Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Müteşâbihler Niçin Kuşkuya Sebep Olur?.

Müteşâbihler Niçin Kuşkuya Sebep Olur



Müteşâbihler Niçin
Kuşkuya Sebep Olur?




Helâl ve haram açıktır. Arada kalanlar, ya
helâle ya da harama benzer. Yani bu ikisinden birine müteşâbihtir. Halkın
çoğu da bunları bilemez. (Bu anlamda
merfû bir hadis için bkz. Sünen ed-Darimi, Kitabu'l-Büyu', Hadis no; 2419.
Ayrıca bkz. Müslim, Musâkat, no 107. Aynı anlamdaki bir başka rivâyette ise;
müteşâbih kelimesi yerine müşebbihat, müşebbehat ve müştebihat
biçiminde üç farklı okuyuş vardır. Bkz. Buhârî, K. İman). İşte müteşâbih âyetler
de tıpkı böyledir. Onların maksadını tâyin ve tespit etmede bir tereddüt
oluşabilir. Çünkü nihâî hükümleri muayyen değildir. Yerel kültüre ve muayyen bir
zamana çözüm sunar. İşte kalbinde eğrilik bulunan kimseler, bu beyanların
arasındaki benzeşmeyi önemsemezler. Aksine her birini ayrı birer muhkemmiş gibi
ele alırlar. Bundan sonra da artık istediklerine uyarak keyfî bir yol izlerler.


Meselâ içki konusunda benzeşen âyetlerden
birisi, ?Sarhoş iken namaza yaklaşmayın' diyordu. Eğriliği arayan kimse,
bu âyetin beyanına göre, sarhoş etmeyecek miktarda içip, namazlarına da devam
etmeyi düşünebilir. Bir türlü, ?Şeytan işi bir pislik' olduğu hükmüne
gelemez. Böylece de o konudaki gerçek hüküm kendisine örtülür. Oysa Kur'ân her
konuda olduğu gibi, bu konuda da âyetlerinin benzeştiğini, böyle durumlarda
kitabın anası olarak gösterilen, nihâî hükmün belirlendiği muhkem âyetin
izlenmesi gerektiğini söyler.

Bu durumda Kur'ân'ın bütünlüğü açısından şu
netice hâsıl olmaktadır. İçki ile ilgili dört âyet çelişkisizdir. Aralarında,
-klasik anlamda- bir nâsih mensuh olma durumu da yoktur. Aksine
içkinin kötülüğünü beyan etmede birbirini tasdik etmekte, yani
benzeşmektedirler. Nitekim ilk üç âyette, içkiyi kötüleme derecesi gittikçe
artmakta, bu durum dördüncü âyette son noktaya varmaktadır.

Aslında bu dört beyanda da derin anlayışlı
kimseler (er-râsihûn) için yasak hükmü belirlidir. Bu durumda âyetlerin bu
vurgusunu anlayan kimselere, dördü de muhkem olmuştur.

O zaman şunu söyleyebiliriz. Kur'an'ın bütün
âyetleri, konularındaki nihâî hükmü daha açık görülen diğerlerine benzer
bilinmelidir. Yani nihâî hüküm bildirmeyen âyetler, helâl ve haramdan kaytarmak
maksadıyla yalnız başlarına ele alınmamalı, o konudaki ?ana'ya bakarak
yorumlanmalıdır

Çocuklar Anaya Benzer: Akla şöyle bir soru
gelebilir. Eğer müteşâbih âyetler, muhkem âyetlere benziyorsa, müteşâbihler de
izlenebilir. Onlara uymak neden kınanıyor? Muhkem olana uymak iyi bir şey ise,
ona benzeyene uymak da iyi sayılmalıdır? Oysa aynaya bakan kimse kendisini
görür. Gördüğü kendisine tam benzer. Fakat işitmede, görmede, konuşmada kendisi
değildir. Kaldı ki, kahkaha sarayındaki ışıkları farklı kıran aynalara bakan
kimse, onlarca farklı suretle karşılaşır. Ama onların kimi şişman, kimi kısa,
kimi ip gibi incedir. Bunlar resmedilse, sahibine benziyor diye kimliklere
yapıştırılabilir mi

