Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Zafer

Zafer


Zafer:




Zafer, tırnak anlamındaki ?zufur?dan alınmıştır.
Kuşun tırnağı, silâhı durumunda olduğundan zufur kelimesi, kuşun tırnağına
teşbîhen silâh anlamında da kullanılır. Zafer ise başarmak, gâlip gelmek
demektir.

?Mekke'nin göbeğinde, sizi onlara gâlip
getirdikten (azferakum) sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan
çeken O'dur. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.?
(48/Fetih, 24). Bu âyette ?azferakum? fiili,
?sizi gâlip getirdi? demektir. Şimdi, Allah'ın müslümanlara yardım edip onları
zafere ulaştırdığını belirten bazı âyetleri gözden geçirelim: ?(O gün) Onları
siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; (Ey Muhammed,) attığın zaman sen
atmadın, fakat Allah attı. Mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için (bunu
yaptı). Doğrusu Allah işitendir, bilendir.? (8/Enfâl, 17). Bu âyette, Yüce
Allah'ın, Peygamber'e ve iman edenlere olan büyük yardım ve desteği
belirtiliyor.

Mü'minler, Bedir Savaşında İslâm düşmanlarını
öldürmüşler, ama gerçekte o kâfirleri, onlar vâsıtasıyla öldüren Allah'tır.
Çünkü Allah mü'minlere yardım etmiş, onlara güç ve cesâret vermiş; düşmanlarının
yüreklerine korku salmış; Allah'ın yardımıyla ve sarsılmaz iman ile savaş
alanına atılan mü'minler, aslanlar gibi düşmanı biçmişlerdi. Bu, onların kendi
güçleriyle değil; Allah'ın yardımıyla olmuştu. Âdetâ Allah, mü'minlerin ellerini
kullanarak kâfirleri öldürmüştü.

Allah'ın elçisi (s.a.s.), savaş başlamadan önce
yerden bir avuç taş-toprak alıp kâfirlere doğru: ?Yüzleri kötü olsun!?
diyerek atmıştı. Âyette Rasûlullah'ın bu atışına işaret edilerek: ?Attığın
zaman sen atmadın, fakat Allah attı!? buyurulmuştur. Allah'ın elçisi o bir
avuç çakıl taşını atarken Allah ile öylesine rûhânî bir yakınlık içinde ve
öylesine Allah sevgisi ile dolu idi ki, kendisini Allah yönetiyordu. ?Kulum
öyle bir dereceye gelir ki, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli,
yürüyen ayağı Ben olurum. Benimle görür, Benimle işitir, Benimle tutar, Benimle
yürür.? (Buhârî, Rikak 38) kudsî hadisinin belirttiği mânevî yüceliğe
ermişti. İşte bu halde attığı çakıl taşlarını, gerçekte onun eliyle Allah
atmıştı. Artık bu İlâhî tecellî, bu İlâhî yardım karşısında hangi maddî güç
durabilir?

?O zaman şeytan onlara yaptıkları işi süslemiş:
?Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur (korkmayın), ben sizin
yanınızdayım!' demişti. Fakat iki topluluk birbirini görünce iki ökçesi üzerine
(geriye) dönüp: ?Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben
Allah'tan korkarım, zira Allah'ın cezâsı çetindir!' demişti. Münâfıklar ve
kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için): ?Bunları dinleri aldatmış,
(baksana başa çıkamayacakları bir kuvvetle savaşmaya kalkıyorlar)' diyorlardı.
Oysa, kim Allah'a tevekkül edip dayanırsa şüphesiz Allah, daima gâlip, hüküm ve
hikmet sahibidir.? (8/Enfâl, 48-49).
Bedir savaşı konusunda inen bu âyetlerin öncesinde Allah'ın, çoğu az
göstermesinden bahsedilir. Böylece müslümanların korkup morallerinin bozulması,
cesâretlerinin kırılması, birbirleriyle savaş konusunda anlaşmazlığa düşmesi
engellenmiş oluyordu.

