Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Allah Yolunun Yardımcıları
Allah Yolunun Yardımcıları 
 
 
Allah Yolunun 
Yardımcıları 
 
 
 
Ensâr, lügat itibarıyla "yardımcılar" demektir. 
Mekke'den Medine'ye hicrette, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ve muhâcirlere kucak açıp 
tüm imkânlarıyla yardım eden Medine'li müslümanlar... Istılâhî/terim anlamı bu 
olsa da, çok daha geniş bir muhtevâ içerdiğini görüyoruz. Ensârı, saâdet asrı 
ile sınırlamak meseleyi daraltmak olur. Bu kavramın anlam zenginliğini şu âyette 
görmek mümkün: "Ey iman edenler, siz Allah'ın ensârı (yardımcıları) olun. 
Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: 'Allah'a giden yolda benim ensârım 
(yardımcılarım) kimlerdir?' deyince, havârîler demişlerdi ki: 'Biziz ensârullah 
(Allah'ın -dininin/yolunun- yardımcıları)' İsrâiloğullarının birtakımı böylece 
iman etmiş, birtakımı da küfre girmişti. Nihâyet Biz o iman edenleri, 
düşmanlarına karşı destekledik de böylece üstün geldiler." (61/Saff, 14) 
 
İşte tüm mü'minlere ensâr olmaları için çağrı. 
Hem de Allah'ın yardımcıları şeklinde bir ifâde tarzı... Âciz kulların Samed 
olan Allah'a yardımı... Anlamakta zorlandığımız incelik... Kulun Allah'a 
yardımcı olduğu mevkîden daha yüce makam olabilir mi? Nimetleri içinde bundan 
daha büyük ikram, izzetler içinde bundan daha ileri şeref düşünülebilir mi? 
Allah'ın bu sıfatlarla tavsîfi; yani "Allah'ın yardımcıları"; en güzel takdir ve 
taltif... Yardımdan ve yardımcıdan münezzeh olan şânı yüce Allah, oldukça nâzik 
ve nezih bir çağrı ile teşvik ve tebcil ediyor. O, bizim yardımımıza değil; biz 
O'na yardımcı olmaya muhtacız. Nusret-i İlâhî ve Rahmet-i Rabbânî ile temasa 
geçmenin formülü de budur: "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım 
ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz." (47/Muhammed, 7) 
 
Kulluk bilinci ile İslâmî sorumlulukları 
kuşanmaya bundan daha mükemmel bir teşvik tarzı mümkün mü? Ne güzel isim: 
Ensârullah/Allah'ın yardımcıları.!.. Allah'ın yardımıyla buluşmanın ve Ona 
kavuşmanın yolu... Yarsız ve yardımcısız kalmamanın garantisi, yardım üzere 
olmak. Allah'ın dâvâsını sahiplenmek. Allah'tan bize sunulanı O'nun yolundan 
esirgememek. Ayaklarımızın sâbit olması, direniş ruhunun tazelenmesi, çözülmenin 
ve dökülmenin önlenmesi, ancak "yardım ediyor olmak" ile mümkündür. Yaradan'ın 
yardımına müstehak olmanın mutlak güvencesi, ensâr olabilmek. O'nun yardımını 
beklemeden mevcut imkânları O'nun için tahsis edebilmek... "O verirse veririm" 
değil; vermiş olduklarını elden çıkarabilme gücünü kendinde bulmak... Tercihini, 
yardım beklemekten önce, yardım etmekten yana yapanlara yönelik diğer bir uyarı 
şu ifâdelerde kendini gösteriyor: Nitekim Meryem oğlu İsa havârîlere: 
'Allah'a giden yolda benim ensârım (yardımcılarım) kimlerdir?' dedi..." (61/Saff, 
14) 
 
