Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Kur'an'da Kalp.
Kur
Kur'an'da Kalp
Kalp kelimesi, Kur'an'da 131
yerde geçer. Kalbin eylem bildiren (fiil olarak) türevleri 36 ayette geçer.
Türkçe'deki gönül anlamında ?fuâd? kelimesi de 16 yerde kullanır.
Kur'an'a göre kalp, bir idrak
vesilesi de sayılıyor. Aslında Kur'an'daki sözlerin büyük bir kısmına muhatap
olan, insanın kalbidir. Zira, bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka
hiçbir kulağın duymasına imkân bile yoktur. O yüzden Kur'an, bu idrak aracını
iyice arındırmak konusunda kalp temizliği, kalp aydınlığı gibi ifadelerle sık
sık insanın bu yönüne hitap etmiştir.
Kur'an, kalbe duyu organlarını
sağlıklı kullanmayı, bilmeyi, anlamayı, düşünmeyi, akletmeyi, öğüt almayı,
inanmayı vb. fonksiyonları, olumsuzluklarıyla beraber isnâd etmektedir. Kalp,
sağlıklı ise bunlar pozitif; sağlıksızsa negatif bir gelişme arzeder. Kur'an,
kötü işlerin ruhu bozup insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırdığından
bahseder. ?Öyle değildir, hayır! Kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır
da kalpleri pas tutmuştur.? (83/Mutaffifin, 14). ?Ey Rabbımız! Bizi doğru
yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma.? (3/Âl-i İmran, 8).
?Onlar eğrilince, Allah da kalplerini gerçekten bâtıla meylettirdi.? (61/Saff,
5). ?...Ve (yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik, artık anlayamazlar
onu.? (6/En'âm, 25). ?İşte kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.? (7/A'râf,
101). ?...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri
katılaştı ve onların çoğu fâsık oldu.? (57/Hadîd, 16)
Bu ayetlerden de anlıyoruz ki,
Kur'an, insan için, yüce bir ruhî ve manevî ortam oluşturmak istiyor. Bu ortamın
sağlam ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli
kalmaları için sarfettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için,
Kur'an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp temiz
bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur'an, açıkça belirtiyor ki,
nefsimizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi
istiyorsak, bunlar ancak toplumun hevâ ve heves, şehvet perestlik gibi her türlü
rezaletten uzaklaşmasıyla olabilir. İnsanlık tarihi gösteriyor ki, müstekbir
güçler, toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman, önce
toplumu manevî, ruhî, kalbî yönden fesada uğratırlardı ve bu iş için fıskı
fücuru ve cinsel sapıklık ve ahlaksızlıkları halk içinde yaymaya çalışıyorlardı.
Zamanımızda da emperyalist ve
zalim güçler girdikleri ve hâkim oldukları her yerde aynı şeyi yapmaktalar.
Onlar, her şeyden önce kalpleri bozmaya çalışıyorlar. Biliyorlar ki
kalpler bozuldu mu, artık akıl da bilgi de hiçbir işe yaramaz. Üstelik, bunlar
birer zincir olup takılır insanın eline, beynine. Bu yüzden görüyoruz ki onlar,
ne okulların açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden
endişe ediyorlar. Hatta kendileri bile okul kuruyorlar. Fakat bir taraftan bütün
imkânlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat ediyorlar. Evet, onlar ne
yapacaklarını çok iyi biliyorlar; zira, ruhu-kalbi hasta olan birisi hiçbir şey
yapamaz, her türlü rezalet ve sömürüye boyun eğer.
Adamın biri, Rasulullah
(s.a.s.)'ın huzuruna gelerek:
Ya Rasûlallah! Soracak sorum
var size.
Sorunu sormadan cevabını
almak istemez misin?
Buyurun ya Rasulallah!
Sen, iyilik ve kötülüğün ne
olduğunu sormak istemiyor muydun?
Evet yâ Rasûlallah, aynısını
soracaktım size.
Rasul-i Ekrem, üç parmağını
birleştirip, adamın göğsüne hafifçe vurarak:
Bunu sen, kendi kalbine
sorsana. İnsanoğlundaki bu kalp, yaratılışı gereği iyiliklerle âşinâdır; Onlarla
huzur bulur, mutmain olur. Kötü işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara mâruz
kalır. Bu konuda gerçek fetvâyı kalbine danış, ondan al.?
