Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Dünya-Âhiret Ayrımının Değerlendirilmesi ve Dünyayı Terk .

Dünya

Dünya-Âhiret Ayrımının Değerlendirilmesi ve Dünyayı Terk

İlk müslüman
nesillerin zihinlerinde sonraki nesillerde görülen dünya ve âhiret arasındaki
kesin ayrım yoktu. Onların duygularında âhiretten tamamen kopmuş yalnız dünya
için olan ve dünyadan kopmuş yalnız âhiret için olan ameller yoktu.
Evet, bazı
ameller vardır ki, onlarda tabiatı icabı rûhî yön ağırdır: Namaz, duâ, zikir ve
genelde ibâdetler. Bir de fikrî yönün ağır bastığı ameller vardır: İlim tahsili
ve ilimde ilerleme, siyasî, iktisadî ve savaş-barış gibi hayata ait işlerin
idaresi... Ve his yönünün egemen olduğu ameller de vardır: Yeme-içme, giyinme,
mesken edinme ve cinsel tatmin gibi. Lâkin bu, birtakımıyla öbürünün arasını
ayırmaz. Çünkü, bağlantılı ve tekleşmiş bir insanî yapıdan çıkmaktadır hepsi.
Bunların hiç biri, dünya ve âhiretten, her ikisinden koparılıp, biriyle ilgisiz
hale getirilemez.
Asr-ı Saâdet
müslümanlarının hayatlarına hâkim olan, tasavvurlarını yönlendiren ibâdet
kavramı, tüm dünyevî alanları kuşatıyordu. Onların anlayışında dünyanın
âhiretten koparılması mümkün olmadığından, ibâdetleri, hayatları, ölümleri, her
şeyleri Allah içindi (6/En'âm, 162). Bunun için de onların anlayışında hayat,
biri öbüründen ayrılmayan birleşik halkalardı. Namaz, hac, yeme-içme, cinsel
ilişki, Allah yolunda cihad, rızık peşinde koşma, ilim tahsili, dünyanın
imarı... hepsi ibâdettir. Hepsi aynı anda dünya ve âhiret içindir. Gündüz veya
gece insanın geçirdiği şuurlu her an ve Allah'a yönelerek O'nun indirdiğine
uyarak yaptığı her amel, ibâdet çeşitlerinden biridir, birbirine de bağlıdır. O,
sürekli bir ibâdetten öbürüne geçer.
Namaz, zekât,
oruç gibi ibâdetler, rûhî yönü ağır iseler, bunun anlamı sadece onların ibâdet
kabul edildiği veya onların dünya için değil de yalnız âhiret için oldukları
değildir. Her birinin dünya hayatında gerçekleşmesi zorunlu olan gerekleri
vardır. Namaz, kötülükten ve münkerden alıkoyar (29/Ankebût, 45); zekât, nefsi
ve malı temizler; oruç takvâya alıştırır; hac iyiliğe çağırır... her biri dünya
ve âhiret için olur aynı anda. İnsanın hayatta yaptığı diğer akıl veya duyuların
ağırlıkta olduğu ameller de, geniş anlamıyla ibâdet sınırının dışında
değildirler; elbette onlarla Allah'a yönelme amaçlandığı ve Allah'ın emirlerine
uyulduğu sürece. Böylece onlar da âhiretten kopmuş ve yalnız dünya için
değillerdir. İnsanın yaratılış amacı, ibâdet olduğu için (51/Zâriyât, 56) tüm
davranışları bu amaca hizmet edebilir. İnsanın hayatının tamamı ve dünyadaki
faaliyetlerinin tümü bütünleşerek, varlık gayesini gerçekleştirir ve
duygularında dünya ile âhiret birleşir.
İlk müslüman
nesillerin mantığında meseleler böyleydi. Bütün hayatlarını toplayan, aralarını
birleştiren, görüşlerini aynı yapan, derin ve köklü anlamıyla ?lâ ilâhe
illâllah?tı. O zaman da bu tevhid, Allah'tan insanın dünya hayatını düzeltip
âhirette güvene ulaştırması için indirilen kapsamlı bir din olur. Bu tevhid
dininde bir meseleyle öbürünün arası ayrılamaz.
Câhiliyye
Arapları çeşitli ilâhlara tapındığı için, hayatları da parça parça ve birleşemez
haldeydi. Hislerinde dünya ile âhiret arasında bir bağ da yoktu. Tapınılan
rabler çok olduğundan ibâdet de dağınıktı. Biraz putlar, biraz kabile, biraz
baba-dede geleneği ve biraz da hevâya, nefsî isteklere tapılıyordu. Ya da hepsi,
duyularında bir bağlantı ve irtibat olmadan aynı anda tanrı kabul ediliyordu.
?Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zaman (zamanın
geçişi) yokluğa sürükler' derler. Onlar sadece zannediyorlar.? (45/Câsiye,
24) Dünyadan sonra hayat olmadığına göre, sonrasını düşünmeden içinde yaşanılan
şu an yaşanılır, sorumsuzca, hesap verme endişesi olmadan, canlarının istediği
gibi...
Çağdaş
câhiliyye, eski câhiliyyeden daha çok insan fıtratını, tevhidi/birliği, hayatı
parçalamaktadır. Âhiretle bağını koparıp hayatı dünyadan ibaret kabul eden
insan, huzuru dünyada da bulamamakta, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar
intiharlar, çıldırmalar, bunalımlar, stresler, her çeşit psikolojik
anormallikler içinde, dünya görüşündeki bu yanlışlığın âcil cezasını, avans
olarak çekmektedir.
İslâm, tevhid
dini olduğundan, aralarında kesin bir ayrım yapılarak, birbirinden kopuk şekilde
dünya ve âhiret ikilemine yer vermez. Laiklik denilen çok tanrılı anlayıştadır
birbirinden tümüyle bağımsız ve kopuk din-dindışı, din adamı-dünya adamı,
dünya-âhiret, Sezar-Tanrı ayrımları.
Tevhid dini,
insanın maddî dünyasıyla mânevî dünyasını birleştirdiği gibi; dünya ile âhiret
yollarını da birleştirdi. Bunlar niçin iki yarı yol olsun ki? Biri, bir ilâhın,
öbürü de başka bir ilâhın mı? Dünyaya hâkim olan ilâh, kıyâmet günü insanları
hesaba çekip cezalandıracak veya ödüllendirecek ilâh değil mi? Allah, sadece
göklerin ilâhı mı? Yeryüzünü ve tabiat olaylarını yönlendiren, dünyayı
düzenleyen başka ilâh mı var ki, dünyâ ile âhiret birbirini ilgilendirmeyen
kopuk ve bağımsız parçalar olsun. Âhiret hayatının ölçüsü, dünya hayatının
terazisinden değişik midir ki, bir iş dünya ölçüleriyle güzel, âhiret hesabına
göre çirkin veya aksi olsun. Halbuki dünyada güzel işlerin âhiretteki karşılığı
da daha güzel, dünyada şer olanın da âhiretteki karşılığı cezadır. ?Güzel iş
yapanlara daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır... Kötü amel
işleyenlere gelince, kötülüğün cezası kötülükleri kadardır. Onları bir de zillet
kaplayacaktır...? (10/Yûnus, 26-27) ?Kim zerre kadar hayır/iyilik
yapmışsa onu görür; kim de zerre kadar şer/kötülük işlemişse onu görür.?
(99/Zilzâl, 7-8)

?Hayâtu'd-dunyâ?, yakın hayat; ?hayâtu'l-âhiret? de diğer hayat, son hayat
demek. Yol tektir; başı dünyada, sonu âhirette. İki şeritlidir bu yol;
bölümlerden birini iyi amel sahipleri tutuyor ve onları cennete götürüyor.