Hz. İsa gibi bir peygamberden böylesi bir soru 
ve talebin sâdır olması ne demek oluyor? Bir peygamber buna ne diye ihtiyaç 
duysun? Vahiyle desteklenen, Allah'ın koruması altında bulunan Hz. İsa (a.s.)'nın 
dudaklarında "men ensârî? / ensârım, yardımcılarım kim?" sorusunu 
terennüm etmesindeki hikmet ne olabilir? Bu yolda, bu dâvâda "Ben yalnız 
yaparım, mücâdelemi tek başıma verebilirim" anlayışı esas alınmıyor. Müşterek 
sorumluluğa çağrı ve vurgu önceleniyor, onun şahsında cemaat ruhu ve şuuru 
tescilleniyor. "Birlikte yola çıkabileceğim kim var?" Bir yapılanma vurgusu, 
örgütlenme teması... Allah'a giden yolda bireyselliği aşmak... Kollektif ruhun 
bireyleri kuşatması... İlâhî irâdenin murâdı, ferdî irâdenin cemaat irâdesi ile 
bütünleşmesi. Ve maksat hâsıl oluyor: "...Havârîler demişlerdi ki: 'Biziz 
ensârullah (Allah'ın -dininin/yolunun- yardımcıları)..." 
 
Tek tek, fert fert değil; birlikte, müştereken 
ensârullahız. Ben değil, biz. Tekil değil, çoğul zamiri. Ayrıca şu soruya da 
cevap bulmak gerekiyor: Hz. İsa'nın "Allah'a giden yolda benim ensârım kim?" 
sorusunu ve çağrısını onun yaşadığı zaman dilimi ile sınırlamak mümkün müdür? 
Yalnız o döneme ve o topluma münhasır bir olay mıdır? "Men ensârî?" sorusunun, 
bu gün için, bizler için geçerliliği yoktur diyebilir miyiz? İşte meselenin can 
alıcı noktası; bulunduğumuz konumda, şartlarımız ne olursa olsun; "Biziz 
ensârullah" diyebilmek... Çağın ve hayatın gürültüsü içinde, "kim ensâr olacak?" 
çağrısını duyabilmek ve duyurabilmek... Güncelliğini ve geçerliliğini 
kaybetmeyen hayatî soru... "Ey iman edenler!..." (47/Muhammed, 7) 
tarzında gelen hitap da zâten tüm zamanların mü'minlerini kuşattığının isbâtıdır. 
 
Geriye şu soru kalıyor: "Nasıl bir ensâr? Bu 
oluşumun vasıfları nedir? Hangi meziyetler ile donanmışlardır?" İşte bize 
öncelik ve önderlik edecek ensâr... İşte Allah'ın râzı olduğu ensâr. Yeryüzü 
ışıkları. Karanlıkla kavgalı, aydınlık müjdecileri. Zulmün ve zulmetin hasmı, 
direniş ve diriliş erleri. Ensâr olmanın gereğini şöyle isbatlama yoluna 
gitmişlerdi: Akabe günü Rasûlullah'tan gelen en ağır şartları tevekkülle 
karşıladılar. Yesrib'lileri temsîlen Esad bin Zürâre: "... Bütün bunları 
dillerimizle, gönüllerimizle, güçlerimizle, getirdiğine iman ederek, 
kalplerimize yerleşen bilgiyi tasdik ederek 'evet' dedik. Hepsi için sana biat 
ediyoruz. Rabbimiz ve sana biat ediyoruz. Allah'ın kudreti hepimizin kudretinin 
üzerindedir. Kanlarımız senin kanını, vücudumuz senin vücudunu koruma yolunda 
fedâ olsun. Öz canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuzdan daha 
fazla seni koruyacağız. Bunları ancak Allah için yapacağız. Ey Allah'ın Rasûlü, 
sözümüz sözdür..." 
 