Bizim vicdan azabı dediğimiz
şey, ruhun-kalbin kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığının belirtisidir. Bir zaman
Rasulullah'a iman hakkında sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: ?Bir insan,
kötü bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse,
bu, onun imanına delâlet eder.? İmam Cafer Sâdık da şöyle der: ?Mü'min
birisi, dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin
tadını anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu
maddî dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister.?
Kur'an; hem ilim, hem akıl ve
hem de kalp silahlarından yararlanan insan tipi oluşturmak istemektedir. Tüm bu
silahları, içindeki ve dışındaki düşmanlarına karşı gereği gibi kullanabilsin.
(1)
?Vücutta bir et parçası vardır.
O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin
ki, işte o et parçası kalptir.? (Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn
Mâce, Fiten 14)
Bu hadis-i şeriften de
anlaşılacağı gibi yaratılmış bakımından kalp temizdir. Ancak vücut ülkesinin
başkenti olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da; şeytan, nefis gibi
düşmanlar da orada örgütlenmeye çalışır. Devrimler, ihtilaller orada olur. Bu
uçsuz bucaksız ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalb; yani değişken
olan; halden hale giren; özetle "dönek". Bir kararda durmaması, gördüğüne
akması, bir su gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin
verilmesine neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıyla "inkılab" da "kalb"le aynı
kökten gelmiyor mu zaten?
Bu dünyanın en büyük devletine
sahip olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek;
içimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından haberdar olmak gerek.
Kur'an'ın iniş biçimi ve yeri konusundaki tartışmalarda kimi âlimler, "arş"ı
kalp olarak kabul ederler. Bu görüşü, kalp konusundaki kimi ayetler de
desteklemiyor değil. Mekânsız'a mekân olabilen kalp, insana şahdamarından daha
yakın olan Allah'ı konuk edecek kapasitede yaratılmıştır. "Andolsun insanı
biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona
şahdamarından daha yakınız." (50/Kaf, 16). "Biliniz ki Allah, kişi ile
kalbi arasına girer. Siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız." (8/Enfâl,
16)
Evet, bu müthiş mekân, Allah'a
tahsis edilip beytullah ve arşullah kılınmamışsa, imkân zâyi edilmiş demektir.
Allah, bir göğüste iki kalp yaratmadığına (33/Ahzâb, 4) göre, bir kalp, ya
Allah'a tahsis edilmiştir; ya da gayrıya. Eğer Allah'tan başkasına tahsis
edilmişse bu durumda beytullah değil; beytülmakam, beytülmal, beytüşşehvet,
beytünnefis ve hatta beytüşşeytan olur.
?Değil, başkası değil,
onların işlediği günahlar karartmıştır kalplerini.? (83/Mutaffifin, 14). Bu
karayı, bu pası temizlemek elbet kolay olmayacaktır. Nasıl temizlensin ki? En
çok kullandığımız organlar el, kafa ve kalp. Bunlar içerisinden de en çok
kullanılan kalptir. Elimizi birkaç ay yıkamadığımızı düşünelim, tiksinilecek bir
durum olur. Ya ondan çok daha fazla kullandığımız kalp? Onun ne kadar
kirleneceğini hesaplamak zor değildir. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir
noktaya getiriyor ki, kalp duyarsızlaşıyor, katılaşıyor, taşlaşıyor. ?Sonra
kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri
vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ortasından
sular çağlar, öyleleri de vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta
olduklarınızdan gâfil değildir.? (2/Bakara, 74)
Kalp katılığı, rahmet
kıtlığıyla doğrudan ilgilidir: ?Sözlerini bozdukları için onları lanetledik
ve kalplerini kaskatı yaptık.? (5/Mâide, 13). Âyette kalp katılığının illeti
olarak lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürperticidir.
Kalpler aynı zamanda sınanıyor.
Küçük kâinat olan insanın bu müthiş dünyası her an sınanmakta ve fitnelerle
karşı karşıya kalmakta. Kur'an, ?Allah'ın takvâ için kalplerini sınadığı
kimseler?den söz etmekte. Hele ?kasvet? (kalbin katılaşması), sonunda
hidayetin; kalbin yakıtı olan hidayetin tümden kesilmesine neden oluyor:
?Hatemallahu alâ kulûbihim (Allah kalplerini mühürledi)? (2/Bakara, 7).
Artık dosya kapanmıştır, mühürlenmiş ve imzalanmıştır. Vurandan başkası
çözemeyecektir o mührü. Katılık kalbin felâketi; mühürlenmekse kıyametidir. Kalp
gibi mükemmel bir coğrafyayı elden kaçıran, devlet kuşunu elden uçurmuş
demektir. Bu duruma düşmemenin en garantili yolu iç savaştır.
