Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Tefsirlerden İktibaslar

Tefsirlerden İktibaslar



Tefsirlerden
İktibaslar

Şimdi kimdir o yiğit ki,
Allah'a bir karz-ı hasen, yani gönülden koparak iyi niyet ve ihlâsla dişinden,
tırnağından güzelce kırpıp bir ödünç versin, Allah yolunda mal harcasın da, o da
yarın ona, birçok defa katlayarak kat kat fazlasıyla versin, yahut her kim öyle
ödünç verirse, Allah da ona böyle kat kat verir. Bu katların miktarını ancak
Allah bilir. Bununla beraber, "...bir tanenin hâli gibidir ki yedi başak
bitirmiş, her başakta yüz tane var..." (2/Bakara, 261) hesabıyla bire yedi
yüz de denilmiştir.
Rivayet olunuyor ki Ebu'd-Dehdah
(r.a.): "Ya Rasûlallah! Benim iki bahçem var, birisini tasadduk edersem bana
cennette iki misli var mıdır?" demiş. "Evet" buyurulmuş, "Dehdah'ın anası
da yanımda mı?" demiş, "Evet" buyurulmuş, "Sabiyye de beraberimde mi?"
demiş, "Evet" buyurulmuş. Bunun üzerine bahçelerinin en güzeli olan
Huneyniyye adındaki bahçesini tasadduk etmiş, dönüp çoluk çocuğuna gelmiş, onlar
da o bahçede bulunuyorlarmış. Hemen bahçenin kapısına durmuş, hanımı Ümmü
Dehdah'a bunu nakletmiş. O da "Satın aldığın bahçeleri Allah mübarek etsin!"
demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim etmişler, bu âyet inmiş. Rasûlullah, "Ebu
Dehdah için Cennette nice hurma ağaçları saçak atıyor" buyurmuş.
Bu ne lütuftur ki Allah
kullarına böyle bir ödünç alma işi ilan ediyor ve bu bereketin, ihlas ve iyi
niyetle kulun iradesine bağlı olduğunu da gösteriyor. Buna talip olunuz. Allah
bu katlı ihsanı önceden niye yapıvermiyor, demeyiniz. Çünkü, Allah sıkar ve
açar, gerek fertlere ve gerekse toplumlara bazen darlık verir, bazen de
genişlik. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte azıtmamalı her iki takdirde
herkes hâline göre iyiliğe rağbet göstermelidir. Dişinden, tırnağından güzelce
kesip Allah'a mal ve bedence isterse sıkıntılara tahammül etmek ve hiçbir şey
bulamazsa "Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamd olsun, Allah'tan başka hiç bir
ilâh yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle olsun karz-ı hasen yapılmalı
"Allah'a güzel bir ödünç verilmeli"dir ki sonu genişlik olsun. Ve siz ne kadar
kaçınsanız, sonunda o Allah'a döndürüleceksiniz. Mükâfat veya cezanızı mutlaka
bulacaksınız. (Elmalılı)
"Kimdir o ki, Allah'a
karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat fazlası ile
öder. Kısıtlayan da bol bol veren de Allah'tır. Döndürüleceğiniz yer O'nun
katıdır." (2/Bakara, 245). Ölüm ile hayat nasıl elinde ise Allah'ın
çıkmasını takdir etmediği bir can, nasıl ki sahibi savaşa katıldı diye kayba
uğrayacak değilse, mal da böyledir, Allah yolunda harcandı diye kaybolmaz. O,
Allah'a verilmiş bir karşılıksız borçtur (karz-ı hasendir), O'nun katında
teminat altındadır. O, onu kat kat fazlası ile geri verir. Dünyada mal, bereket,
mutluluk ve huzur olarak geri verir. Ahirette ise yine mutluluk, Cennet nimeti,
hoşnutluk ve kendine yakınlık derecesi olarak geri verir.
Zaten zenginlik ve fakirlik
meselesi Allah'a dayanır, yoksa bu işin belirleyici faktörü ne mal ihtirası ne
cimrilik ne de özveri ve mal harcama eylemidir: "Kısıtlayan da bol bol veren
de Allah'tır..
Sonunda herşey Allah'a geri
dönecek. Mallar ve onların sahibi olduklarını sanan insanlar bu varlık âleminde
ne ki onlar Allah'a dönmesinler; onlar da dönecek elbette: "Döndürüleceğiniz
yer O'nun katıdır." O halde ölümden ürkmenin, fakirlikten korkmanın ve
Allah'a dönme konusunda tereddüt etmenin anlamı yok. Buna göre müminler Allah
yolunda savaşsınlar, canlarını ve mallarını özveri ile ortaya koysunlar ve iyi
bilsinler ki nefesleri sayılı, malları belirlidir. O halde yaşadıkları sürece
güçlü, özgür, yiğit ve onurlu olmaları onlar hesabına hayırlıdır. Sonuçta
dönüşleri Allah'adır. (Fi Zılâl)
Karz-ı hasen (güzel bir borç),
hiçbir kişisel kazanç veya çıkar nedeniyle değil, fakat sadece Allah'ı razı
etmek için verilen borçtur. Allah böylece, sadece kendi yolunda kendisine
verilen borcun karşılığını çok iyi bir şekilde değerlendirir. Allah, sadece
borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Allah rızası için ve O'nun tasdik
ettiği bir gaye için harcamışsa, daha da fazlasını ödemeye söz vermiştir. (Mevdûdi)
?Allah'a karz-ı hasen vermek?
tâbirini Muhammed Esed; ?kişinin kendi hayatını Allah yolunda fedâ etmesi veya
O'na adaması olarak izah eder (Bkz. Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, İşaret Y. c.