Yukarıdaki sorunun cevabı, ana
kelimesinde saklıdır. Kur'ân'ın âyetlerini gruplaması, aslında muhkem-müteşâbih
değil, ana ve müteşâbih biçimindedir. Çünkü, ilgili âyette, muhkemlere ana
dendikten sonra, diğerleri müteşâbihlerdir deniyor. Ana ise, kendisinden
öncekini değil, daima kendisinden sonrakini çağrıştırır. Bir yerde anadan söz
edilmişse, ardından ondan sonra gelenlar, yani çocukları akla gelir.
Çocuklar ise, ondan neşet ettiği için, ona benzeyenlerdir. Bu
sebeple, kitabın bir kısım âyetleri ana ise, diğerlerinin onlara benzeyenler
olması kaçınılmaz olur. Çocuklar anaya benzerse, doğal olarak analar da
çocuklara benzeyeceklerdir. Fakat, analar çocuklara benzer denemez. Çünkü temel
olan analardır.

Emir ve yasaklarda, birey tarafından son hükmün
kabullenilmesi dâima zordur. Bunları toplum bazında uygulamak ise daha da
zorlaşır. Bu nedenle nihâî hükmü belirleyen ana sözlerin, diğer bazı sözlerle
açıklanması gerekir. Yani muhkem bir söz, tafsîlat ister. Bu durumda benzeyen
sözler, ana sözlerin tafsilâtı sayılır. Bu ikili adlandırma şu âyette açıkça
belirtilmiştir: ?Bir kitaptır ki, hikmet sâhibi, her şeyden haberi olan
tarafından âyetleri muhkem kılınmış (hkm) ve ayrıca açıklanmıştır (fsl).?
(11/Hûd, 1

Ana âyetlerden sonra ayrıca neden açıklama
yapılıyor? Kur'ân-ı Kerim, bu açıklamaların gerekçesini de belirtmektedir. Anaya
benzer olarak getirilen bu âyetler; düşünmeye, aklı kullanmaya ve bilmeye mesnet
olması içindir; ?İşte Biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş
açıklarız.? (10/Yûnus, 24). ?İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için
âyetleri böyle açıklıyoruz.? (30/Rûm, 24). ?İşte Biz, bilen bir topluluk
için âyetleri böyle açıklıyoruz.? (7/A'râf, 32)

Ancak bilinmelidir ki, bu açıklamalar, muhkem
bir sözün maksada götüren parçalarıdır. Bu nedenle onlar tek tek ele alındığında
anlamsız görülebilir. Üzerinde düşünülmezse yanlışa iletebilirler.

Başka bir açıdan bakıldığında, şöyle bir tanım
da yanlış olmayacaktır. Muhkem âyetler, ana kitapta bulunanlardır.
Oradakiler ilk ve son tecellilerdir. İlk örneklerdir. Müteşâbihler ise
bunlardan nüsha (nesh bu köktendir) edilen, yani çoğaltılan âyetlerdir.

Bu anlamda mukaddes kitapların tamamı, ana
kitaba (ümmü'l-Kitab/ilk örneğe) benzediği için müteşâbih sayılırlar. Allah ilk
örneği devamlı (yüsbitu) kılar, onlara benzeyenleri ise yok (yemhû) edebilir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerim, birbirinden nakledilen, yahut inişi diğerlerinden
sonraya bırakılan, öncekilerin benzeri veya daha iyisi olan âyetlerden söz eder.
?Biz bir âyeti nakleder yahut ertelersek, ondan daha iyisini, ya da benzerini
getiririz.? (2/Bakara, 106. Âyete
verilen bu anlam ve tartışmalar için bkz. Kurtubî, adı geçen eser, ilgili âyetin
tefsiri). Peki bir âyetin benzeri ya da daha iyisi, başka bir deyişle
güzeli ve daha güzeli var mıdır? Kur'ândan anladığımıza göre sözün güzeli ve en
güzeli vardır. Bunu da ancak ?ulu'l-elbâb' olan kimseler anlar.