Ensâr olmanın ifâdesi olan bu sözleşme, zorlu 
bir sınava dönüştü. Karşılığı cennet olan alış-verişte ahde vefâ bozulmadı. 
Biatın bedelini ödemekten kaçınılmadı. Bedir savaşında kendini gösterdi. Savaş 
öncesi değerlendirmede ensârın görüşü şu ifâdelerle tarihe geçiyordu: "Yâ 
Rasûlallah! Eğer savaşmamızı istersen biz sana İsrâiloğullarının Mûsâ (a.s.)'ya 
dedikleri gibi 'Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız' demeyiz. 
Bizi Berku'l-Ğamad'a sevketmiş olsan bile senin peşinden gideriz. Bize, denize 
dalmamızı emretmiş olsan, tereddütsüz dalarız..." (Ahmed bin Hanbel, Müsned) 
 
İslâm Devletinin hangi ruhla teşekkül ettiğini 
görüyoruz. Gözünü ve gönlünü dünyaya değil; dünyanın ötesine çevirmiş bir ensâr... 
Muhâcirlerden Abdurrahman bin Avf'la kardeş ilân edilen Sa'd bin Rebî, 20. asrın 
mantığının kavramakta âciz kalacağı bir teklifle kardeşi Abdurrahman'a 
yöneliyor: "Kardeşim, ben Medine'nin en zenginiyim. Bak, malımın yarısını sen 
al. İki karım var. Bak, hangisi hoşuna gidiyorsa, boşayayım, onunla evlen." (Ahmed 
bin Hanbel, Müsned) 
 
"Ensâr nasıl olunur?" Konusuyla ilgili dersi 
almaya çalıştığımız ensâr... Nefsî/hevâî tutkuların aşıldığı, kardeşlik ruhunun 
arındırdığı bir dünya... Temiz gönüller, tertemiz bir toplum. Allah'ın tanıtımı 
şöyle: "Daha önceden (Medine'yi) yurt edinmiş ve gönüllerine imanı 
yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi 
beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık 
hissetmezler. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile, (onları) kendilerine tercih 
ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluşa 
erenlerdir." (59/Haşr, 9) 
 
Ebû Hüreyre'den gelen şu rivâyet konuyu daha da 
anlaşılır kılıyor: "Rasûlullah'a açlıktan bîtap düşmüş birisi gelerek yardım 
istedi. Rasûlullah, "Şu açı kim yemeğine ortak eder, ya da misafir eder?" 
dedi. Ensardan birisi kalkarak o kişiyi evine götürdü. Halbuki evinde 
çocuklarının yiyeceğinden başka bir şey yoktu. Yine de aç kalmış sahâbîyi 
doyurdu ve karısı ile kendisi aç sabahladılar" (Buhârî). Yukarıdaki âyetin 
nüzûlünde bunu görüyoruz. 
 
Böylece "nasıl bir ensâr?" sorumuz cevap 
buluyor. "Ey iman edenler! Allah'ın ensârı olun!..." (61/Saff, 14) 
âyetinin sırrını çözmeye başlıyoruz. Hz. Peygamber'in Huneyn sonrası, Kureyş'ten 
bazılarına kalplerini İslâm'a ısındırmak için ganîmetlerden fazlaca ihsanda 
bulunması, bazı ensâr gençlerinin sızlanmasına neden olmuştu. Hz. Peygamber 
onları topladı, yaptığı konuşmada: "Ey ensâr! İnsanların dünya nimetlerine, 
sizinse Allah'ın Rasûlüne sahip olmanız, O'nu yurdunuza götürmeniz sizi memnun 
etmiyor mu?" Ensâr gözyaşları dökerek: "Rab olarak Allah'tan, pay olarak 
Rasûlullah'tan râzıyız" dediler (Buhârî). 
 
İşte ensârullah olma kararlılığını taşıyanlara 
hareket noktası. Saâdet asrından asrımıza yürüyen ensâr bilinci... Ve şimdi 
bizler "ensârsız" bir dünyanın garipliğini yaşıyoruz. Çileli ümmet ve çaresiz 
beşeriyet, ensârını hasretle bekliyor... Akîdesinden aldığı güçle Akabe'sinde 
Medine'sini projelendirecek ensâr.. Sa'd bin Rebî'nin mantığını ve ufkunu 
yakalamaya namzet ensâr.. Evet, ensâr arayışı, ensâr beklentisi, "men ensârî?" 
sorusu... İman edenlerin gündemini ve görevini belirleyen soru: "Kim ensâr 
olacak?" 
 