1, s. 73).
?Eğer (borçlu) darlık içinde
ise, bir kolaylığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer gerçekleri
çok iyi anlayan kimselerden iseniz, (ödeyemeyecek derecede güçsüz olan borçlunun
borcunu) sadaka (veya zekât) saymak sizin için daha hayırlı bir iş olur.?
(2/Bakara, 280). Ve eğer borçlu züğürt durumda ise o halde ödemeye ilişkin
hüküm, çaresiz olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı beklemeyi
gerektirmektedir. Borçluya, ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre tanımak
gerekir. Ve bu gibi borcunu ödeyemiyecek borçlulara alacağınızı sadaka edip
bağışlamanız, sizin için onlara süre tanımaktan daha hayırlıdır. O parayı
bağışlamanın sevabı daha çoktur. Eğer bilirseniz böyle yaparsınız. Bu âyetin
hükmü, delâleti ve kapsamı açısından her çeşit borç için geçerlidir. Hükmü bütün
borçlara şamildir. Bu husus da borçlanmayla ilgili hükümler arasında temel
hükümlerden biridir. Bundan dolayıdır ki, borçlunun gerçekten sıkıntı içinde
olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm verilmez, hapsedilmez. Borçlu
olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım etmek ve alacağını ona olduğu
gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.
İnfak ile ilgili hükümler,
kazanç yollarından olan alışveriş ve ribâyla ilgili hükümlere, bu da
borçlanmayla ilgili hükümlere müncer olmuştur. Borç ise her şeyden önce
yükümlülük ve zimmet denilen insan haysiyeti ile ayakta duran bir özellik
olduğundan, Cenâb-ı Hak, bunu bizzat kendi ezelî misakı altına alarak ve nihayet
en büyük müeyyidesi (yaptırımı) olan dindar l ık ve takvâ duygusuna bağlamış ve
fakat takva duygusunun helal kazanca engel olacak olumsuz bir yöne sapmaması
için bundan sonra genel olarak borçlanmaların yazılı belgelere bağlanmasını ve
nasıl yazılması gerektiğini, ikinci derecedeki ayrıntı sayılabilecek açık
belgelerini ve diğer temel hükümlerini beyan ederek buyurmuştur ki:?Ey iman
edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit
onu yazın.?
Borçla ilgili ayrıntılı
hükümler bulunan Bakara sûresi 282. âyetine "Müdâyene Âyeti" denilir ki,
Kur'ân'daki en uzun âyet budur. Bir rivayete göre; nüzul sebebi "selem" denilen
alışverişlerdir. Yani peşin para ile veresiye mal almak demek ise de her çeşit
alışverişe ve borçlanmaya şamildir. Ancak dil âlimleri demişlerdir ki, "karz"
ile "deyn" birbirinden farklı şeylerdir. Bundan dolayı bu âyetteki şartın,
aslında karzı içine almaması gerekir. Fıkıh açısından da karz başlangıçta
emanet, sonuçta da satış demektir. Onun ödenmesi belli bir süreye bağlı
değildir.
"Ey iman edenler! Bir ecel-i
müsemmaya, yani gün, ay gibi belirlilik ifade eden ve bi linmezliği ortadan
kaldıracak şekilde belirlenmiş olan bir vakte kadar herhangi bir borç ile işlem
yaptığınız zaman o borcu yazınız. Allah ribâyı haram kıldı diye borç ile
veresiye muamelelerin hepsini haram kılmış sanılmamalıdır. Birbirinizle borç
alıp verebilirsiniz, fakat alışverişte borçların vadesi belli olmalı, bir de
yazılarak belgelenmelidir. Ve bunu iki taraftan birine meyil göstermeyecek, eşit
olarak her iki tarafın da haklarını olduğu gibi gözeterek yazabilecek tarafsız
ve âdil bir kâtip yazsın. Birbirinizin yokluğunda her biriniz kendi kendine veya
özel kâtibi ile kendi defterine ve yalnızca kendi hesabına yazdırabilirse de
bununla yetinilmesin. Kendisine yazması için başvurulan hiçbir kâtip de
yazmaktan imtina etmesin, çekinmesin. Allah'ın kendisine öğrettiği gibi, yani
senet ve belgelerdeki yazılış usûl ve geleneklerine uygun olarak, yahut demin
bildirildiği üzere adalet ve hakkaniyet çerçevesinde, yahut kendisine ilâhî bir
lütuf demek olan yazı bilmenin şükrü olarak hiçbir şekilde yazmaktan çekinmesin
de öylece yazsın. Borçları yazmak farzı kifayedir, yani herhangi bir yazı bilen
insana farzı kifayedir. Fakat bu işle görevlendirilmiş biri olunca ona farzı ayn
olur. Bundan dolayıdır ki, hükûmetin "Kâtib-i vesâik", başka bir deyimle
"Kâtib-i adl" denilen "noter" tayin etmesi de görevleri arasındadır. Böyle
kâtiplerin bir müracaat olduğunda yazmaları onlara farzı ayndır. Ve üzerinde hak
bulunan, yani borçlu olan taraf söyleyip imlâ ettirsin. Çünkü yazılacak olan
senedin muhtevası onun ikrarı olacak, şahitler de onun aleyhine şahitlik
edecekler. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin ifadesi şeklinde
olmalıdır, senedi borçlu olan taraf vermelidir.