Mücmel ve Mufassal ya da Güzel ve En Güzel:
Kur'ân'ın muhkem âyetleri, ana ilke oldukları için tafsilâtsız olup kısa ve
özlüdür, başka bir ifâde ile mücmeldir. Bu kısa ve özlü ilkelerin açıklanması
gerekir. Açıklama ise; sözü uzatmayı, benzer ifâdelerle çoğaltmayı gereklı
kılar. Kur'an, muhkem sözlerini beyan ve tafsil eden bu çok âyetlerine
mufassal der; ?Âyetleri muhkem, sonra da mufassal kılınmış bir kitaptır.?
(121/Hûd, 1)

Mufassal, bölünmüş, belli ve farklı bölümlere
ayrılmış demektir. Beyan edilmiş ve açıklanmış anlamına da gelir. Bundan dolayı,
tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak açıklamak anlamına kullanılmıştır.


Üzerinde durduğumuz üçüncü sûrenin yedinci
âyeti, ?ulu'l-elbâb' tamlaması ile son buluyor. Bu terkip, sağduyu
sâhibi, aklı ve gönlü işleyen kimseler anlamındadır. Âyetin bu biçimde son
buluşu, elbette muhtevâsına uygundur. Çünkü âyette ilimden ve
bilmekten söz edilmektedir. Bu da ancak sağduyulu, aklı ve gönlü işleyen
kimselerin yapabileceği bir iştir. Ulu'l-elbâb terkibi, Kur'ân-ı Kerimde
altı yerde daha özne olarak geçmektedir. Bunlar yedinci âyetin anlaşılmasına
ışık tutacak niteliktedir. Onların üçünde açıkça Kitabı anlamaya vurgu
yapılmaktadır.

?Rabbından sana indirilenin hak olduğunu bilen
kimse, kör gibi olur mu? Ancak ulu'l-elbâb öğüt alır.?
(13/Ra'd, 19).
?Bu, insanlara bir tebliğdir. Bununla uyarılsınlar; O'nun tek tanrı olduğunu
bilsinler ve ulu'l-elbâb öğüt alsınlar diye.?
(14/İbrâhim, 52).
?Sana mübarek kitabı indirdik ki âyetlerini
düşünsünler ve ulu'l-elbâb öğüt alsınlar.?
(38/Sâd, 29)

Ulu'l-elbâb,
birinci âyette Kitaba karşı kör olanlara mukabil anılıyor. Sonraki
âyetlerde ise onların öğüt alma ve düşünme özellikleri vurgulanıyor. Aşağıdaki
âyetler bizi deyimin vurgusuna daha da yaklaştırmaktadır; Hikmeti dilediğine
verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak ulu'l-elbâb
düşünüp anlar.? (2/Bakara, 269). "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Doğrusu ancak ulu'l-elbâb öğüt alır.? (39/Zümer, 9)

Ulu'l-elbâb,
ilk âyette hikmet verilenlerle birlikte anılıyor. Hikmet kelimesinin muhkemle
aynı kökten olduğunu hatırlayalım. Deyim ikinci âyette ise bilenlerle birlikte
anılıyor. Üzerinde durduğumuz yedinci âyette ise ilimde derinleşenlerle
anılmıştı. İşte bütün bunlar bir anlamda ulu'l-elbâb'ın tanımıdır. Ayrıca,
müteşâbih sözler karşısındaki fonksiyonlarının da özetidir. Demek ki, onlar
hikmeti kavrarlar ve bilirler.