Savaş öncesi, Ebûbekir'le birlikte gölgelikte
duran Peygamber (s.a.s.), Rabbine duâ ediyordu. Bir aralık daldı, ayıldığında
yanındaki Ebûbekir'e: ?Müjde! Allah'ın yardımı geldi. İşte Cebrâil, ağzında
su bulunan bir atın yularını tutmuş güdüyor? dedi. Sonra dışarı çıkıp
ashâbını savaşa teşvik etti: ?Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah'a
yemin olsun ki, bugün sabırla, sebatla, Allah rızâsı için, kaçmadan düşmanla
savaşanı Allah cennete sokar? dedi. Umeyr ibn el-Humâm, elinde yemekte
olduğu birkaç hurmayı atarak: ?Demek şimdi benimle cennete girmem arasında şu
adamların öldürmesi varmış? dedi. Kılıcını alıp savaşa daldı ve şehid edilinceye
dek savaştı (İbn Hişâm, Sîret II/267-268).

Enfâl Sûresinin 47-48. âyetlerinde, kâfir Kureyş
ordusunun durumu resmedilmektedir. Onların bütün çabası, gösteriş ve Allah
yoluna engel olmaktır. Şeytan onların yaptıkları kötü işleri gözlerine süslü
göstermiş, kalplerine kendilerini kimsenin yenemeyeceği gururunu sokmuş,
kendisinin de onlarla beraber olduğunu söyleyerek, onları aldatıp savaşa sürmüş,
fakat iki topluluk karşılaştığı zaman kâfirlerin göremediği şeyleri; mü'minlerin
sarsılmaz durumunu, Allah'ın onlara yardımını görünce aldattığı insanları
bırakıp dönmüş, onların yaptıklarından uzak olduğunu, Allah'tan korktuğunu
söyleyip gitmiştir.

Âyetteki ?şeytan? kelimesiyle Arapların ileri
gelen liderlerinden birinin kastedilmiş olması da kuvvetli ihtimaldir. Çünkü
Kur'ân-ı Kerim'de kötülüğe teşvik eden insanlara da şeytan denmiştir. ?De ki:
?Sığınırım ben, insanların Rabbine. İnsanların pâdişahına, insanların ilâhına: O
sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine (kötü düşünceler)
fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin
şerrinden Allah'a sığınırım).? (114/Nâs, 1-6), ?Böylece Biz, her
peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.? (6/En'âm, 112)


İşte bu gerçeği göz önünde tutarak bu âyetteki
şeytan tâbiriyle de Kureyşlileri kışkırtıp savaşa sürükleyen, işin ciddiyetini
görünce de savaş alanından dönüp giden veya hiç savaşa katılmayan müşrik
liderlerden birinin kastedildiği değerlendirilebilir. Yahut, bu âyetle
kâfirlerin, şeytanın vesveselerine kapılarak, kaba kuvvetlerine güvenerek
kendilerini felâkete sürükledikleri anlatılmıştır. Hasan-ı Basrî'ye göre şeytan,
insan kılığına girmemiş, fakat vesveseleriyle müşriklerin kalplerine attığı
düşüncelerle, onların yaptıkları işi gözlerine süslü göstermiştir (F. Râzî,
Mefâtihu'l-Gayb, 15/174).

İki topluluğun durumunda tam bir tezat simetriği
vardır: Biri Allah'a güveniyor, ötekisi kendi gücüne. Birinin yardımcısı Allah,
ötekinin teşvikçisi şeytan. Melekler mü'minlerin yanından ayrılmazken,
dostlarını kışkırtıp savaşa süren şeytan, onları kritik anda yalnız bırakıp
kaçıyor ve yaptıkları işten de uzak duruyor. Kâfirler güçlerine dayanarak yola
çıkmışlardı. Müslümanların dayanağı ise Allah'a imanları, O'nun yardımına
güvenleri idi.

Enfâl Sûresi 49. âyette münâfıkların ve kalbi
hasta olanların, Kureyş ile çarpışmaya giden müslümanlar için ?bunları, dinleri
aldatmış, ne yaptıklarını bilmiyorlar. Şu bir avuç insanla kendilerinden kat kat
fazla bir kuvvete karşı nasıl çarpışacaklar?? dedikleri anlatılmakta, Allah'ın,
kendisine tevekkül edenlere Azîz ve Hakîm sıfatları ile tecellî edeceği
vurgulanmaktadır. Yani Allah, güçlüdür, daima gâliptir. Kendisine tevekkül
edenlere yardım eder, güç verip onları gâlip getirir. O hükümdardır, dilediğini
yapar, hiçbir şey O'nun irâdesini engelleyemez.