İmlâl: Bu âyetin metninde geçen
?imİâl? kelimesi; ?imlâ? kelimesinin aslı veya eşanlamlısıdır, ezbere söyleyip
yazdırmak demektir. Bundan şu da anlaşılır ki, böyle bir borçlanmada borcun
senede geçirilmesini asıl borçlu olan taraf teklif etmeli, o yazdırmalıdır.
Bunun için tamamen imlâ etsin, yazdırsın ve imlâ ederken, yazdırırken kâtipten,
vesaireden değil, rabbi olan Allah'dan kor ksun da o haktan zerre kadar bir şey
eksik etmesin, ifadesinde hileye ve art düşünceye saparak veya araya bazı
engelleyici ifadeler katarak, borç olayının hâlde ve gelecek zaman içinde hukukî
şeklini ve akışını değiştirmesin. Şimdi üzerinde hak bulunan borçlu malını israf
ve telef eden cinsten kafası az çalışan bir sefih, yahut küçük çocuk veyahut
bunak bir zayıf, bir zavallı, yahut da dilsizlik, tutukluluk, bilgisizlik
vesaire gibi herhangi bir sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmaya gücü
yetmeyen b ir kimse ise, velisi, yani onun yerine, işine bakan kâhyası, veliyy-i
umûru, vasîsi, vekili, tercümanı, yahut veliyy-i deyni olan alacaklısı, adalet
ve hakkaniyet çerçevesinde imlâ ettirsin, o yazdırsın, yaptığınız borçları böyle
yazınız. Ayrıca siz müm i nlerin erkeklerinizden en az iki şahit getirip,
gerektiğinde buna şehadet etmelerini onlardan talep ediniz. yani
"...erkeklerden" buyurulmayıp, "erkeklerinizden" buyurulması, çocukların ve
müminler aleyhine gayri müslimlerin şehadetinin yeterli olmadığını anlatıyor.
Yani sizin erkeklerinizden, mümin erkeklerden olmayan erkeklerin, siz müminler
aleyhindeki şahitlikleri geçerli olmaz. Eğer iki erkek olmazsa, o zaman da bir
erkekle iki kadın şahit olsunlar, öyle ki, bunlar şahitliklerine razı olacağı n
ız, sizce adalet ve güvenilirlikleri belli şahitlerden bulunsunlar, yoksa
gelişigüzel bir erkekle iki kadının veya iki erkeğin şahitliği muteber ve
geçerli olmaz. Başka bir âyette "Sizden iki adaletli kimseyi şahit yapın"
(Talak, 65/2) buyurulduğu için âdil kimselerden olmaları da şarttır. Sonra bir
erkek yerine iki kadın olsun ki, birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın,
yahut Hamze kırâetinde olduğu gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona
hatırlatır. Görüldüğü gibi, şahitliğe ehliyet ve liyakat i n şartlarından biri
de hakkıyla zabt ve hıfzetmek, yani akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlâk
açısından güvenilir olmayanların da şahitliği geçerli değildir, fakat akılda
tutmak için olayı başından sonuna kadar her an hafızasında tutmak, aklından
çıkar m amak şart değildir. Elverir ki, şahitlik edeceği sırada hakkiyle
hatırlasın ve aklına getirmiş bulunsun. Demek ki, bir olayı defterine yazan bunu
bir süre sonra unutsa da o deftere başvurduğu zaman zihninden iyice
hatırlayabilirse şahitlik edebilir. Kendi kendine içinden, "Ben buraya bir
şeyler yazmışım, ama ne olduğunu iyice hatırlayamıyorum." diyorsa şahitlik
edemez. Şahitlerin hatırlatmaya uyması da iyi olmaz, unutan şahit kendiliğinden
hatırlayabilmelidir. Şahit sayısının en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti,
iftirayı, yanlışlığı ve unutmayı bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan
kaldırarak zabtın ve adaletin kuvvetini açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle
göz önünde bulundurulduğu zaman erkeklere nisbetle kadınlarda zabt denilen
akılda tutma gücü biraz eksiktir, unutma ihtimali daha fazladır. Böyle
olmayanları bulunabilirse de burada itibar kişiye değil cinsedir, cinsin de
çoğunluğuna göredir. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Evvelâ kadınlığın
yaratılışında duygusallık ağır basar, duygusallığın ağı r bastığı kimseler de
aşırı heyecan ve etkilenme söz konusu olur, yani duygusallık etkilenmeyi
gerektirir. Etkilenmenin çokluğu ise unutma sebeplerindendir ve bir şeyi aklında
iyi tutmak sadece bir zeka ve hafıza meselesi de değildir. Pek çok zeki insan
vardır ki, aşırı duygusallıktan, fazla etkilenmeden dolayı hâfızasına
güvenilmez. Ayrıca kadında enfüsiyet (sübjektiflik) daha ilerdedir. Dış
çevredeki olaylar onu ilk anda ilgilendirir ve telaşa sevkeder. Doğrusu ticarî
işlemler ve insanlar arasındaki borçla n malar gibi dışarıya ait olaylar ile
ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul edilmek kadınlık açısından arzu edilecek
bir olgunluk değildir. Bu gibi işler esas itibarıyla erkeklerin işleri
olmalıdır. Bundan dolayı mükemmel bir kadın olmak üzere düşünüldüğü zaman, bu
gibi dışarıya ait olayları tek başına takip ederek şahitlik yapabilecek şekilde
akılda tutmaktan ve hâfızasını böyle şeylere yormaktan uzak kalmak ve bu çeşit
işlere doğrudan itilmemek gerekir. Üçüncü bir husus olarak göz önünde
bulundurulması icap eden bir şey de şudur: Kadında haya ve utanma duygusu
kuvvetlidir ve kuvvetli olması gerekir. Onun bu değerli özelliği, en küçük bir
uğraşmayla büyük ölçüde gücünü kaybeder. Bunun için olayların kadına
anlattıkları erkeğe anlattığından daha azdır. Bu şartlar altında bir kadına
şahitlik yükünü yükletmek, onu bir anlamda zarara uğratmak ve tedirgin etmektir.
Dördüncü olarak, kadının fıtratı ve kendi cinsinin olgunluğu erkeğin zıddı
olduğundan, erkekleşmek kadın için bir düşüş ve dejenerasyon demektir. Bundan
dolayıdır ki, kadınlaşmış ve hünsalaşmış erkeklerin şahitlikleri geçerli ve
muteber olmayacağı gibi, erkekleşmiş ve yarı yarıya erkek gibi olmuş kadınların
şahitliği de caiz değildir. Bunların her ikisi de kendi nevinin özelliklerini
kaybetmiş ve düşüş göstermişlerdir. Böyle kalbi yumuşaklığa yönelik olanların
şahitlikleri de hakkı tahrif etmek töhmetinden uzak kalamaz. Şu halde yaratılış
gerçeği kadının mükemmelliğiyle erkeğin mükemmelliğini ayrı ayrı özelliklere
bağlamış ve farklı kılmış olduğundan, kadının dışarıda olup biten olaylara ait
ilgisini ve onlara ait hafızasını kısmen kapalı tutması, kendi kadınlığının ve
kadınlığındaki mükemmelliğin bir gereğidir. Bunun için şahitliğe konu olan olayı
kadın erkekten daha fazla unutabilir. Çünkü o gibi olaylar, onun ilgi alanı
değildir. Lâkin unuttuktan sonra tekrar hakkıyla hatırlayabilirse yine de
şahitlik etmesi mümkün olur. Kadını doğrudan bu gibi olayları hatırda tutmaya
mecbur etmek, ona karşı haksızlık etmek olur. Bunun gibi icabında üzerine
yüklenilen şahitlik yükünü beşeriyet gereği olarak unuttuğu zaman da onu
dışarıdan yapılan telkin ve uyarılarla yeniden hatırlamaya zorlamak da yine ona
haksızlık etmektir. Bundan dolayı bir erkek karşılığında yalnızca bir tek kadına
şahitlik yükünü yükletmek de gerçeğe ve hakkaniyete uygun olmaz. Ancak bunlar
iki kadın oldukları zaman birinin unuttuğunu diğeri, diğerinin unuttuğunu öbürü
unutmamış olabileceğinden, bunlar şahitlik yapmadan önce dışarıdan hiçbir
hatırlatmaya tabi olmadan ve muhtaç bulunmadan birbirleriyle hasbihal ederek
kendilerine karşılıklı hatırlatmalar ile hafızalarında sakladıklarını
kuvvetlendirip tesbit edebilirler ve bu şekilde hem kendi haysiyetlerini, hem de
hak adına yüklenmiş oldukları şahitliği koruyabilirler. Şayet hiç unutmamış
bulunurlarsa durumları daha da kuvvetli olur. Şu halde bu hatırlatma ve uyarma
mahkemede şahitliğin edası sırasında olacak diye önceden anlaşıp ağız birliği
etmemelidir. Çünkü bu hâl, şahitliğin kabulüne engel olabilir. İşte bir taraftan
kadının fıtratının ve haklarının, bir taraftan insanların haklarının korunması
ve yerine getirilmesi açısından erkeklerin daha iyi bilgi sahibi olabileceği
işlerde kadın şahit yapılmamalıdır. Kadınlara şahitlik görevi yükletilmemelidir.
Bu işlerde erkek bulunmadığı ve kadına başvurmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde de
bir erkek yerine bir kadına değil, iki kadına yükletilmelidir. Şu halde
erkeklerin haberli olmaları caiz olmayan hususlarda yalnızca kadınların bilgi
vermesiyle ve hatta yerine göre yalnızca bir kadının bilgi vermesiyle de amel
etmek caiz olur. Meselâ kadınlar hamamında meydana gelmiş olan bir olayın şahidi
ancak kadın olabilir. Ve bir çocuğun annesinden doğması bir kabilenin, bir
oymağın haber ve şahitliği ile sâbit olur.