Mazlum Filistin, mahzun Kudüs... Lânetli 
yahûdinin iğrenç hesapları, kazılan tünel, toprağa gömülmek istenen Mescid-i 
Aksâ... Yani onurumuz, özgürlüğümüz... Mescid-i Aksâ'dan yükselen çığlık; "men 
ensârî? Yok mu ensârım? Kim yardım edecek? Sahipsiz miyim?" Bu çığlıktır 
ki, Selâhaddin Eyyûbî'ye "Mescid-i Aksâ ağlarken ben gülemem!" dedirtmişti. 
Şimdi bu sorular bizim tarafımızdan cevap bulabilecek mi? Yoksa Abdulmuttalib'in 
tutumuna mı özeneceğiz? Ebrehe'lerin işgâline getireceğimiz yorum şöyle mi 
olacak?: Kâbe'nin Rabbi var, ona sahiplik edecek, O koruyacak. Mescid-i Aksânın 
sahibi Allah'tır. Biz davar sürülerimizin, sermayemizin sahibiyiz." Sonuçta sürü 
ile bütünleşmek, sürü ile sürünmek ve sürüleşmek... Sorumluluğu Ebâbil kuşlarına 
bırakmak... Yüksek tepelerden gelişmeleri seyretmek... Dün Mekke'nin 
tepelerinden bu gün ekranlardan Ebrehe'lerin ve Ashâb-ı Uhdud'ların dikkatli ve 
meraklı izleyicileri olmak başarısı(!) bize âit... Ebâbil'i beklemek... 
Beklerken olup bitenleri görmek... Bugün, sanki gökyüzünde uçan Ebâbil kuşları 
Kudüs'e indi, Filistin'li çocuklar Ebâbil kesildi. Taşlarını atmaya durdular. 
Filistinlinin avucundaki taş, Mescid-i Aksâ sevgisine attığı taş, Ebâbil'in 
taşına ne kadar da benziyor... Nasıl da isâbet ediyor. Kararlı, korkusuz bir 
atış... Bize düşen, bizden istenen atmaktır... 
 
"Attığın zaman sen atmadı, fakat Allah attı. 
Bunu, mü'minleri güzel bir imtihan ile denemek için yaptı..." 
(8/Enfâl, 17). Bedir'de Rasûlullah'ın müşrik 
hedefe attığı çakıl taşları ve işi neticelendiren Yüce Allah. Atışın öldürücü 
bir darbeye dönüşmesi için, tam bir sadâkatle Allah'a yönelip elin taşa uzanması 
ve eylemin gerçekleşmesi şart... Düşman büyük, taş küçük, hiç önemli değil... 
Unutmayalım: Allahu Ekber... Duâya duran eller... Yardım talep eden diller... 
Önce fonksiyonel el, aksiyoner el olmak zorunda. Eller devreye girmeden yalnızca 
dil ile: Ebû Lehebin ellerinin kuruması bekleme hakkımız kalmıyor. Bu şerefi 
Rabbimiz bize teklif ediyor: "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle 
onları cezâlandırsın, onları rezil etsin ve size de yardım etsin, mü'min 
toplumun kalplerini ferahlatsın." (9/Tevbe, 14) 
 
Allah'ın bize belirlediği hedef ve şeref bu 
iken, kendi cephemizde durum nedir? Gâyemiz, gayretimiz neye yönelik? Ne anlam 
ifâde etmekte, neyi temsil etmekteyiz? Yapageldiğimiz askerlik nasıl bir ensâra 
çağrışım yapmaktadır dersiniz? Ödeyegeldiğimiz vergiler ne tür bir yardımcı 
konumuna itmekte bizleri? Tüketim standartlarımız, hangi güçlerin hizmetinde 
olduğumuzu ispatlar mâhiyette değil mi? Mesâimizi, bağlantımız, beklentimiz, 
yani kendi gerçeğimiz, gerçekten ensâr olup olmadığımıza ışık tutmuyor mu? 
Akîdenin onaylamadığı bir hayatın yükü altında ezilmişliğin hâlet-i rûhiyesi ile 
ensâr olma keyfiyetini ne nisbette yakalayabileceğiz? 
 