?İnkâr edip kâfir olanlar, Allah yolunda engel
olmak için mallarını harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine dert
olacak, nihâyet mağlûp olacaklar ve kâfirler cehenneme sürüleceklerdir. Ki,
Allah, murdarı temizden ayıklasın ve bütün murdarları birbiri üzerine koyup
yığsın da hepsini cehenneme atsın. İşte ziyana uğrayanlar onlardır.?
(8/Enfâl, 36-37). Bu âyetlerde anlatıldığı gibi, kâfirler topladıkları malları
nasıl birbiri üstüne yığarlarsa, Allah da onların eylemlerine uygun olarak
kendilerini birbiri üzerine koyup yığmakta ve hepsini cehenneme atmaktadır.
Yahut onların eylemlerini, harcadıkları malları birbiri üstüne koyup cehenneme
atar. Her iki mânâ da muhtemeldir (F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 15/161).


Kâfirler bu malları müslümanlarla savaşmak için
yığmışlardı. İşte o yığdıkları mallar, mü'minler için değil, kendileri için ateş
olmuştur. Onların, kaybedenlerden oldukları vurgulanmaktadır. Yani bütün
çabalarının boşa gideceği, hiçbir sûretle mü'minleri yenemeyecekleri, mallarıyla
birlikte canlarının da birbiri üstüne devrilip cehenneme gideceği
bildirilmektedir. Kâfirlerin birbiri üstüne yığılmasında, savaş alanında
devrilip ölenlerin, birbiri üstüne düştüğüne işâret olabileceği gibi, bunların
bir çukura doldurulmuş olmasına da işâret vardır. Rivâyete göre Rasûlullah
(s.a.s.) bunların cesetlerini bir kuyuya doldurmuş, sonra: ?Biz Rabbimizin
bize vaadini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaadettiğini gerçek buldunuz
mu?? diye hitap etmişti. İşte bu âyette onların cesetlerinin öyle birbiri
üzerine yığılmasına işâret olduğu ihtimali vardır.

Âyetler Bedir Savaşının sebep ve sonuçlarına
işâret etmektedir. Müşrikler, Bedir'den önce müslümanları tamâmen yok etmek
üzere mal toplamış, para harcamış, büyük hazırlık yapmışlardı. Elbette büyük bir
kuvvetin yola çıkarılması, günlerce yürütülmesi, az masrafa mal olmaz. Onlar
büyük masraflarla Bedir'e gelmişlerdi. ?feseyunfikûnehâ / daha harcayacaklar
da? ifâdesiyle de onların, sadece Bedir'le yetinmeyeceklerine, ileride de
İslâm'ı ve müslümanları imhâ etmek için masraflar yapacaklarına işâret
buyrulmaktadır. Bu kelimede müşriklerin, Bedir'den sonra daha çok çaba ve mal
harcayacaklarına, fakat çabalarının kendilerine hasret, dert olmaktan öte bir
sonuç vermeyeceğine işâret ve müslümanlar için ileride de birçok zaferin müjdesi
vardır.

?Hani sen, erkenden âilenden ayrılmıştın,
(Uhud'da) mü'minleri savaş üslerine yerleştiriyordun. Allah da işitendi,
bilendi. Sizden iki takım, korkup bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah,
kendilerinin dostu idi. Mü'minler, Allah'a tevekkül edip dayansınlar. (Allah
mü'minlere yardım eder.) Nitekim Allah size Bedir'de de yardım etmişti. Siz o
zaman zayıf idiniz. O halde Allah'tan korkun ki, şükredesiniz. O zaman sen
mü'minlere: ?Rabbinizin, size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size
yetmez mi?' diyordun. Evet, sabreder, ittika edip korunursanız; onlar hemen şu
dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı/işâretli beş bin melekle
yardım eder. Allah bu (yardım vaadini) sırf size müjde olsun ve kalpleriniz
bununla güven bulsun diye yaptı. Yardım ve zafer, yalnız, dâima gâlip ve hikmet
sahibi Allah katındandır.? (3/Âl-i
İmrân, 121-126)