Bir de şâhitler ne vakit
şahitlik etmeye çağırılırlarsa çekinmesinler, şahitlik yapmamazlık etmesinler.
Bundan dolayı gerek tahammül gerek eda olsun şahitlik için davet edildiği zaman
bu davete icabet etmek farz-ı kifâyedir. Hiç kimse gitmezse herkes günahkar
olur. Giden bulunur da maksat hasıl olursa diğerleri de günahtan kurtulur.
Başkası bulunmaz da belli kimselerin gitmesine ihtiyaç duyulursa, o vakit
bunların şahitlik için davete icâbet etmeleri kendilerine farz-ı ayn olur. Bazı
âlimler buradaki "şahitlik yapmamazlık etmesinler" emrinin yalnızca
tahammüle, bazı âlimler de bunun tahammüle ve edâya bağlı olmaksızın her ikisine
de ait olduğunu açıklamış iseler de "Ahkâm-ı Kur'ân"da beyan olunduğu üzere,
burada hüküm mutlaktır. "davet olundukları zaman" ifadesi de genel anlamlıdır.
Bu âyetin nüzul sebebinde
Katâde'den gelen bir rivayet şöyledir: "Bir adam bu hususta oba oba dolaşır, ona
kimse aldırmazdı, sonra bu âyet nazil oldu." denilmektedir. Bundan dolayı eda
farizası daha mühim olmakla beraber, ihtiyaç gerekli kıldığında gerek tahammül
ve gerekse eda bakımından şahitlik farz-ı ayn olur. Kısacası siz işte böyle
yapınız. İster büyük olsun, ister küçük olsun o borcu veya onun ödeme gününü son
süresine varıncaya kadar yazmaktan usanmayınız. Az olsun, çok olsun yazınız ve
vadesinin son taksidine kadar bütün yönleri ve bütün ayrıntılarıyla yazınız; her
bakımdan açık ve anlaşılır olsun, "Zaten azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü
zaten bellidir, yazmaya ne lüzum vardır." demeyiniz, yazmaya ve ayrıntılarıyla
yazmaya üşenip de işi baştan savmayınız. Bu kısım daha önceki "yazınız!" emrinin
bir açıklaması ve pekiştirilmesi olmak üzere kâtiplere hitap ve tenbih gibi
tefsir olunuyor. Fakat bunun daha geniş kapsamlı olarak senet yazmaktan başka
gerek borçlu, gerek alacaklı tarafından borç miktarının ve ödeme şekillerinin
kendi defterlerine de yazılmasını, ayrıca şahitlerin dahi şehâdetini
yüklendikleri gerçeği unutmamak için mümkün olduğu kadar yazmalarını
hatırlatmakla hem taraflara, hem kâtiplere, hem de şahitlere ait bir hitap
olması da âyetin kapsamı içindedir. Ve gelecek âyetlere göre bizce bu mânâ
siyaka, yani konunun akışına daha uygun görünüyor. Çünkü ey müminler böyle
ayrıntılarıyla yazılması, üç türlü fayda getirir. Evvela Allah katında en doğru
olanı, adalete ve hakkaniyete uygun olanı, en ziyade adalet ve doğruluk demek
olanı budur. Esas belge demek olan takvanın gereğine en uygun olandır. İkinci
olarak şahitliğin yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayandır. Üçüncüsü
kuşkuya, şüpheye düşmemenize yardım eden en büyük sebeptir. Borcu ve gerçeği bu
şekilde iyice yazarak tespit ettiniz mi, cinsinde, miktarında, müddetinde,
şahidinde, şehâdetinde, birbirinize karşı ahlâkî ve hukukî yükümlülüklerde ve
sosyal hayatınızda güven hasıl olur. Şüpheden kurtulur, yakîn üzere
bulunabilirsiniz. O halde bunları yapınız. Ancak yaptığınız iş aranızda elden
ele alıp vereceğiniz, tamamen peşin ve hazır bir ticaret işi olursa o başkadır,
yahut meğer ki, iki taraftan aranızda hemen elden alıp elden vereceğiniz hazır
bir ticaret malı bulunursa o zaman mesele yoktur. O takdirde onu yazmamanızda
size bir beis, bir zarar ve bir sakınca yoktur. Demek ki, yine de yazmak fena
bir şey değildir. Müştereken bir kâtib-i adl, bir noter huzurunda senet ve
sözleşme yazdırmaya lüzum yoksa da her ihtimale karşı özel olarak veya toplam
olarak birbirine bir hatırlatma olmak üzere, mümkün olduğu kadar yazılırsa fena
olmaz. Lâkin yazı bilmeyen pek çok kimse için bunda zorluk, meşakkat bulunacağı,
bunun da kolaylıktan ziyade, zarar getireceği için yazmamanızda bir beis yoktur,
buyuruluyor, ama velev peşin olsun, bir alışveriş, bir alım veya satım
yaptığınızda işhad ediniz, şâhit getiriniz, yani bu işleri şahit huzurunda
alenen yapınız, herkesten gizli bir şekilde yapmayınız. İşlemleriniz ve malınız
şüpheden uzak olsun. Çünkü hırsızlık mal satmıyorsunuz, normal ve meşrû ölçüler
içinde alışveriş yapıyorsunuz. Bunun için alım ve satım işlemlerinin şahitlerin
gözü önünde yapılması güven ve hukuk açısından herhalde bir ihtiyattır. Bütün
müfessirler açıkça bildiriyorlar ki, bu âyetteki mendupluk ihtiyaç içindir. Bir
de ne kâtip, ne de şahit zarar vermeye kalkışmasın; kendilerine müracaat