İnsan hayatında her savaş fâni,
iç savaş bâkîdir. Çünkü her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da
şeytanın dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Şeytan, savaşı önce yüreğinde
kaybetti, ardından cennetini kaybetti. Cenneti kaybetmenin faturasını kendisine
değil; Allah'a ve insana çıkarttı: ?Madem öyle, senin beni azdırdığın gibi,
ben de onları (azdırmak için) senin dosdoğru yoluna oturacağım. Sonra da
muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.? (7/A'râf, 16-17)
Savaşın boyutları, düşmanın
kini ve gücü oranında büyüyecektir. Şeytanınki bir kuyruk acısıdır, bu acı
yeniden diriliş gününe kadar dinecek değildir. Bu azılı düşman (aduvvun mübin)
insana öylesine çok cepheden saldırıya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve
tatil yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş
başlatması gerekmekte.
Şeytanın önlerden gelmesi,
insana dengeyi dünya aleyhine bozdurmak için, insanı kendisine verilmiş emanet
olan dünyadan soyutlamak için. Klasik yorumlar da bunu güçlendiriyor.
Arkalardan gelmesi, kalleşçe gelmesi; insanın dengesini ahiret aleyhine ve
dünya lehine bozmak için; malı, kadını, evladı, makamı ve diğer dünyalıkları
süslemesi. Soldan değil, sollardan yaklaşması, yasaklara, haramlara
meylettirmesi; ezelî ve ebedî düşmanı olan insana Allah'ın koyduğu sınırları
çiğnetmesi, bunu yaparken de çok cici bahaneler bulup insandan yanaymış gibi
görünmesi: ?Rabbinizin size bu iki ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki
melek olmamanız ya da (cennette) ebedi yaşayanlardan olmamanız içindir. Ve,
?gerçekten ben size öğüt verenlerdenim' diye de yemin etti.? (20/Tâhâ,
20-21)
Sağlardan gelmesi... En
tehlikelisi de bu galiba. İnsanın güzel eylemlerini, hasenâtını, ?salih amel?e
dönüştürmemek için kibir, gurur, riya gibi virüslerle bozması. Çalışıp
çabaladığı halde insanın eline bir şey geçmemesi, yani tam anlamıyla iflasa
sürüklenmesi. En yararlı eylemlerin içine attığı mikroplarla onları sahibi
için en zararlı bir hale getirmesi. Bütün bunları yaparken ?sürekli kötülüğü
emreden? (12/Yusuf, 53) nefsi yardımcı olarak kullanması, kötü işlerine, pis
işlerine onu koşturması... Dahası, yeryüzündeki dostlarını (evliyâu'ş-şeytan),
evliyâsını (7/A'râf, 27), ?Allah'ı bırakıp şeytanları velî edinenler?i
(7/A'râf, 30) kendi aralarında örgütleyerek bir şeytan partisi
(hizbu'ş-şeytan) kurması ve o parti aracılığıyla mü'minler üzerinde şeytanî
bir siyaset yürütmesi, onları gütmesi, onları sürüleştirmesi...
Evet, içten ve dıştan çok yönlü
bir düşmanın ilk ve son hedefi kişinin imanı; dolayısıyla imanın merkezi olan
kalbidir. Bu düşmanlar, kalbi imanın başına yıkmaya, orayı insanın ebedi
mutluluğuna yardımcı olmayan mal, makam gibi şeylerle doldurmaya çalışırlar. Bu
durumda, vakit geçirmeden bir iç savaş başlatmalı. Bu savaşın ömrü; birkaç ay,
ya da birkaç yıl değil; bir ömür olmalı. Sürekli saldırı altında ezilen imanı ve
onun mekânını bu saldırılardan kurtarmalı ve korumalı, orayı ?kurtarılmış
bölge? haline getirmeli ve imanın hakimiyetini ilan etmeli o bölgede.
Salih amelden muhafızlar, nöbetçiler dikmeli; içimizin ahalisini ayaklandırmalı
ve önce içimizin dünyasında fitne kalmayıncaya, din yalnız Allah'ın oluncaya
kadar sürmeli bu savaş. Ondan sonra da orada kurulan ?yürek devleti?ni
bileklere, topraklara, coğrafyalara taşımalı.