Bu âyetler, Uhud Savaşının olaylarına işâret
etmektedir. Uhud'da düşman, müslümanların beş katı kadar olmasına rağmen, ilk
anda müslümanlar düşmanı bozguna uğrattılar. Ama müslüman okçular, düşmanın
bozulduğunu görünce yerlerinde durmadılar, komutanın bütün ısrarına rağmen savaş
alanına indiler. Okçuları gözetleyen bir düşman kolu, çoğunun gidip ancak birkaç
kişinin kaldığını görünce, derhal hücuma geçti, o birkaç kişiyi de kılıçtan
geçirip müslümanlara arkadan saldırdı. Böylece iki kuvvet arasında kalan
müslümanlar şaşırdılar. Allah Rasûlünün çevresinden dağıldılar. Toparlanan
düşman, hücumunu sıklaştırdı. Rasûlullah'ın üzerine taş ve ok yağdırmaya
başladılar. Allah Elçisi'ne isâbet eden bir taş, azı dişinin önündeki dişi
kırdı. Atılan ok ve taşlarla Rasûlullah, dudağından, alnından ve yanağından
yaralandı. Yüzünden akan kanı silerken: ?Kendilerini Rablerine çağıran
peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl iflâh olur?? (Müslim,
Cihad 104) diyordu. Ama, yine de onlara lânet etmedi, hidâyete gelmeleri için
duâ etti.

Biri: ?Muhammed öldürüldü!? diye bağırdı. Bu
ses, müslümanların moralini iyice bozdu. Fakat bir sahâbî Rasûlullah'ı sağ
görünce, ?İşte Allah'ın Rasûlü burada!? diye bağırmaya başladı. Rasûlullah
(s.a.s.), yüzünden, başından yaralanıp bir çukura düşmesine rağmen, yiğitlik ve
metânetini hiç kaybetmedi. Bu durumda bile müslümanları, çevresinde toplanıp
savaşmaya teşvik etti. Peygamber'in çevresinde toplanıp dağa doğru çekilen
müslümanlar, 70 şehid vermişlerdi. Rasûlullah'ın kahraman amcası Hz. Hamza da
şehidler arasında idi. Fakat müşrikler de hayli ölü vermiş, birçokları da
yaralanmıştı. Müslümanlar ağır zâyiat vermekle beraber, düşman da savaştan kesin
bir sonuç alamamış ve savaşı kesmek lüzumunu hissederek dönmüştü.

Rasûlullah (s.a.s.), düşmanın tekrar geri dönüp
saldıracağı haberini alınca, kendisi ve arkadaşları yaralı olmalarına rağmen
düşmanı takibe karar verdi. Fakat düşmanın konakladığı yere vardıklarında
düşmanın gitmiş olduğunu gördüler.

Bu savaştan alınacak en önemli ders, Allah'ın
Elçisi'ne kayıtsız ve şartsız itaatin gerekliliğidir. Eğer okçular,
Rasûlullah'ın sözlerine tam itaat edip yerlerini bırakmasalardı, kesin zafer
müslümanlarındı. Fakat Allah'ın rasûlüne muhâlefet, savaşı müslümanların
aleyhine çevirdi. Demek ki, savaşta komutana itaat gerekir. Hele komutan,
Allah'ın vahyi ile destekli bir peygamber olur veya peygamberin yolunda giden
akıllı, basiretli, dirâyetli, sâlih bir mü'min olursa ona itaat de müslümanları
zafere götürür. İşte İslâm tarihindeki zaferlerin sırrı, komutana itaat, dönmek
için değil; şehid olmak için çarpışma azmidir.