Diğerini de kötüler tutuyor ve onları azaba götürüyor. Dünya ve âhiret farklı
yollar değil, yolun başının ve sonunun adlarından ibaret. ?Sizi yarattığı
gibi yine O'na döneceksiniz. Allah insanlardan birtakımını doğru yola eriştirdi,
fakat birtakımı da sapıklığı hak etti. Çünkü bunlar Allah'ı bırakıp şeytanları
dost edinmiş ve kendilerini doğru yolda sanmışlardı.? (7/A'râf, 29-30)

İlk
müslümanlarda dünya-âhiret birliği öyle bir noktaya gelmişti ki, gerçekte dünya
hayatında yaşarlarken düşünce ve fikirleri âhirete bağlıydı, âhireti görür,
önlerinde duruyormuş gibi yaşıyorlardı; ?âhirete yakînen iman?, bu demekti
çünkü. Kur'an'ın ba's, hesap ve ceza üzerindeki yoğun tekrarı ve vurgusu,
kıyamet sahnelerini canlı ve çekici bir üslûpla sunuşu, müslümanlara his ve
hayalleri ile, önlerinde o an görüyor ve olaylarını yaşıyormuşçasına âhireti
canlı yaşatıyordu. Hatta, bütün gerçekleriyle dünya geçmiş, âhiret de
olaylarıyla hazır, şu anda yaşanıyor gibi! Melek değillerdi; zaten insan üstü
olmaları, insanlıklarından çıkmaları da istenmiyordu onlardan. Onlar da
beşeriyetleri icabı bazı günahlar işleyebiliyordu. Ama hataya düştüklerinde,
yanlışlarında ısrar etmiyor, hemen tevbe ediyorlardı: ?Onlar bir kötülük
yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen
günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim
bağışlayabilir ki? Ve onlar, bile bile yaptıklarında ısrar etmezler. İşte
onların mükâfatı Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde
ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir.? (3/Âl-i
İmrân, 135-136) Evet, onların duygularında dünya ve âhiret, birleşik tek bir
hesaptı, iki ayrı hesap değildi.
Dünya Kur'an'da
zemmedilmiş, Rasûlullah'ın diliyle lânetlenmiştir, ona meyledip aşırı sevgi
beslemek, ona bağlanmak yasaklanmıştır; doğru. Ama bu tavsiyeler Kur'an ve
hadiste hangi konumda gelmiştir? İki durumda geldiğini görüyoruz. Bir: Dünya
sevgisi ve ona bağlanmanın insanlarla Allah'a ve âhiret gününe iman arasında bir
engel oluşturduğu zaman. İki: Onlarla Allah yolunda cihadın arasına girdiği
zaman. ?Dünya hayatıyla sevindiler. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, bir
geçimden ibarettir.? (13/Ra'd, 26) ?Bize kavuşmayı ummayan, dünya
hayatına râzı olup onunla rahat edenler ve Bizim âyetlerimizden gaflet
edenler... İşte kazandıkları işlerden ötürü onların varacakları yer, ateştir.?
(10/Yûnus, 7-8) ?De ki: ?Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz
ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda
cihaddan daha sevgili ise, Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.? (9/Tevbe, 24)
Bu iki alanda,
âyetlerde açıklanan sebeplerle dünya zemmedilmiştir. Fakat bu iki alandaki
gerçek durum, dünya, insanın hissinde âhiretten kopuktur. Ya hiç inanmadığı
için, ya inancı zayıf, karmakarışık olduğundan düşünce, duygu ve tavırlarına
tesir edemediği için... Onun idrâkinde problem şudur: İnanmadığı, ya da
varlığıyla yokluğu eşit bir imana sahip olduğu bir cennete, can ve maldan
fedâkârlıklara karşılık vaad edilmiş; o halde bu, varlıklardan mahrum olmaktır.
Böyle bir kimse, dünya nimetleri konusunda Allah'ın mubah kıldıklarıyla yetinmek
istemeyip şehvetlerinin ve hevâsının paralelinde yürümek arzusundadır. Bu
problemden dolayı dünya hayatını tercih etmektedir. ?İşte tuğyan ederek azıp
da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir.?