?Ulu'l-elbâb'la
tamamlanan şu âyet, durumu müteşâbihlere doğru daha da özelleştirmektedir;
?Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın
kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar ulu'l-elbâbdır.?
(39/Zümer, 18)

Bir önceki âyette tâğuttan bahsedilmektedir.
Tâğutun sözünün kötü, Allah'ın sözünün güzel olduğundan söz edildiği
sanılabilir. Fakat bu âyette anlatılan, kötü sözü bırakıp güzel
sözü almak değildir. Çünkü söz konusu olan; kötü ve en güzel değil, sadece
güzel ve daha güzeldir. Yani bu seçimin, tâğut'un sözleri ile
Allah'ın sözleri arasında değil, Kur'ân'ın âyetleri arasında yapılması
istenmektedir. Bu durum şu iki âyette daha da açık değil midir? ?...kavmine
de emret, bunların en güzelini tutsunlar.? (7/A'râf, 145)
?Rabbınızdan size indirilenin en güzeline uyun." (39/Zümer, 55)

Bellidir ki, bununla da akıl yürütme ve muhâkeme
önerilmektedir. Zira sözün güzeli ile daha güzelinin hangisi olduğuna ancak
muhâkeme ile ulaşılır. Peki, sözün en güzeli nasıl bilinir? Maksadını iyi
anlatan bir yazıyı beğeniriz. Yazı bütünüyle güzeldir. Fakat özellikle bir
bölümünü alıntı yapacak değerde görürüz. Çünkü o bölümü, maksadı anlatması
açısından daha güzeldir. Bir kitabı okurken, bir konuşmayı dinlerken de farkında
olmadan bunu hep yaparız. Sözün maksada götürenini ararız.

Kur'ân'ın güzel ve en güzel sözüne gelince. O
bir hidâyet kitabıdır. Maksadı da kulluk bilinci öğütlemektir. Bunu yaparken,
elbette iyi olan şeyin yasalını da, gerekli olanını da belirtir. Kötünün,
çirkinini de yasadışı olanını da belirtir. Eğer bir konuda; ruhsat ve azimete
götüren iki farklı yol öğütlemişse, sağduyulu kimse için ilki güzel, ama
ikincisi daha güzeldir. Akıl sâhipleri ikincisine uyarlar. Sözlerin birisi
menduba diğeri vâcibe götürüyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl
sahipleri vâcibe uyarlar. Sözlerin birisi suçlunun cezalandırılmasını, diğeri
bağışlanmasını istiyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri
bağışlamayı öneren söze uyarlar.

Nitekim Kur'ân-ı Kerim, cinâyet probleminin
çözümü için, öldürülenin yakınlarına üç teklifte bulunur. Bunlar; ya katile
kısas uygulanması ya diyet ödettirilmesi ya da suçunun bağışlanmasıdır. Fakat
Kur'ân, katili bağışlamanın daha iyi olacağını da gösterir. (Bkz. Fahruddin
Râzî, Tefsîru Kebir, 7/A'râf, 145 âyetinin tefsiri). İşte bu sözlerin ilk ikisi
güzeldir. İlâhî bir tekliftir. Üçüncüsü ise daha güzeldir. Çünkü diğerleri
arasından seçilerek tavsiye edilmiştir.

Daha önce, üzerinde durduğumuz üçüncü sûrenin
yedinci âyetinden şunu anlamıştık. Kalbinde eğrilik bulunanlar, hükmü belirleyen
muhkem söz kendilerine geldikten sonra bile dönüp nihâî bir hüküm belirlemeyen
müteşâbihlere uyarlar. Şu son âyetlerden ise şunu anlıyoruz. Ulu'l-elbâb
olanlar, sözün en güzeline uyarlar. Bu durumda sözün güzeli müteşâbihler,
en güzeli ise muhkemler olmaktadır.

Sözün İki Tevili: Tevil kelimesi, asla dönmek
anlamındaki ?e-v-l' kökündendir. Kitabın maksadını anlamak için yapılan bir
çeviriye bu kökten meal diyoruz. Te'vil ise, döndürmek, çevirmek,
tâbir etmek, kaynağa vardırmak anlamındadır. Kur'ân'da ise bir işin veya sözün
varacağı son nokta anlamında kullanılmaktadır. Bu durumda kelime, ?beyan'la
eşitlenmiş olur. Bu da kendisiyle kast edilen amacın ve son durumun açığa
çıkması anlamındadır. ?Bu daha iyidir, tevilen de daha güzeldir.?
(17/İsrâ, 35). ?Onun tevilini mi gözetiyorlar, onun tevili geldiği gün...?
(7/A'râf, 53). ?Rabbın, sana rüyaların tevilini öğretecek.?
(12/Yûsuf, 6)

Bu âyetlerin söz olarak beyanları
açıktır. Bu açıdan tevile ihtiyaç yoktur. Fakat haberi verilen olaylar
yönünden açık değildir. Tevil edilmesi gerekmektedir. Birinci âyette iyi
denen şey, ölçüyü tam yapmanın ve doğru terazi ile tartmanın sonucudur. Bu sonuç
öteki hayatta açığa çıkacaktır. İkinci âyetin konusu da kıyâmettir. Kıyâmetin
varacağı son nokta ise kopmasıdır. Kıyametin kopmasını gözetmek, onun tevilini
gözetmektir. Üçüncü âyette ise rüyadan söz ediliyor. Görülen bir rüyâ
hatırlanabilir. Ama hatırlananlar ancak birtakım sembollerdir. Gerçek sonucu
bilinemez. Allah'ın Hz. Yusuf'a öğrettiği de işte o sembollerin nasıl açığa
çıkacağı ve gerçek olacağıdır.

Üçüncü sûrenin yedinci âyetinde durum bunlardan
daha farklıdır. Orada, indirilen kitabın âyetlerine, yani sözlerin
teviline dikkat çekilmektedir. Bu durumda şunu söyleyebiliriz. Bir sözün iki
tevili olabilir. Birincisi, anlamı murat olunan son noktaya vardırmak, beyan
etmektir. (Kelimenin bu anlamda kullanıldığını görüyoruz. Bkz. Râgıb, Müfredât,
E-v-l kökü). Bu anlam da o sözü muhkem bir bilgiye benzeterek elde edilebilir.
Yani müteşâbih bir âyet, te'vil eden indinde muhkem olur. İlimde derinleşenlerin
bileceği tevil işte budur. İkinci tevil ise, anlamın vaki oluşudur. Bu da ancak
haber verilen şeyin meydana gelmesiyle bilinecektir. Ancak Allah'ın bildiği
tevil de budur. ?Ve bilemez tevilini Allah'tan başkası ve ilimde
derinleşenler...?

Türkçe'ye ?derinleşenler' diye çevrilen
kelimenin Kur'ân'daki karşılığı ?râsihûn'dur. Bu kelime, bir şeyin belli
bir yerde istikrara kavuşmasını anlamlandırır. İlimde râsih olanlar, bir şeyi
kesin delillerle bilen, bilmede istikrara kavuşmuş, tutarlı kimseler demektir.
Onlar, bildiği şeylerle bilemediklerine ulaşabilen gerçek âlimlerdir. Yani, çok
mâlûmat sahibi olduğu halde, bildikleri çelişkili olan kimseler râsihûndan
sayılmazlar.

Üçüncü sûrenin yedinci âyetinin bu kısmında
yapılacak bir noktalama önemlidir. Eğer ?Allah bilir' dedikten sonra, bir nokta
konursa, sözün sonrası yeni bir cümle olarak başlar. Bu durumda, ilimde
derinleşenlerin müteşâbihlerin tevilini bilemeyecekleri anlaşılır. Fakat, oraya
nokta konmaz da ?ve' bağlacıyla devam edilirse; o zaman müteşâbihin anlamını
Allah ve ilimde derinleşenler bilir biçiminde anlaşılır.

Göğün yarılacağını, yerin dümdüz edileceğini
(84/İnşikak, 1-5), yıldızların dağılacağını, denizlerin kaynatılacağını
(82/İnfitâr, 1-3), Güneş'in söneceğini, dağların yürütülerek (81/Tekvîr, 1-3)
atılmış pamuk gibi olacaklarını ve insanların pervâne gibi döneceklerini
bildiren âyetlerin anlamlarını ilimde derinleşenler bilirler. Fakat bütün
bunların zamanını (101/Karia, 4-5) kim bilebilir? Alışageldiğimiz âdetlerin
dışında seyredecek bu olayları kim deneyebilir? Kim laboratuara sokup
inceleyebilir? Nitekim onları Peygamber (s.a.s.) de bilemiyordu: ?Sana
Saat'ten/Kıyâmetten soruyorlar: Demir atması ne zaman diye. Sen nerede, onu
söylemek nerede?!? (79/Nâziât, 42-43)

Kıyâmetin kopma zamanı, kesin bir bilinmeyendir.
Böyle bir gaybı âlimler de bilemezler. Onlar ancak haberin anlamını tevil
etmeyi bilirler. Yoksa o haberin sonucunu tevil etmeyi değil. Nitekim yukarıdaki
âyetin anlamı, kıyâmetin kopacağı saatin kesinlikle bilinemez olduğudur. Bunu da
ilimde derinleşenler bilir ve ona inanırlar. Fakat kıyâmetin vâki oluş zamanını
bilemezler. Mesele kısaca şudur:
Müteşâbih sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili
yapılabilir. Anlamsal tevilini ulemâ yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili
ise o anlamın vukuuna ilişkin olduğundan, onu elbette sadece Allah bilir.

Eğer üzerinde durduğumuz yedinci âyette,
benzeşen sözler karşısında dikkat çekilen şey sadece inanmak olsaydı,
meselâ mü'minler ya da muhsinler denebilirdi. Oysa burada, bilme özelliği
ön plana çıkarılıyor. İlimde derinleşenler anılıyor. Onların özelliği de
şüphesiz düşünme ve bilmeleridir. Hz.
Peygamberin ellerini İbn Abbas'ın omuzlarına koyarak onun için şöyle duâ ettiği
söylenir: ?Allah'ım ona tevil ilmini öğret.? (Bkz. Ahmed bin Hanbel,
Müsnedü Benî Hâşim, Hadis no: 2274 ve 2731, ayrıca bkz; aynı eser: 2296, 2875
ve 2937 numaralı hadisler. İbn Abbas'ın da şöyle söylediği nakledilir:
?Müteşâbihleri Allah ve bir de ilimde derinleşenler anlar. Ben de onlardanım.').
Bu bilmede de sadece naklî değil, aynı zamanda aklî bir tarz söz konusu
olmalıdır. Yani açıkça benzeşenler üzerinde düşünülmesi istenmektedir.
Zaten Kur'ân-ı Kerim'in kınadığı da üzerinde düşünmeden ve o konudaki diğer
benzeşenlerle irtibatını araştırmadan keyfince bir anlama uymaktır.