Müfessirlerin nakline göre 3/Âl-i İmrân
sûresinin 124-125. âyetlerinde vaad edilen üç bin ve beş bin melekle yardım
hâdisesi Bedir'de olmuştur. Âyetlerin rûhundan anladığımıza göre bu âyetler,
Rasûlullah, Uhud'da askerlerini savaş düzenine sokarken onlara moral vermek
üzere söylediği sözleri aktarmaktadır. Allah'ın Elçisi, ashâbını cephede
yerlerine yerleştirirken onlara sabretmelerini, Allah'ın yardımının kendileriyle
beraber olduğunu, Bedir'de nasıl üç-beş bin melekle kendilerine yardım edildiyse
burada, bu dakikada da sabır ve sebat ettikleri takdirde yine mânevî güçlerle,
meleklerle kendilerine yardım edileceğini vaad etmiştir. Nitekim öyle de
olmuştur. Eğer İlâhî güçler, düşmanların kalplerine korku salmasalardı, düşman
Medine'ye girer ve müslümanları tamâmen imhâ edebilirdi. Fakat Allah'ın yardımı
ve mânevî güçlerle desteği sâyesinde müslümanlar toparlanmışlar, müşrikler de
sonunda geri dönmek zorunda kalmışlardı.

Allah'ın meleklerle yardım etmesi, meleklerin
bizzat savaşa katılıp savaşması şeklinde olacağı gibi, daha büyük ihtimalle,
düşmanın içine korku salmak, müslümanların irâdelerini güçlendirmek, onlara
güven vermek, mânen onları desteklemek sûretiyledir. Zira soyut ruhlar olan
melekler, insan ruhlarıyla temas kurup onlara güven, moral verebilir. ?Allah
bunu, sırf, size müjde olsun, kalpleriniz bununla yatışsın diye böyle yaptı?
(3/Âl-i İmrân, 126; 8/Enfâl, 10) âyetinde bu husûsa işâret vardır. Yani
meleklerin yardımı, mü'minlerin gönüllerine müjde ve güven aşılamak şeklinde
olmuştur.

Savaşta en önemli şey, güven duygusudur.
Öncelikle Allah'a ve sonra kendine güveni olmayan asker ne kadar çok olsa da
sonuç alamaz. Nitekim Bedir'de Allah'ın kendilerine yardım edeceğine kesinlikle
inanan müslümanlar, kendilerinin üç katından fazla düşmanı yenmişlerdi. Uhud
Savaşında da Peygamber'in emrine uyarak güvenle çarpışmaya başlayan
müslaümanlar, ilk anda düşmanın öncü kuvevetlerini bozguna uğratmışlardı. Ama
sonrada niyetleri bozulup bazılarının içine ganîmet toplama arzusu düşmekle
Peygamber'in emri dışına çıkıp korumakta oldukları geçidi bırakarak savaş
alanına indiklerinde işler değişmiş, iki düşman arasında kalan müslümanlar
güvenlerini yitirip savaşı da kaybetmişlerdi. Allah'ın yardımı, itaat şartına
bağlıdır. İtaati bırakınca Allah da yardımı çeker. Çünkü bu, Allah'ın yasasıdır.
?Allah'ın yasasında (sünnetinde) bir değişiklik bulumazsın.? (33/Ahzâb,
62; 35/Fâtır, 43; 48/Fetih, 23). Hangi toplum, Allah'ın genel yasaları
çerçevesinde hareket eder, savaşa hazırlanır, sağlam azim ve tam güvenle
çarpışırsa başarılı olur. Zaman zaman kâfirlerin de savaşlarda başarılı
olmalarının nedeni, işte bu genel yasanın, belli bir toplumu değil;
müslüman-kâfir bütün insanları kapsamasındandır.

Kimler sağlam iman, kesin zafer umudu ve güven
ile savaşın gereklerine uyarak tedbirlerini almak sûretiyle savaşırlarsa
başarıya ulaşırlar. ?Biz o günleri insanlar arasında dolaştırıyoruz; tâ ki,
Allah mü'minleri bilsin (açığa çıkarsın), sizden şehîdler edinsin. Allah
zâlimleri sevmez.? (3/Âl-i İmrân, 140). Allah'ın, kâinatın sahibi olduğunu,
dilediğini affedip dilediğini bağışlayacağını, O'nun rahmet ve mağfiretinin çok
kapsamlı olduğunu vurgulayan bu âyet de sanki Allah'ın bu genel yasasına işâret
etmektedir.

