Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Kalplerin Hastalığı ve Giderek Mühürlenmesinin Sebepleri

Kalplerin Hastalığı ve Giderek Mühürlenmesinin Sebepleri

Kalplerin
Hastalığı ve Giderek Mühürlenmesinin Sebepleri:

Kur'an'dan yola çıkılarak
kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle
sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok
yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en
sinsî hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilâcı ise;
Kur'an-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına
geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış.
Kalbi arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet üzere
olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kur'an'ı gerektiği gibi anlamak
için kalbin kilitli olmaması gerekir (Muhammed, 22). Kalbin, görevini
yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir.
Kalplerin selim olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur'an, hemen daima
nifak illetiyle irtibatlı gösterir (2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe,
125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...). Bu âyetlerden yola çıkarak şu
tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden
hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en
tipik özelliği kalp hastalığıdır (2/Bakara, 10). Kalp hastalığının diğer
belirtileri arasında doymazlık, hırs (bkz. 33/Ahzâb, 32), rics (pislik,
iğrençlik, sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker (9/Tevbe, 125; 22/Hacc,
53). Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir.
Kur'an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onu insanın sonsuzluğa, güzele,
iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir belâ olarak gösterir.
?Yazıklar olsun kalbi
kasvetle dolmuş olanlara.? (39/Zümer, 22).
Kalp kasvetini azdıran en
önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır (57/Hadîd,
16). Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden
tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve
hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu
duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur (83/Mutaffifin,
13-15). Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük
budur (22/Hacc, 46). Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör
olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından
doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin
sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün
girişimleri aksatır. Nitekim Kur'an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş,
iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra
edemez hale getireceğine işaret etmiştir (22/Hacc, 46). Kur'an, bu konuda ?akıl
işleten, akıl faâliyeti yürüten kalpler? deyimini kullanıyor. 7/A'râf, 179.
âyeti ise, inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu
kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten
sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin
damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama,
insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu
aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur'an'da
bu son aşamayı ifade için kalbin tab' edilmesi (7/A'râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93;
10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56); hatmedilmesi/mühürlenmesi (2/Bakara, 7; 45/Câsiye,
23; 6/En'am, 46) ve kalbe kilit vurulması (4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24),
kalbe perde çekilmesi (6/En'âm, 24; 18/Kehf, 57) deyimleri kullanılmaktadır. Bu
hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde
yapamayacağına dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri
yaşsız olur (2/Bakara, 74). Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir.
Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin
gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Bir insan, Allah'a karşı
sorumluluk ve şükran hissi duymaz, takvâ özelliklerine sahip olmazsa; kalp,
kulak ve gözünde meydana gelen cereyan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrak
cevherini yok eder. Ona gerçekleri en kesin bir dille anlatsanız da; o, bunu
fark edemez. Çünkü Allah'ın yaratış sırrında güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü
perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu fark edemez. Dolayısıyla onların
uyarılması ve uyarılmaması eşittir; inanmazlar.
Bütün kâfirlerin değil; insanî
değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenab-ı
Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani
kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır. Fakat gurur, cimrilik ve
azgınlıkta direnirse, İlâhî gazap mührünü vurur ve artık o iflâh olmaz. Artık bu
kimse Fâtiha'daki "mağdûb-i aleyhim" grubuna girmiştir. Diğer kâfirler
ise "dâllîn"dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyâkat kesbettiğinde
Rabbimiz hidâyet verebilir.
?Müslüman açısından kalplerin
mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir?
diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke,
küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi,
Allah'ın lânetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli
istikamete meyl etmesin. Günahtan küfre, küfürden kalp mühürlenmesine giden
korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas olmalıyız. Şeytanın ve nefsin
günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr kılmak değil; fırsatını bulup
kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah da, tevbe edilmediği ve ısrar
edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma te'villerle haramı helâlleştirmeye,
kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan bir kapıdır. Kur'an, bu nedenle
günahlardan kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım
adım küfre yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost
olacağından, yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.
Günah işleyen, suçuna karşılık
te'vil yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te'vil hastalığı ilerleyerek
Kur'an'a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir. Zaten tevbenin temel sırrı
budur. Günah işleyen, hiçbir mâzeret, bahane icat etmeden, te'vile kapılmadan
suçunu idrâk ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te'vilden ve küfürden
kurtarır. Bu konuda İblis ile Hz. Adem'in işledikleri hata konusundaki tavırları
Kur'an'da ibret alacağımız şekilde vurgulanır. Günah kompleksine düşerek de
insan küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı
paniğe kaptırarak saflarına almaktır. Yani "sen nasıl olsa büyük günahkârsın;
sen artık iflâh olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan gider"
sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır.
"Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyiniz. Allah, (vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları mağfiret eder."
(39/Zümer, 53)
Kalp hastalığı ve giderek
kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilâh edinme (Câsiye, 23), Allah'ın nimetlerine
nankörlük (7/A'râf, 101), azgınlık, zulüm (10/Yûnus, 74), bilgisizlik (Rum, 56;
Tevbe, 87, 93) gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne
görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler (2/Bakara, 7; 63/Münafıkun,
3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En'âm, 46). Küfre götüren günahlar açısından önemli bir
konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken bir
yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük
günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular,
müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk
etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında,
insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok
önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok
ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu
kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin kalbi mühürlenmeye baş
adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Yine, küfre düşmemek
açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı
günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki
gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda
ciddi uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan
arınmış bir kalp, Kur'an dilinde selîm kalp adını almaktadır. (26/Şuarâ, 89; 37/Saffât,
84). Allah'ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O'nun huzuruna selîm
bir kalple gelmiş olmasıdır (26/Şuarâ, 89). Din hayatının, müslümanca yaşayışın
amacı, insana selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din
sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat
yapılan ?selîm? kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm'la aynı
köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp barış, huzur,
güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslâm da bu değerlerin
elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah'tır. Bu yüzden
İslâm'ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca
selîm kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını (49/Hucurât,
3) başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile
doldurduklarını görüyoruz (57/Hadîd, 27). Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta
kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar.
Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki,
bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir (3/Âl-i İmrân, 159). Kur'an,
kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir (39/Zümer, 23). Allah'ı zikir,
yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itmînân ile,
yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur'an'a göre kalplerin
itmînânı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin
sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez (13/Ra'd, 28; 57/Hadîd,
16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3).
Kur'an, mühürlenmiş kalplerin
mütekebbir, müstekbir kalpler olduğunu beyan eder (16/Nahl, 22).
"Allah, mütekebbir cebbar
(büyüklük taslayan her zorbanın) kalbini mühürler." (40/Mü'min, 35).
Burada mütekebbir sıfatına,
cebbar vasfının eklendiğini görüyoruz. Cebbar; cebre, şiddete, zora, dehşet ve
baskıya başvuran demektir. Anlaşılan o ki, Kur'an, mütekebbirlerde cebbarlık
sıfatının da kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.
Mühürlenmiş hastalıklı
kalplerin bir dâvâ çevresinde birleşmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar,
birliğin en emin yolunu, tevhidi, yani Allah'ın birliğini kabullenmeyerek kaosa
düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların vücut verebilecekleri birlik ve
beraberlik ancak dış planda bedensel ve maddesel olabilir. "Sen onları toplu,
birlik ve beraberlik içinde sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır."
(59/Haşr, 14)
Kalp hastalığının ve
bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle
dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin,
dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı,
insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihânetidir (2/Bakara, 283).[1]