Benzeşenler, inceden inceye düşünülmedikçe, ilk
planda muhkem âyetlerle uyumsuz görülebilirler. Zâten eğrilik arayanlar, bu
gerekçeyle keyiflerine göre bir anlama uyarlar. Benzeşenlerin anlamını istikrara
kavuşturmak için düşünmekle, fitne çıkarmak için onlara keyfince uymak ise
elbette farklı şeylerdir. Âyetin olumsuz gördüğü kuşkusuz ikinci durumdur. Yoksa
anlamak için araştırmak ve üzerinde tefekkür etmek kınanmıyor. Kaldı ki âyetin
son kısmı, benzeşenler üzerinde inceden inceye bir düşünme yapılması gerektiğini
tenbih etmektedir: ?Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.? Ayrıca,
Kur'ân'ın ilk muhâtapları arasında, müteşâbihleri diğerlerinden ayıran ve ?Bu
âyet müteşâbih olduğu için anlamayız, bunu geçelim' biçiminde bir söz nakleden
rivâyet de mevcut değildir. (Müteşâbihler
hakkında sorular soran Sabiğ adında Iraklı birisini Hz. Ömer çağırtıp döver.
Sonra da memleketine gönderir. Ancak ilgili rivâyetlerden anlaşılmaktadır ki,
olay Hz. Ömer devrindedir ve bu zat sağda solda konuşan kötü niyetli birisidir.
Bak; Dr. M. Said Şimşek, Kur'ân'da İki Mesele, Konya, 1987, S. 41-42).


İlimde derinleşenler
ve kitabın anası deyimlerinin birbirine yakınlığı da bize şunları
hatırlatmaktadır. Demek ki müteşâbihlerden, ana kaynak muhkemlere doğru bir
seyir izlenecektir. Bunu da ancak bu işin ehli, yani ilimde derinleşenler
yapabilirler. Ne var ki, âlimlerin bildikleri ve bilecekleri tevil sadece anlam
üzerindedir. Bir ya da birkaç yöndendir. Bunlar Allah'ın bilmesi yanında dâima
az kalacaktır. Çünkü Allah, sadece anlamın değil, hâdisenin de tevilini bilir.
Bu nedenle âlimler son sınıra vardıklarında hemen imana sarılacaklardır. Âyetin
devamında şöyle demeleri istenmektedir: "Ona inandık, hepsi Rabbımızın
katındandır."

Sonuç: Adem ve Havva, ilk örnektir. Bütün
insanlara göre muhkemdirler. Bütün insanlar da onlara nispetle müteşâbihtirler.
Çünkü onlar birbirine ve ilk örneklerine benzeyen nesillerdir. ?Allah'a şükür'
muhkem bir hükümdür. Anneye babaya şükür ise müteşâbihtir. Allah şöyle buyurur;
?Bana ve ebeveynine şükret!?
(31/Lokman, 14)


Muhkem, her konuda ilk ve tek örnektir, asıldır.
Bu, kitap yani cem makamıdır. Bu nedenle onlara ümmül kitap dendi.
Tekil bir kalıpla nitelendi. Oysa müteşâbihler, onlara benzerler. Bu fark
makamıdır. Bu nedenle, onlar tafsilât veren çoğul kalıbıyla nitelendi.
Zaten, benzeşme ancak tafsilâtta ve çoklukta olur.

Her şeyde bir amaç, bir de o amaca ulaştıracak
araçlar olur. Amaç ve araç konular olduğu gibi, amaç ve araç sözler de vardır.
Amaç sözler anadır, araç sözler ise onlara benzerler. Araç sözler, zihni bir
maksat için uyarır. Amaç sözler ise, yönlendirilen o maksadı belirler. Araç
sözler güzel, amaç sözler ise daha güzeldir. Araç sözler mufassal, fakat amaç
sözler muhkemdir. Araç sözün maksadını ancak ustaları bilir. Fakat amaç sözlerin
maksadını herkes bilebilir.

Kısaca, amaç sözler, yasal ve yasadışı olanı
tâyin eder. Ama araç sözler, onlara hazırlar. Amaç sözlerin çevresinde dolanır.
Amaç ve araç sözlerin hedefi aynıdır. Birbiriyle benzeşirler. Ama araç söz
kesinlik taşımaz. Bu nedenle, kalbinde eğrilik olanlar, bu iki tür sözün arasını
ayırabilirler. Bazı kişisel yorumlarla, amacı göz ardı ederek araç sözleri
izleyebilirler.