?Başınıza bir belâ gelince -siz, onun iki katını
onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- ?Bu nereden başımıza geldi?'
dediniz. De ki: ?O (belâ), kendinizdendir.' Allah, her şeye kaadirdir. İki
topluluğun karşılaştığı gün, sizin başınıza gelen, ancak Allah'ın izniyle
olmuştur ki, (O,) insanları bilsin (deneyip ortaya çıkarsın). Ve iki yüzlülük
yapan münâfıkları bilsin (ortaya çıkarsın)...?
(3/Âl-i İmrân, 165-167)

Bu âyetlerde Uhud Savaşındaki kötü sonuçlara
işâret edilerek şöyle buyurulmaktadır: Ey mü'minler, eğer siz Uhud'da bozulup
yetmiş şehid verdinizse, Bedir'de de siz onlara bunun iki katı zarar
vermiştiniz; yetmiş kişiyi öldürmüş, yetmişini de tutsak etmiştiniz. Yahut siz
bu savaşta bozuldunuz, zarara uğradınızsa, onlar da savaştan gâlip ayrılmadılar.
Siz de başlangıçta onlara, sizin zararınızın iki katı zarar verdiniz. Sonunda
bozguna uğramanızı hazmedemediniz: ?Bu, neden başımıza geldi?' dediniz. Bu,
sizin kendi hatanız yüzünden oldu. Çünkü Rasûlullah, size, yerinizden
ayrılmamanızı tenbih etmişti. Fakat okçularınız, onun emrini dinlemeyip
yerlerinden ayrıldılar. İşte o emre aykırı hareketinizden dolayı bu iş başınıza
geldi. Ama iki ordunun, yani müslüman ve kâfir ordusunun karşılaştığı gün
başınıza gelen bu olay, yine de Allah'ın takdiriyle olmuştur. O'nun izni olmadan
hiçbir şey vuku bulmaz. Allah'ın dilemediği şey olmaz.

Allah'ın dilemesi iki türlüdür. Biri cebrî olan
İlâhî irâdedir. Bu irâdeyi hiçbir sebep ve şart geçemez. Yani bu irâde, bir
sebebe bağlı değildir. Bu, Allah'ın Cebbâr (zorla kararını yaptırıcı) isminin
eseridir. Bu irâdenin ortaya çıkardığı kul eylemleri zorunludur, önlenemez ve
kul bundan sorumlu değildir. Allah'ın diğer bir irâdesi ise, sebep ve şarta
bağlı olup kulun irâdesiyle birlikte cereyan eder. Bu irâde, kulun işine izin
verme, onun işini yürütme, fiili yapması için kula güç verme anlamındadır. Bu
işlerde sorumluluk kula âittir. Çünkü kul, bir iş yapmayı isteyince Allah da
onun o işi yapmasına izin ve güç verir. Bunda istek, kuldan olduğu için sorumlu
olan kuldur.

İşte Uhud'da müslümanların uğradıkları
güçlükler, acılar da Allah'ın izniyle olmuştur. Burada Allah'ın izni, O'nun
rızâsı demek değildir. Allah dileseydi, müslümanların, kusurları yüzünden
kâfirlerin onlara gâlip gelmelerine izin vermez, her şeye rağmen müslümanları
üstün getirirdi. Fakat Allah ezelde bir yasa koymuştur. Çalışanı, tedbirli olanı
başarıya ulaştıracağını takdir etmiştir. Kâinatta bu yasa egemendir. Allah'ın
yasasında değişiklik olmaz.

Bazı müslümanlar, burada tedbiri bırakıp küçük
menfaatleri düşündüklerinden, başlarına bu bozgun gelmiştir. Savaşta başarının
yasası, ölümü göze alarak var gücüyle çarpışmaktır. Böyle çarpışmayan insanların
başarıya ulaşması zordur. Allah'ın genel yasası budur. Ama Allah için güç olan
bir şey yoktur. Allah dilese kâfirleri her şeye rağmen başarıya ulaştırmaz.
Fakat böyle olmasını dilememiş, çalışan herkese, eyleminin karşılığını vermeyi
dilemiştir. Savaşın böyle sonuçlanmasında da yine Allah'ın hikmetleri vardır.
(2)