(79/Nâziât, 37-39) ?Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz; oysa âhiret
daha iyi ve daha bâkîdir.? (87/A'lâ, 16-17) ?Durakları ateş olduğu halde
kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler.? (47/Muhammed, 12)
Kur'an'ın
portresini çizdiği dünyayı âhirete tercih eden kimse, arzularının sınırsız
tatminini yeğlemiştir; çünkü bu zevklerden mahrum olmak, onun yanında Allah'ın
onu uyardığı azaptan daha önemlidir. Ya, âhirete aslında inanmadığı için ki,
onun hissinde korkutulduğu azap bir vehimdir, hakikati yoktur. Ya da, âhirete
imanı zayıftır; o azap, hayalinde, elindeki nimetten mahrum olmanın acısından
daha hafif gelmektedir. Bu her iki durum da anormaldir, sahibinde denge
bozukluğu getirir. ?Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır
ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi,
hatta daha da sapıktırlar.? (7/A'râf, 179) Ya da o, gözünde ancak net olanı
yakından görebildiği, uzağı göremeyen, görme kusuru olan gibidir. Algılama
organı ancak yakında olanı var sayıyor; uzaktakini ise karışık, müphem birbirine
karışmış, bulanık görüyor.
Normal bir
insanın hissinde ise, olay tamamen değişiktir: Normal bir insan, ilk anda ruhunu
gayb dünyasına kapatmaz; nefsini sadece organlarının algıladığı alana hapsetmez.
Yaratıcısının kendisine yaratılış gayesi olan hilâfet misyonuna yardımcı olsun
diye iki karşılıklı güç takdir ettiğinin bilinci içindedir. Her biriyle hilâfet
ve kulluk görevinin bir bölümünü gerçekleştirir; ikisiyle aynı anda dengede
kalır. Birincisi, organlarının algıladığına inanmak, ikincisi de gayba imandır.
Birinci gücüyle, yakındaki algılanan eşyaya, çevresindeki maddî varlıklara karşı
davranışını düzenler. Maddenin özelliklerini öğrenir. Yeryüzündeki durumunu
güzelleştirmek için Allah'ın hizmetine verdiği göklerde ve yerdeki enerjinin
kullanılması için bilgisini geliştirir. İkinci gücüyle de fıtratına konulan
doğrultuda iman esaslarına inanarak hakikatlerle muâmelesini sürdürür.
?Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ama
dünyadan da nasibini unutma.? (28/Kasas, 77) ?O size yeryüzünü musahhar
kıldı. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin. Dönüş
O'nadır.? (67/Mülk, 15)
İnsan, birini
seçerse mecburen öbüründen kopacağı şekilde; dünya ve âhireti karşılıklı iki
olgu olarak değerlendirmenin Allah'ın dininde bir dayanağı yoktur. ?De ki:
?Allah'ın kulları için yarattığı ziyneti/süsü ve temiz rızıkları kim haram
kılabilir?? (7/A'râf, 32) Burada ziynetin anılmasında özel bir anlam vardır.
Ziynet, güzelliktir. Güzellik ise, zarûretten fazla bir şeydir. Yani, Allah'ın
kullarında mubah kıldığı, nasıl olursa olsun hayatı koruyacak bir mecbûriyet
değil; zarûretin de ötesi güzellik noktasına varan bir şeydir. Rasûlullah
(s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: ?Vallahi, ben sizin Allah Teâlâ'dan en çok
korkan ve sakınanızım. Fakat bazen nâfile oruç tutar, bazen tutmam. Bazen nâfile
namaz kılar, bazen uyurum. Ben evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o
benden değildir.? (Buhârî, Nikâh 1; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3) Bu
hadis-i şerif, Allah'ın kulları için râzı olduğu ibâdette, dünya geçiminden el
etek çekme ve ondan tamamen kopmanın bulunmadığını vurgulamaktadır. Çünkü bu el
etek çekme ve sadece âhiret için gece gündüz ibâdet, Allah'tan haşyetin
göstergesi değildir. Hz. Peygamber öyle yapmadığı gibi, bu tavrın sünnetinden
kopma olduğunu sert bir ifadeyle belirtiyor.
Başlarında
zâhidlerin efendisi (s.a.s.) olmak üzere ilk neslin zâhidlerinin zühdleri,
dünya varlığına karşı kendilerini Allah yolunda cihada iletiyordu. Sapıtmış bir
ortamı düzeltip, yerine normalini getirmek için çalışma; emr-i bi'l-ma'ruf ve
nehy-i ani'l-münker, ki bu iki şey Allah'ın hayırlı olması için çıkardığı
ümmetin temel özelliğidir (3/Âl-i İmrân, 110). Başlarında Rasûlullah olmak üzere
zâhidler, varlığı yasaklamıyor, onun üstüne tırmanıyorlardı. Mücadele ettikleri
o yüksek ufuklar da onları cihaddan alıkoymuyor, gerçekler dünyasında ortaya
koymak için çalıştıkları hedefler için çalışmalarını engellemiyordu. Onlar,
nefisleriyle ve şeytanla olan cihadlarını turun sonu yapmadılar. Onların
şeytanla ve nefisleriyle savaşları ve zaferleri esas hedeflerine yönelik
hareketlerinde bir başlangıç noktasıydı: Cihada, mârufu emre, münkerden
sakındırmaya, şirk kalesinin yıkılıp iman kalesinin kurulmasına, tâğutların
egemenliğine son verip Rabbânî doğruların ikamesine, Allah düşmanlarının
korkacağı gücün oluşturulmasına...
Nefislerindeki
şeytanla cihada başlamasalar veya nefislerindeki şeytânî özelliklere
savaşlarında kesin bir sonuç almadan savaşı bıraksalardı, bunları
gerçekleştiremezlerdi. Ama onlar, nefisle mücadele
yeter, hedef de budur diyerek durmadılar hiç. İçlerindeki şeytanla/nefisle
mücadelede zâhidin yolu; şehvetleri, nefsin isteklerini öldürüp yok etme yoluyla
?nefsin öldürülmesi? değildir. Onun Rabbânî metoddan aldığı yolu, şeytanın
saptırmalarına karşı, gücü oranında ?nefsine hâkim olması?, onu kuşatma altında
tutmasıdır. Allah, insan nefsinde yarattığı bu motivleri boşuna yaratmamıştır.
İnsanın yeryüzünde halifeliği, imtihana tâbi tutulması, dereceler alması,
olgunlaşması için gereklidir nefsin istekleri.
Nefsi
öldürmek, fenâya, yokluğa ulaşmakla; haram hudutları, setleri yıkacak şekilde
arzuların salıverilmesi, alabildiğine özgürlük; her ikisi de aşırılıktır.
Rabbânî metod, insanı ifrat ve tefritten kurtarır, dengeyi oluşturur. Nefsi,
arzuları öldürmeden, bu isteklerin kontrol edilmesi istenir imtihanın
kazanılması için ve bu mücadele bir ömür boyu sürecektir. Arzuları öldürüp de
kurtulmak, cenneti garanti etmek, ya da bunu temel gaye edinmek yoktur nebevî
hayatta. Motivler, nefsin arzu ve istekleri, imtihan alanlarıdır. ?İnsanların
hangisinin daha güzel amel işleyeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi,
dünyanın ziyneti/süsü yaptık.? (18/Kehf, 7)
Yanlış zühd
anlayışı içinde olan mistik kimsenin nefsinde, onu dünya gerçeğinde amelden
alıkoyan pek çok etkenler oluşur. Bunlardan biri, dünyaya bakışıdır. Onun
hissinde dünyanın âhiretle ilgisi yoktur; kurtulmaya çalıştığı bir zindandır
dünya. Dünya bir zindan olunca, mahkûm zindanı hiç imar eder, onun
ıslahıyla ilgilenir mi? Ondan kurtulacağı günü gözetler sadece. İkinci
etken, istekleri hareketlendiren motivlerin yok edilmesiyle isteklerin de yok
olmasıdır. İnsan, yeme-içme, giyme, mesken edinme vb. dünyevî gereçlere rağbet
eder. Bunları elde etmek için devamlı hareket halinde olur. Nefsindeki
rağbetleri gerçekleştirmek için uğraşı halindedir hep. Ruhî riyâzetin gayesi,
nefsi onlardan arındırmak için o istekleri öldürmek olunca, ne için hareket
edecek, ne için çalışacak? O bu dünya hayatından hiçbir şey istemiyor ki! İstese
bile asgari şartlara göre çok basit bir hayat ve onu koruyacak en hafif bir
külfet ister. Üçüncü etken de fenâ lezzeti; vâsıl olduğu hayali. Nefse rızâ ve
kanaat veren anlayış. Bu üç etken, yanlış kaza-kader anlayışıyla da birleşince,
mistiği hayatın akışında harekete geçirecek bir şey kalmaz.