edildiği zaman icabet etmemek veya yazıyı ve şahitliği değiştirip tahrif etmek
gibi ahlâksızlık yaparak hak sahiplerini zarara sokmasın, yahut meçhul sîgası
olduğuna göre; ne kâtip, ne de şahit bu yüzden bir zarara uğratılmasın. Bunlara
yazmak veya şahitlik gibi görev yükletilirken, böyle dinî görev verilirken,
kendilerince mühim olan işlerinden alıkonulmak veya belirlenen hududun dışına
çıkılıp ziyade tekliflerde bulunmak, veyahut kâtibe ücretini vermemek gibi bir
suretle zarar da verilmesin. Ve eğer zarar verdirirseniz bu kesinlikle sizin
için bir fısk, bir günah ve vebaldir. Hak Teâlâ'ya karşı itaatsizliktir,
Allah'ın itaatinden çıkmaktır. Bunu yapmayınız, ve Allah'tan korkunuz, ikab ve
cezâsından korununuz, O'nun koruması altına giriniz. Allah size tane tane
öğretecek, daha ziyade bilgiler ihsan edecek, işinize yarayacak, işinizi
kolaylaştıracak ilâhî hükümlerini ve irfanını belletecektir. Allah her şeyi
bilir. Bundan dolayı emirlerine itaat, nehiylerinden sakınmak, sözüne güvenmek,
kendisine ta'zim ve saygı ile hukuk ve ticarî işlerinizi, bütün işlemlerinizi
yazıp belgelendirin. Her şeyi yazıp belgeye bağlamanın, din ve dindarlığın,
takvânın temeli olduğunu unutmayınız.
Ve şayet yolculukta olur, bir
kâtip de bulamazsanız, o zaman vesikalarınız, aldığınız rehinlerdir. Gerçi rehin
alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı ve münhasır değildir. Hazar
zamanında kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak sahih ve caizdir. Fakat kâtip
bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye imkan olmadığı zaman rehin konusu
kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı bu şartlar rehinin sıhhatine ve
cevazına değil, belgelendirmek için belirliliğin şartıdır. Yani bu şart, seferde
değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız anlamına değildir. Bunun
böylece mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık açısından da bellidir ki, bir
önceki hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün de geçersizliğini gerektirmez.
Ancak şart bulunduğu zaman o şartın gerekli kıldığı şey, yani meşrut gerekir. Şu
halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak rehnin cevâzının veya sıhhatinin şartı
değildir, belki vücup veya mendûbiyetinin şartıdır. Ve bu şart da esas
itibarıyla kâtibin bulunmamasından dolayı yazının imkansızlığıdır. Sefer bunun
alelade sebebi ve çokça meydana gelen durumu icabıdır. Başka bir deyişle "kayd-i
ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir". Diğer mazeret sebeplerinden biriyle dahi hazar
zamanında da kâtip bulunmazsa, hüküm yine böyle olacaktır. Hazar zamanında
rehinin caiz oluşu Peygamber Efendimizin uygulaması ile de sabittir. Çünkü
Rasûlullah hazarda iken zırhını rehin vermiştir. Bununla beraber âyet şunu
gösteriyor ki, senet ve yazı ile belgelendirmek mümkün oldukça, müminler
arasındaki borç alışverişlerinde rehin talep etmek caiz olsa da mendup
olmayacaktır. Meğer ki bir mazeret, bir sebep bulunsun. Bir de anlaşılıyor ki,
rehinin tamam olması için onun fiilen alınmış olması şarttır, sözü edilip de
alınma m ış olan rehin belge özelliği taşımaz. Zaten rehin kelimesinin mânâsında
hapsetmek vardır. Şu halde rehinin hisse-i şâyi'a (çok ortaklı mal) olması da
doğru olmaz. İşte esas olmak üzere borçlanmada ve diğer işlemlerde üç türlü
belgelendirme vardır: Bunlar yazı, şahit ve rehindir. Dindarlık ve takva
anlayışı, gerçeği belgelendirmeye ve hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi
belgelendirmeye engel olmamalı, hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler
borçlanma ve ticarî işlemlerde ve bütün muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere
riayet etmeli ve bu surette helal malı korumaya ve onu telef olmaktan, kayba
uğramaktan kurtarmaya çalışarak, meşru yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya
gayret etmeliler ki, insan bu sayede Allah yoluna infâka güç yetirebilsin.
Allah'ın gazabına uğrayan ribâ/fâiz ve benzeri haram şeylerden sakınsın da
takvaya devamı mümkün olabilsin. Görülüyor ki, insan hakları için bu arada en
büyük güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık ile, O'nun emirlerine sarılmak demek olan
din ve takva duygusudur. Bu olmayınca diğer belgelerin ve ayrıntı sayılan
müeyyidelerin faydası pek sınırlı kalır.
Şimdi bir kısmınız, bir
kısmınızdan, yani bazı alacaklılar bazı borçlulardan güven içinde olur, rehin
almaz ve bu gibi belgelerden hiç birine lüzum görmezse güvenilen kimse de
emanetini gecikmeden tediye etsin, borcunu ödesin. Güvenilmeye değer ve layık
olduğunu isbat eylesin. Demek oluyor ki, yukarıda emrolunan üç türlü
belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi caizdir. O
halde yukarıda geçen "yazınız!", "şahit gösteriniz!" emirleri ile
"rehin vermek" şeklinde gerekler vücub için değil, mendûbiyet içindir. Zira
bunlar vücup için olursa, o vücûbun bu ikinci şıkla mensuh olması gerekir.
Gerçekten de Hasan, Şa'bî, Hakem b. Uyeyne gibi bazı müfessirler bu son hükmün
öncekileri neshettiğini kaydetmişlerdir. Ancak Abdullah İbn Abbas hazretleri
"Müdâyene âyetinde nesih yoktur, âyet muhkemdir" diye açıkça bildirdiği ve bu
âyetin nüzulünün öncekinden daha sonra olduğuna ilişkin bir açıklama da
bulunmadığı, halbuki tarih muahhar olmadıkça nesih bulunmayacağı yönünde bütün
tefsir âlimlerinin ittifakı ile burada nesih olmadığı söz konusu ise de, bununla
beraber birçoğu yine de buradaki güven şartının nâsih (neshedici) değil, fakat
nedbe bir karine olduğunu söylemişlerdir. Ata, İbni Cüreyc, Nahaî ve daha
birçokları bu cevaz "Eğer seferde iseniz ve kâtip de bulamıyorsanız..."
ifadesine göre, sefer şartına ve kâtip bulunmaması durumuna bağlı olduğuna göre,
rehnin mendubiyetine karine olursa da imkan o lduğu takdirde bu emirlerin
mendubiyete hamlini gerektirmeyeceğinden, imkan hasıl olduğu takdirde bu
emirlerin, yani yazmayı ve şahit bulundurmayı öngören emirlerin vacip olduğuna
kail olmuşlardır. Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebubekr Râzî'nin açıklamasına göre, "Fıkıh
mendup olduğu görüşündedir, fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet edilip
senetsiz, şahitsiz borç verilen kişiye emaneti hakkıyla edâ etmek farzdır."
Kendisine güvenilen insan boynunda bir farz olduğunu bilsin ve Rabbi olan
Allah'tan korksun da o güveni hiçbir şekilde kötüye kullanmasın. Siz de
şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, ihtiyaç olduğu anda şahitliğinizi eda
etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp bildiğiniz gerçekleri gizlemeyin. Ey
borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp durduğunuz borcunuzu inkâr
eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, muhakkak ki, o kötü
kalpli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış
veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat imanın karargahı olan
kalbin ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük günahlardandır,
kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah İbn Abbas'dan rivayet
olunmuştur ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk, yalancı şahitlik ve
şahitliği ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle bir kalp günahıdır. Allah
ise şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık, belli veya gizli kapaklı her ne
yaparsanız hakkıyla ve tamamıyla bilir. Sırası gelince de cezasını verir. Sakın
kalpte kalan gizli şeyleri kim bilecek, demeyiniz. (Elmalılı)
?Eğer borçlunuz darda ise
eli genişleyinceye kadar ona mühlet tanıyın. Eğer bilirseniz, alacağınızı
bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır.? Bu, İslam'ın
beşeriyet için getirdiği hoşgörü ve cömertliktir. Bu, bencillik, cimrilik,
tamahkarlık, azgınlık ve susuzluğun kavurucu sıcağında yorgun düşmüş beşeriyetin
sığındığı sürekli bir gölgeliktir. Nihayet bu, borç veren-borç alan ve bütün
bunları gölgesinde barındıran toplum için bir rahmettir.
Bu sözlerin, çağdaş materyalist
câhiliyenin kuraklığında yetişen bedbaht akıllarda "makul" bir anlam ifade
etmeyeceğini, taşlaşmış, ahmak duyguların bunların tatlı zevkine varamayacağını
biliyoruz. Bunlar özellikle, başlarına bir felaket gelip mal, yiyecek, giyecek,
ilaç ve bazan ölülerini gömmek için paraya muhtaç olduğu halde şu materyalist,
alçak, pinti ve cimri dünyada kendilerine uzanacak bir yardım elini bulamayan,
bu yüzden zorunlu olarak vahşilerin yuvalarına sığınan muhtaç ve
felaketzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi ve zaruretlerinin karşılanması
amacıyla kendi istekleriyle koşarak ayaklarıyla kapana düşmesini, köpekler gibi
ağızlarını yalayarak avlarını kollayan yırtıcı faizcilerdir... Gerek böylesi,
gerekse, suçlarını hoş göstermek ve korumak için varolan ve faizin bunların
kasalarına yasal yollardan girmesini sağlamak için çırpınan bir yığın ekonomik
kuramı, bilimsel eseri, profesörü, enstitüyü, üniversiteyi, tüzük ve kanunu,
polisi, yargı organlarını ve orduları arkasına alan bankerlik kuruluşları ve
bankalarda muhteşem bürolarında rahat koltuklarına kurulan diğerleri olsun
farketmez...
Biz, bu sözlerin o kalplere
ulaşamayacağını biliyoruz... Buna rağmen biliyoruz ki, bu sözler gerçeğin ta
kendisidir. Ve insanlığın mutluluğunun bunları dinleyip sarılmasına bağlı
olduğuna da içtenlikle inanıyoruz.
"Eğer borçlunuz darda ise
eli genişleyinceye kadar ona mühlet tayın. Eğer bilirseniz, alacağınızı
bağışlamanız sizin hesabınıza daha hayırlıdır." İslâm'da darda olan borçlu,
borç sahibinden ya da kanun ve mahkemeden kurtulamaz. Ancak eli genişleyene
kadar beklenir. Sonra müslüman toplum bu darda kalmış borçluyu bırakacak
değildir. Ayrıca yüce Allah, borç sahibini, .şayet bu iyiliği istiyorsa borcunu
sadaka olarak bağışlamaya davet etmektedir. Bu işin altında gizli olanı, yüce
Allah'ın bildiğini bilseydi bunun hem kendisi, hem borçlu, hem de dayanışmalı
hayat için çok daha iyi olduğunu bilirdi.
Çünkü, borç verenin, darlıkta
olup borcunu ödeyemediği halde borçluyu sıkıştırıp boğazını sıkması faizin iptal
ediliş hikmetinin büyük bir kısmım ortadan kaldırır. Burada emir, -şart ve cevap
şeklinde- eli genişleyip ödeyebilecek duruma gelene kadar beklemek şeklindedir.
Hemen yanında da varlık durumunda borcun tümünün ya da bir kısmının sadaka
olarak bağışlanması yer almaktadır. Bununla beraber borcunu ödeyip hayatını
kolaylaştırması için diğer ayetlerde zekat dağıtımında dara düşmüş bu borçluya
pay ayrılmaktadır: "Kuşkusuz sadakalar; fakirler, miskinler... ve borçlular
içindir." (9/Tevbe, 60)
Bunlar borçlarını şehvetleri ve
zevkleri uğruna harcamayıp iyi ve güzel şeyler için harcayan, ancak şartların bu
duruma soktuğu kimselerdir. Arkasından, ayetin devamında, mümin nefsi titretecek
ve bütün borcunu ödeyip hesap günü Allah'ın huzuruna kurtulmuş olarak çıkmayı
temenni ettirecek tarzda derin ilhamlar gelmektedir: (Fî Zılâl)
?Ey müminler, birbirinize
belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden
biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu Allah'ın kendisine
öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin...? Borç, ticaret ve rehin'e
özgü bu hükümler, sadaka ve faiz derslerinde geçen hükümlerin tamamlayıcısı
konumundadırlar. Geçen bölümde faizle muamele, faizle borç verme ve faizle
alış-veriş hayattan uzaklaştırılmıştı. Burada ise faiz ve kâr olmaksızın güzel
borçtan (Karz-ı Hasen) ve faizden arınmış peşin ticari işlemlerden söz
edilmektedir.
İnsan; yasal düzenlemede hayret
verici dikkat unsurunu öne çıkarıp hiçbir lafı diğerinin yerine geçirmemesi,
hiçbir maddeyi olması gerekenin öncesine almadığı gibi sonraya da bırakmaması,
yasal düzenlemelerde gösterilen bu kesin dikkatin, ifadenin güzelliğini ve
parlaklığını bozmayacak şekilde olması, hükmün kanuni yönünü ihlal etmeksizin
şeriatı dini duygulara latif nüfuzlu, derin ilhamlı ve güçlü etkisiyle
bağlaması; anlaşan taraflar, şahitler ve yazanların konumuna ilişkin muhtemel
etkenleri göz önünde bulundurması, bu etkenlerin tümünü bertaraf edip her
ihtimal için ihtiyat payı bırakması ve yasal noktayı yeterince belirtmeden bir
noktadan diğerine geçmemesi ve ancak aralarındaki bağa işaret edilmesi gereken
yeni bir noktayla bağları ortaya çıkması durumunda aynı noktaya yeniden dönmesi
bakımından Kur'an'ın yasal düzenlemelerde bulunurken kullandığı bu ifade tarzı
karşısında hayret ve şaşkınlık içinde kalıyor.
Kuşkusuz buradaki şer'î
hükümleri bildiren ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük, duygulandırıcı ve
yönlendirici ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük kadar vardır. Hatta bunun
daha açık ve daha güçlü olduğu söylenebilir. Çünkü buradaki hedef son derece
incedir. Bir kelime bu inceliği değiştirebilir; bu yüzden bir kelimenin yerine
başka bir kelime kullanma yönüne gidilmemiştir. Şayet bu vecizlik olmasaydı
mutlak teşrii incelik ile mutlak edebi güzellik bu kadar eşsiz bir tarzda
gerçekleşemezdi.
Çağdaş hukukçuların itiraf
ettiği gibi bu, İslâm şeriatının, bu ilkeleriyle medenî ve ticarî kanunu on asır
geride bıraktığı bir üstünlüktür.