Biz böylesi bir çelişkinin sıkıntısını taşırken, 
Kur'an'ın: "Ey iman edenler! Allah'ın ensârı olun..." (61/Saff, 14) 
uyarısı ile ürperiyoruz. Çepeçevre bizi kuşatan sorumluluklarla irkiliyoruz. 
Ensârını bekleyen nasırlı eller, varoşlardaki sefiller... Gecekondu enkazına 
tutunmuş ıslak gözlü yurtsuzlar... Yoksulluktan bîtap, ilâçtan mahrum, 
reçetesine baka kalan bîçâreler... Morgda cenâzesi rehin, ölü benizli diriler. 
Üniversite kapılarında mazlum, başörtüsünü gözyaşı mendili yapmış sahipsizler... 
Çadır kentlerde istiflenmiş insan yığınları... Vücudun yüksek ateşiyle kışın 
şiddetine direnen yakıtsız ve yardımsız nesiller... İki ateş arasında seslerini 
ancak Rablerine duyurabilen acılılar... Tehcir, tahkir, tâciz, talan kapanında 
kalan kitleler... 
 
Çileli, mahzun, mahrum, ürkek ve titrek 
sesleriyle dilekçelerini Allah'a arz ile "metâ nasrullah; Allah'ın yardımı ne 
zaman?" , "men ensârî; kim yardımcı?", "Rabbimiz! Katından bize bir sahip, 
tarafından bize bir yardımcı gönder" diyen mustaz'aflar, çocuklar ve 
kadınlar... Ensârullahı bekleye dursunlar! Ya ensârullah kimi bekler? Umutları 
kimin için? Kızılay mı, Kızılhaç mı? Birleşmiş Milletler mi? Uluslar Arası Af 
Örgütü mü? İnsanımızın acısını ve yardım talebini onlara mı ihâle ettik yoksa? 
"Demokratikleşme paketi", "özgürlük vaatleri", "insan hakları taahhütleri", 
"politik teminatlar", resmî güvenceler", "temiz eller", "temiz toplum", pembe 
toplumlar... Yardım beklentileri bu eksende mi gerçekleşecek? 
 
Kafelerde şaşkın gençliğin, iğrenç görüntüsü 
aldatmasın bizi... Zevk u sefâ çığlıklarında, "kim yardım edecek bize?" 
sorusunun saklı olabileceğini anlamaya çalışalım... Uyuşturucu mafyasının 
materyali nesillerin, derinden "men ensârî?" sorusunu seslendirmekte olduğuna 
şâhit olabiliriz. Stadyumlardaki coşku bir huzur ve tatminin değil; bir isyanın 
ve intikamın ifadesi olsa gerek... Tüm bunlar ensârsızlığın bedeli olarak ele 
alınamaz mı? 
 
Her yönden ve her kesimden; "metâ nasrullah?", 
"men ensârî?" soruları kuşatmış dünyamızı ve gündemimize oturmuş durumda... Ya 
bu sorular cevapsız kalırsa, cevaplar ya âhirete ertelenirse, nasıl altından 
kalkarız? Sorularımızın çözümü bu sorulara cevap vermemizdedir. Güvenimizi ve 
gücümüzü yenileyerek: "BİZİZ ENSÂRULLAH!" diyebilmeliyiz artık. "Biliniz ki, 
gerçekten Allah'ın yardımı yakındır." (2/Bakara, 214) . İşte o yardım biziz. 
Çünkü bizler ensârullahız. Tam o sırada demezler mi? Buyrun ispatlayın!... (2) 
 
 