Kur'an'ı, tedebbürle yani
düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin kilitli olmasının en önemli belirtisidir.
"Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri
üzerinde kilitler mi var?" (47/Muhammed, 24). Ayette geçe tedebbür, okunan
şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır
ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün
değildir. Kur'an'ın mânâsı üzerinde düşünmemek, veya "biz Kur'an'dan bir şey
anlayamayız" diyerek Allah'ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna ve
mühürlendiğine işarettir. Nitekim, bu âyetin öncesinde (47/Muhammed suresi, 23.
âyette) lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek
dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat
çekilmiştir. "Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar
çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya
anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine
yerleşmemiştir.
"İman edenlerin, Allah'ı
zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku
ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap
verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri
katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdi." (57/Hadîd, 16).

Ayet, iman ettikten sonra ayağı
sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta
mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek
gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah'ın
zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak,
ehl-i kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına ve
saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu
örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri
yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur'an
ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu
çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin hastalanmasından ve
katılaşmasından sonra fasıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak
değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nûruyla aydınlandıktan sonra uzun bir
süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır, aydınlığını
yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve huzur ile Allah'ı anmaları
gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat
donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit
kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların
parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten
sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler
bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri
çıkarır (3/Âl-i İmrân, 27). Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri
diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi
göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı
yazar ve onlara yardım eder (bkz. 58/Mücadele, 22).
İnsanın kalbi, iki farklı
ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi
ve nurlu bir eylem kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu
alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve
hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise,
insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi,
Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine hastalanıp
kararır ki, Kur'an tâbiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş
sayılır. Takvâ sâyesinde Kur'an'ın hidâyetiyle, Allah'ın nûruyla bakıp,
görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu
ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye
perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı
şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde
çekilmiş olur. Kalbi de imandan, sevgiden ibâdetten zevk almaz olur ve
küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün
nedenleri değildir.
"Onlar sapınca, Allah da
kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." (61/Saff, 5)


[1]
Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı.