâraları ve göbekten
çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan zikir âyinlerinde ve kadın-erkek karışıp
insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden geçtiği âyinler, bir çeşit dansla
geçen böyle saatlerin ilâhî tecelli saatler olduğunu söylemeleri, bir
garâbettir. Her yıl, bir hafta süren semâ âyinlerinde atılan nâralar, çalınan
müzik ve dans eden semâzenlerin yaptıkları da aynıdır. Söyler misiniz,
Rasûlullah Rabbini böyle mi zikretti? Ondan sonra, ashâbı Allah'ı böyle mi
zikretti? Sahâbîler Allah ve Rasûlünün öğrettiği gibi huşû ve teslimiyet içinde,
sessiz ve müziksiz, havf ve recâ arasında, münferiden ve Rasûlullah'ın öğrettiği
duâlarla Allah'ı andılar. O'na yalvardılar. Nimetini istediler ve azâbından O'na
sığındılar.

Tasavvufçular, zikir esnâsında müridin şeyhini
zihninde canlandırmasını, "destûr yâ üstâz (üstâdım yardım et!)" diyerek zikre
başlarken, ondan yardım istemeyi, tıpkı Rasûlullah'tan yardım istemek gibi
olduğuna inanmasını şart koşarlar. Çünkü kendisini Allah Rasûlüne ulaştıracak
şeyhidir. Kalbiyle ve lisanıyla şeyhinden izin isteyerek "destur ey şeyhim!"
demesi yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izin istemesi,
yahut onlara râbıta yapması gerekir. Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar
sallanması, önce sağa "lâ" ile başlayıp sola "illâ" ile dönmesi ve doğrulması
gerekir. Sola doğru öne eğilerek "illâllah" demesi ile bu işi tamamlar. "Allah",
"Hû" gibi tek isimle zikrediyorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve
yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin
derinliklerinden çıkarması icab eder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların
zikir şeklidir.

Allah için söyleyiniz, Rasûlullah Rabbini
zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını
göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Çünkü o, Allah'ın
peygamberidir ve Allah'ın huzurunda edeple nasıl ibâdet edileceğini bilir ve
insanlara bildirir. Nasıl zikredeceğini Allah ona ve bize şöyle tarif etmiştir:
"Rabbini içinden, yalvararak ve O'ndan korkarak yüksek olmayan bir sesle
sabah akşam zikret.Gâfillerden olma." (7/A'râ, 205) "Rabbinize yalvara
yakara ve gizlice duâ edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları O sevmez."
(7/A'râf, 55). "Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları
(duâları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka bir şey değildir."
(8/Enfâl, 35).[6]

Mevdûdi, ibâdetin özü ve anlamının itaat ve
sadâkat olduğunu açıklar (Kur'an'da Dört Terim, s. 28-29). İbâdetin üç unsuru
(kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, şu açıklamada bulunur: "Önce
ibâdet'in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin:

Efendisinin kendisinden yapmasını istediği
işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan
bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, 'git, şu şu işleri yap' diyor,
köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar
ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, 'git falan yanlışları
düzelt' diye tâlimât veriyor, ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin
önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi 'hırsızın elini bu kötü işten kes!' diye
emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin
söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve 'hırsızın elini kes'
emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet
ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı
ne yapardınız, Allah bilir!

Allah'ın kullarından böyle davrananların
kendilerini Allah'a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri
sabahtan akşama kadar Allah bilir kaç kere Kur'an'daki ilâhî emirleri okurlar,
ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan
ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah'ın adını
anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur'an okurlar! Onları bu halde gördüğümüz
zaman: 'Ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar!' dersiniz. Bu yanlış
anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar."[7]

Allah'ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz
olup, bazı güzel kelime ve isimleri, anlamını ve mesajını düşünmeden belli
sayıda tekrarlamanın fazla bir önemi yoktur. Bu tavır, insanın vicdanını
bastırması, cehâlet ve yozlaşmayı meşrû görüp yaptığı ile tatmin olması, esas
zikir olan Kur'an'a karşı sorumluluğu ihmal etmesine sebep oluyorsa, o takdirde
bu zikir anlayışının zararı vardır. Hemen tarikatların hepsinde, belirli
aşamalardan geçen ve tarikatta kıdemli olanlara, zikir adıyla çok yanlış
ifadeler de ders olarak verilmektedir. Anlamını bilmeden (biliyorsa daha kötü)
tekrarladığı virdler içinde, belki de insanı şirke götürecek bâtıl sözler
vardır.

Meselâ "Lâ mevcûde illâllah" gibi. Bu sözün
anlamı: "Allah'tan başka varlık yoktur" demektir. Bir başka deyişle, "tüm varlık
Allah'tır" Yani, iyi-kötü yaratılmış ne varsa hepsinin -hâşâ- Allah olduğunu
iddia etmek. Ne büyük hata ve sapıklık! Ne dehşetli bir cehâlet! Allah'ın
yarattığını, Allah'ın kendisi yerine koymak. Çok korkunç bir gaflet, affedilmez
bir suç! Ve sonra bunun adını zikir koymak! Öyleyse, dikkat edilmesi gereken
nokta, anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine; ondan daha
önce, bilmemiz gereken Allah'ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah'ı
kendi zikri olan Kur'an'dan tanımak ve Allah'ın gösterdiği dosdoğru yolda
yürümektir.



[1]
Hüseyin K. Ece, a.g.e. a.g.e.
s. 92. Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 387-388.

[2]
Kemaleddin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 11

[3]
Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş

[4]
Râbıta konusunda geniş bilgi almak için bkz. Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta
ve Nakşibendîlik, Ekin Y.


[5]
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 588-589

[6]
İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 214, 217

[7]
Mevdûdi'den naklen; Ebu'l Hasan Ali Nedvî, İslâm'ın Siyasî Yorumu, s. 77.