Esaret içimizde. Bizi önce
yüreklerimizde tutsak ettiler. İşgal altındaki bir yürekle, işgal altındaki bir
kafayla, hangi toprak parçasını kurtarmaya gidebiliriz? İmanları yüreklere
mahkûm etmişler. Yeryüzünün müstekbirleri, bizi önce yüreklerimizden vurmuşlar.
Öyle olunca elimiz, imanın iktidarından çıkmış, gözümüz, kulağımız, zihnimiz,
şuurumuz imanın iktidarından çıkmış. Bu organlarımız, imanın egemenliği
altındaki hürriyetleri kaybetmişler. İmanımızın iktidarını elinden almışlar,
hadımlaştırmışlar onu. İmana site olma istidadında yaratılan kalbimiz imana
mahbes, imana makber olmuş. ?Din, bir vicdan işidir? sloganıyla yola çıkan iman
düşmanları, kültürleriyle, eğitimleriyle, medyalarıyla, şeytanca oyunlarıyla
koca bir devi Alaaddin'in lambasına geri sokmayı başarabilmişler.
Onlar bilmekteler imanın
gücünü. Bilirler; o zorla tıkıldığı yerden çıktı mı bir, kimse zaptedemez onu.
Bu nedenle, onu mahkûm etmek için ne lazımsa onu yaparlar, hiçbir şeytanî
fedakârlıktan kaçınmazlar. İmana sıradan zincirler vurmazlar. O zincirler,
altındandır, gösterişlidir, sanat eseridir, hatta bazan teknolojinin en son
harikasıdır, şeffaftır. Onu farkedecek kadar basiretiniz varsa, bu kez de onun
tutsaklık zinciri değil; yüce efendilerin hediye ettiği bir kolye olduğuna
inandırmaya çalışırlar. Kendilerine hevâ ve heves adına hizmet etmeyeni ?dâvâ?
adına, ?hizmet? aşkına ve hatta ?din? adına hizmet ettirirler. Sağmayı, binmeyi
ve yük vurmayı iyi bilirler onlar.
Eğer görünen ve görünmeyeniyle,
değerli ve değersiziyle imanımıza vurulan tüm zincirleri kırabiliyorsak; o zaman
iman, gözümüze fer, gönlümüze nur, dizimize derman, dilimize ferman olacaktır.
Yani, özetle iman, ?iman? olacaktır.
Zorla kurdukları; ezerek,
yakıp-yıkarak, asıp-keserek kurdukları düzenlerden korkmayınız. Korkmayınız,
çünkü ?Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek
yakında bileceklerdir.? (26/Şuarâ, 227) Asıl korkulacak şey, bu düzenlerini
kalbimize kadar sokmalarıdır, vücudun başkentini işgal edip ele, ayağa, göze,
kulağa, başa, bileğe hükmetmeleri, bütün bunları kendilerine hizmet
ettirmeleridir. Örneğin kapitalizm adı verilen zulmün ekonomiyi
yönlendirmesinden ziyade, asıl korkumuz bu mikrobun yüreklerimize kadar yayılıp
ahlakımıza, düşüncemize, eylemlerimize, tavırlarımıza yansıması.
İslam'ın erdemlerine
ulaştığımız vakit, ?devrim? içimizde gerçekleşecek, gönül ülkemize iman hâkim
olacak, yani dâru'l-İslam olacak kalbimiz. Sınırsız ve sınıfsız yürek
devletimizde, bir ferdi dışarıda kalmamacasına konuk edeceğiz İslam ümmetini.
Böylece, önce içimizde oluşturacağız vahdeti. Vahdet tâciri değil; gerçek
muvahhid olacağız ve Allah'a layık bir hale gelecek gönlümüz. ?Kuluna şah
damarından daha yakın olan?ı buyur edeceğiz. ?Ey mekândan münezzeh olan!
Senin için istiğfarımla temizleyip, gözyaşlarımla yıkayıp, zikir ve tesbihle
süsleyip, ilim, irfan ve hikmetle döşeyip, takva ve ihsanla aydınlattığım
kalbime buyur.? diyeceğiz. Elbette Allah o zaman rahmetiyle buyuracak,
mağfiretiyle buyuracak, sekînetiyle buyuracak, tecellisiyle doyuracaktır. Asıl o
zaman gerçekleşecek selîm kalp, eğer taşa dönüşmemişse kalbimiz, içimizdeki
fırtına dinecek, gönül okyanusu sükûnet bulacak, böylece içimizdeki dünyanın
keşfi, yeniden gerçekleşecektir: ?Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın
zikriyle tatmin olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle
tatmin olur.? (13/Ra'd, 28)
İşte bu, iç savaşın zaferidir.