Sahâbenin
zühdü, dünyanın geçici olduğu, gerçek nimetlerin âhirete ait olduğuna dayanan
bir şuur idi. Bu zühd, sahiplerini cihad, mücadele ve dünyanın ıslah ve imarına
iten öncü ve yapıcı bir zühddü, bir aktivite, bir aksiyon idi. İçine kapanık ve
pasif bir ruh hali değildi. Nefsi fitneye karşı koruyan bir zühddü; fitneden
korunmak için nefsi öldüren bir zühd değil!
Kur'an ve
sünnetteki dünyanın kötülenmesi ile ilgili tavsiyeler, hatırlatma için
gelmiştir. Ta ki insanlar dünyaya aldanıp âhireti unutmasınlar. Yoksa, dünya
hayatındaki eylemleri, hareket ve faaliyetleri yasaklamak için gelmemiştir. Yol
kenarındaki, insanları heyelân bölgelerine karşı uyaran trafik işaretlerine
benzer bu uyarılar. Trafiği engellemek için değildir bu işaretler. Bir grup
yolcu çıkıp da ?biz bu yolda yürümeyiz, yolda heyelâna karşı uyaran işaretler
var? dese, tedbirde aşırı oldukları ortaya çıkar. Yolculuğu bırakmaları,
tedbirle korkaklığı karıştırdıklarını gösterir ki, yanlış tedbir anlayışı onları
gidecekleri yere ulaşmalarını engeller. Kendine güvenen yola girer ama
heyelândan da korunmaya çalışır; korkak ise yoldan kalır.
Din, yoldaki
risklere karşı uyarırken, yolu bırakmamızı emretmiyor elbette. Rasûlullah'ın şu
hadisine bakmak yeterlidir: ?Nefsim elinde olana yemin ederim ki,
eğer günah işleyip tevbe ediyor olmasaydınız, Allah sizi
kaldırıp sizin yerinize günah işleyen ve Allah'tan istiğfar edip Allah'ın da
onları mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.? (S.
Müslim bi şerhi'n-Nevevî, 17/65) Bu hadis, tabii ki günah işlemeye teşvik
etmiyor. Peygamber'in insanları günah işlemeye teşvik etmesi düşünülemez bile.
O, insanları Allah'a itaate ve gücü nisbetinde günahlardan kaçınmaya çağırıyor.
İnsanları sâlih amele teşvik ediyor.
İnsan, hayat
gerçeğinde çalıştığı zaman, ondan günahların sâdır olması kaçınılmazdır.
?Bütün Âdemoğulları hata eder; hata edenlerin hayırlıları da tevbe edenlerdir.?
(İbn Mâce, 2/1420; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, 5/515) O zaman, hayat
gerçeğinde çalışıp günaha düşen mü'minin yapacağı iş istiğfar olacaktır (3/Âl-i
İmrân, 135-136). Hiç günah işlememek için hiç çalışmamak gerekir; insanın
üzerine farz olan görevlerin de terk edilmesidir bu. İnsandan istenen, günah
işleme endişesinden dolayı dünyevî arzularını öldürmesi değildir. Zaten bu çaba,
sonuçsuz kalır, insan fıtratındaki bu istekten ebediyyen kurtulamaz. Çünkü bu,
yeryüzündeki halifelik misyonunu işlemez hale getirir. İnsandan istenen, dünyayı
ıslah ve imar etmek için gücü oranında Allah'tan korkarak mubah olan bütün
alanlarda çalışıp hareket etmesidir.
Yanlış zühd
anlayışındaki bazı mistikler, sadece namaz, oruç ve zikirle yetinmeye
başladılar. ?Âhiret için istenen ameller bunlardır. Dünya işlerine bizim
ihtiyacımız yoktur, çünkü dünyevî işler şeytanın ağına düşüren fitnelerdir...?
Düşünceleri böyleydi. Bu şekilde dünya ve âhiret bütünlüğünü kopardılar. Sonra
ne oldu? Yeryüzünün halifesi gibi davranıştan, rızık peşinde koşmaktan tamamen
koptular. Tıp, astronomi, matematik, mühendislik, fizik, kimya gibi bilimleri
fâni dünya ile ilgilidir diye terkettiler. Tehlikeye götüren dünya
hayatının süsleridir diye maddî kalkınmayı terkettiler. Bâtılla savaşı,
tâğutlara tavır almayı, zulüm ve fesada engel olmayı bıraktılar. Çünkü ?her şey
nefislerle mücadeleye bağlıydı. Allah, kullarını dilediği konuma
yerleştiriyordu; başka türlü isteseydi öyle yapardı. İstediği zaman da O
kendiliğinden değiştirirdi...? Böyle düşünüyorlar ve uzlete çekilip dünyayı
kâfir ve fâsıklara bırakıyorlardı. Sonuç mu? İslâm dünyasının başına gelen
fakirlik, cehalet, hastalıklar, güçsüzlük, maddî alanların tümünde geri kalmak
ve bunların yanında küfrün egemenliği, zulüm ve sömürü...
Hepsi
oturan, hepsi fakir, cahil, hasta bir ümmetin hali nasıl olur? Her insan sadece
geçineceği asgarî rızkı temin için çalışırsa, İslâmî otorite, Allah yolunda
harcayacağı fazlalığı nereden bulacak? Kur'an'da emredilen düşmanları korkutacak
güç hazırlığı (8/Enfâl, 60), dünya bilimleri, maddî hazırlık ve birikim olmadan
nasıl oluşacak?
Gerçek zühd,
üretime ve çalışmaya engel değildir. Hakiki mü'min, çalıştığı alanda en güzel
şekilde üretim yapar. Sonra da kendisi için hoş şeylerden en az miktarı kullanır
ve gerisini Allah yolunda harcar. Bununla da toplumda sigorta, yardımlaşma ve
irtibat sağlanır. Böylece toplumdaki bireylerin yaşam seviyeleri birbirine yakın
olur. Aşırı zengin ve açlık noktasında fakir bulunmaz. İslâm devleti de, zekât
ve infak gibi gelirlerden artırdıklarını İslâm mesajının yayılmasında ve
düşmanları ürküten bir güç hazırlığında kullanır.
Dünyanın
âhiretten koparılması ve her ikisinin zıt köşelere konulması, bunlardan birine
yönelmenin öbüründen kopmayı gerektirmesi, ibâdetin dar kalıplara sıkıştırılıp
insanın bütün faâliyetlerini kapsayan anlamının ihmal edilmesi, dünyaya meyletme
aşırılığı gibi yanlışlardır. Allah'ın farz kıldığı ibâdetlerden sadece bir
bölümünü alıp o konularda ısrar ve sebat gösterilmesi; ama dünya hayatıyla
ilgili kabul edilip terk edilmesinde Allah'a yakınlık vardır diye başka bir
bölümünün ihmal edilmesinin acılarını bütün ümmet çekmektedir. Bu yanlış, başka
bir yanlışı doğurmuş, paraya taparcasına bağlanan, israf ve lüks içinde hayat
süren, aç komşularını görmezden gelen dünyevîleşmiş insanlar çoğalmaya
başlamıştır. Lüks başlayınca yıkım da başlar. Müslümanca yaşama haklarına her
türlü darbe vurulurken, dinleri tehlikeye düştüğü halde, dünyevîleşen insan,
işiyle gücüyle, dünya varlığıyla meşguldür. Parasına gelecek tehlikelere karşı
takındığı tavrı dinine karşı saldırılarda göstermez. Rahat, barış, demokrasi,
dünyaya bağlılık fısıltılarıyla uykudadır, uyarıcı seslere kulak vermez.

Yanlış zühd
anlayışı olan mistisizm, dünyanın imarından ve halifeliğinden uzaklaşmayı
sonuçlandıran yönüyle insanın maddî ve duygu yönünü çökertiyordu. İsraf ve lüks
içinde, tüketmeye dayanan bir yaşayış da insanın rûhî ve mânevî yönünü
mahvediyor. İslâm, hiçbir konuda aşırılığa müsaade etmez. Dünyaya tutkunluğu
istemediği gibi, inzivâyı ve dünyanın imar ve ıslahını terk etmeyi de onaylamaz.
İslâm'dan uzaklaştıkları için geri kalan ümmete, kalkınamamış olmalarının
sebebinin İslâm olduğu görüşünü kabul ettirmeye çalıştı fikir emperyalizmi.
Ümmet de kurtuluşu batı uygarlığında, materyalizmde, tüketim toplumu olmada
aramaya başladı. Başta dünya-âhiret ikilemi/uyumsuzluğu olmak üzere, haram-helâl
anlayışı, değerler, imanî ve ahlâkî ilkeler önemsiz görülmeye başlandı. İslâm'ın
tüm bağlarından koparak âhireti hesaba katmayan bir dünyevîleşme ile
uygarlaşmaya çalıştılar. Maddî gücün ve kalkınmanın batılılara göre çok azına
sahip oldukları halde batılılardan daha fazla lükse boğuldular. Evler,
döşemeler, lüks koltuklar, arabalar, mutfaklarda teknolojik aygıtlar,
ürettiğinden çok fazlasını tüketme anlayışı, zevk eseri giyimler, bin bir çeşit
kumarlar, içkiler, spor ve müzik bağımlılıkları, özgürlük kavramının içine
konulan kadınların açılıp saçılması, modaya uyma, eğlenceler, fesatlar...
Gerçek
müslümanların son asır câhiliyetindeki sapıtmış beşeriyete sunacağı çok şeyleri
vardır, olmalıdır. Dünyanın imarı için gerekli imkânları diledikleri yerden
alabilir müslüman. Ama gerçek bir medeniyet geliştirmek için onları kullanmada
İslâmî ölçülere bağlılık şarttır. Bilimi, maddî ve teknolojik gelişmeyi alabilir
ama onları nerede kullanacağını belirlemek şartıyla. Âdi zevkleri tatmin etmek
için mi, âhireti unutmak için mi, israf ve aşırı tüketimle şeytanın kulluğunda
mı kullanacaktır bütün bunları? O zaman ne kendisi zillet ve pasiflikten
kurtulabilir, ne de beşeriyeti hüsrandan ve helâkten kurtarabilir. Ama bunları
şer'î ölçüler ve Rabbânî programın tatbikinde kullandığında, İslâm'ın
hâkimiyetini tekrar sağlamada, ilâhî adâletin icrâsında, hayatın her alanında
fıtrata ters düşmeyen ilkeler için uygulandığında, insanın varlık gayesini
gerçekleştirmiş olacaktır. Ancak o zaman ibâdet ve dünya-âhiret anlayışı yerli
yerine oturur; o takdirde müslümanlar, kendilerini içinde bulundukları zilletten
ve cehenneme adaylıktan kurtardıkları gibi, kurtuluş yolu arayan sapıtmış
insanlığa da kurtarıcı eli uzatabilir. (5)