Artık kalp devleti kurulmuştur. Onu kurmak bir savaşı gerektiriyorsa, korumak ve
dışarı taşımak bin savaş ister. Durmak isteseniz de duramazsınız artık.
İçinizdeki saadetin öbür adı olan yürek devletini, yaşadığınız dünyaya hâkim
kılmak için gerekli olan eylemleri, kalbiniz size danışmayacaktır bile.
Organlarınız ona muhalefet etse de, aklınız onu onaylamasa da, o kendine özgü
yöntemlerle ve imkânlarla gerçekleştirecektir görevini. Biliyorsunuz; ?gönül
ferman dinlemez.?
Kalbe özgü imkânların başında
dünyanın en hassas ve gelişmiş radarı diyebileceğimiz basiret ve
ferâset gelir. Herkesin bildiği gözler dışında bir gözden daha söz eden
Kitab'ın diline kulak verelim: ?Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; ancak
göğüslerdeki kalpler kör olur.? (22/Hacc, 46)
Bu vericimizle, uzaklığı ne
olursa olsun bir dostumuza muhabbet sinyalleri gönderebili-riz. İrtidadın ve
nifakın tabiat haline geldiği bir toplumda gerçek mü'mini bu radarlarımızla
tanıyabibiliriz. Bununla okuyabiliriz Allah'ın evrendeki ayetlerini (51/Zâriyât,
20), nefislerimizdeki âyetlerini (51/Zâriyât, 21) ve bilgisine sahip olabiliriz.
Bu bilgiyi "kitab-ı mestûr"un âyetleriyle çakıştırarak "hikmet"i bulabiliriz.
Bilmeliyiz ki; "Kime hikmetten bir pay verilmişse ona çok hayır verilmiştir."
(2/Bakara, 229)
İşte o zaman nicedir yayınını
durduran kalbimiz başlayacak yayın yapmaya. İçimizdeki dünyanın en hassas
radarları göğün ve yerin sevap görüntülerini yakalayarak kaydedecek kalp
arşivimize. O zaman, yalnız bilmeyip, anlayacak (irfan); yalnız bakmayıp,
göreceğiz (basiret). Her ayet, içimizde yeni bir ufuk açacak. "Allah'ın
göğsüne bir inşirah verdiği, Rabbinden bir nur üzere olan" (39/Zümer, 22)
biri olacağız. En gelişmiş telsizlere, telefonlara, telexlere taş çıkartan bu
imkânı çalışır ve işler duruma getireceğiz. Rabbımızla aramızdaki ilişkiyi o
hassas cihazla kontrol edeceğiz. O bizi sürekli uyaracak, otokontrol görevi
yapacak.
Karıncanın ayak seslerinden
daha usul gelen şirki duyacak, tüm maharetlerini kullanarak ve maskelerini
takarak gelen nifakı bu radarla tanıyacağız. Kulağımıza Rabbımızın adı geldiği
zaman onun ibresi oynayıverecek; Allah'ın ayetleri okunduğu zaman kalplerimiz
ürperecek ve imanlarımızı artıracaktır. "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman, yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman
imanları artar ve Rablerine tevekkül ederler." (8/Enfâl, 2)
"Ârif" olmadan "âlim" ,
"müttakî" olmadan "mücâhid" olunamayacağını bilmemiz gerekiyor. Kalbe hangi güç
hakimse o bedene de tüm fonksiyonlarıyla birlikte "o güç" hakimdir. İşgal
olunmuş bir kalbin sahibinin hürlük iddiası, beylik bir iddiadır. Kişi gönlünü
neye kaptırmışsa gözü de onda olacaktır. Kişi gönlünü kime kaptırmışsa yüzü de
ona dönük olacaktır, başka değil. (2)
"Fitneler, kalplere peş peşe
isabet ederler. Hangi kalp, o fitneleri kabul eder de sindirirse, o kalpte siyah
bir nokta oluşur. Hangi kalp de o fitneleri kabul etmezse; o kalpte beyaz bir
nokta oluşur. Bu şekilde kalpler iki çeşit olurlar. Beyaz olanı, beyaz ve sert
sefa taşı gibidir. Yeryüzü ve gökler, yerinde kaldığı müddetçe ona fitneler
zarar veremez. Siyah olan diğeri ise, içinde olanı dökülmüş bir kap gibi
kupkurudur. Ne iyiliği bilir, ne de kötülüğü inkâr eder, ancak hevâ-i nefsiyle
hareket eder." (Müslim, 144)