Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

HİLÂFET..

HİLÂFET


HİLÂFET



Allah'ın hâkimiyet hakkının bir
tecellisi olarak İslâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı.

İslam yönetiminin hem teorik hem de
pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet"
diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip
olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir.

Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın
yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (İbn
Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye, I, 2).
Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen
kişiye denir (İbn Hazm, el-Fisal, IV, 107). Başkasının adına görev yapmanın veya
tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan
kimsenin aciz olması sözkonusudur. veya halife olarak tayin edilen kimsenin
değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi
Garîbi'l-Kur'an, s. 156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da
ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında kalan
görevlerini yüklenmek demektir.

İslâm hukukçuları "hilâfet" terimini,
genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır.
"Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini
korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (İbn Haldun, Mukaddime, 191)
demektir; en yüksek başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini
düzenleme makamıdır. Bu makama getirilene halife adı verilir.

Bu makama geçen, toplumu sevk ve
idarede Hz. Peygamber'e halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamber'in halifesi''
demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle
yetinilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen
kelimeler, yerine göre terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış
bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; İmâre, 61; Ebu
Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, İstiâze, 43 vs).

Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin
câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır" (el-Enam,
6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler. Bunun caiz olmadığını söyleyenler de
Hz: Ebu Bekir (r.a.)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade
etmediğini söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A. Şafak, s. 19;
el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s. 27; İbn Haldun aynı yer; İbn Teymiyye,
a.g.e., XXXV, 44-5).

İlâhî emirler gözönünde
bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık görülemez.
"O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse küfrü kendi
zararınadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka
birşey artırmaz. Kafirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz"
(el Fatır, 35/39).

"Allah, içinizden iman edip de güzel
amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin
yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin yerine geçirip
halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (İslâm'ı) herhalde payidar
kılacak; onların korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar bu güvenlik
içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra
nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-nur, 24/55).

Demek ki asıl önemli olan, bu yüce
makamın gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın hükümlerini
mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre
sapmamaktır. Kendisinde bu özellikler bulunmayan hiçbir yönetim "İslâmî" olma
özelliği kazanamaz; İslâmî kavramlarla nitelendirilemez.

Halifelik makamına geçen kimse için
"halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki, o da: "İmam"dır.
İmam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, a.g.e., 24).

İmamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî
ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 602;
M. E. Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad., 3. kısım; Elmalılı, I, 491). Ancak
bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir
adlandırma olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî a.g.e., aynı yer). Bu makamı
işgal edene halîfe veya İmam denmesinin nedenlerine gelince:

İlk halifenin Rasûlullah (s.a.s)'den
sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini
almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini
temsil etmesi ve 'bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş
bulunduğundan, (bk. el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama
getirmeleri dolayısıyla, İslâm devleti başkanına hafife adı verilir. Ona "İmam"
denmesinin nedeni ise; İslâm devlet başkanının namaz kıldıran imama benzetilmiş
olmasındandır. İmamın arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl bir
zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir.
Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-İmâmetü'l-Kübrâ" veya "el-İmâmetü'l-Uzmâ"
(büyük imamlık) da denilir. Aslında İslâm devlet başkanım belirli bir isimle
adlandırma zorunluluğu yoktur. Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın
özellikleri ve bunların yitirilmesi önemlidir.

İslâm yönetimini kastederek "hilâfet"
ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de kullanıldığını görmek
mümkündür.

Meliklik genellikle, babadan oğula
geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır. Bu nedenle İslâm'da meliklik -bu
anlamıyla- söz konusu değildir. Bu anlamıyla meliklik, İsrailoğullarının
yönetimlerinde görülmüştür. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden
anlamaktayız. (bk. el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35)... (Konu ile
ilgili daha etraflı âçıklamalar için bak. İbn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV. 33
vd.).

İslâm yönetim düzeni, yeryüzünde
Rasûlullah (s.a.s)'in önderliğinde gerçekleşmeye başladığı dönemlerde dünyada
var olan diğer siyasal düzenler "kuvvet" temeli üzerinde yükselmekteydi. Bu
düzenlerin politikaları da üstünlük kurmak ve insanları baskı altında tutmak ve
tahakküm ilkelerine dayanıyordu.

Bu tür yönetimlere ve onların
politikalarına en açık iki örnek, biri İslâm'ın doğduğu yer olan Arap
yarımadasının kuzeydoğusunda yer alan Iran imparatorluğu; diğeri ise
kuzeybatısında bulunan Bizans imparatorluğu idi. Müslümanlar bu iki düzeni
tanımlamak için o dönemlerde İran rejimi hakkında "kisraviyye" yani kisralar
düzeni; Bizans rejimi hakkında da "Kayseriyye" yani "Kayserler düzeni"
terimlerini kullanıyorlardı.

Aynı şekilde her iki düzeni tanımlamak
amacıyla "mülk" kavramı da kullanılırdı. Bununla da anlatılmak istenen bir tek
kişinin mukeddaratına egemen olduğu mutlak ve istibdada dayalı yönetimlerin
düzenlemeleri, idi. Bu kişi ülkeyi kişisel arzu ve heveslerine göre yönetir ve
iradesinin üstünde herhangi bir kanun veya otorite kabul etmez ve tanımazdı.

Özellikle ilk müslümanlar, böyle bir
yönetim biçimini kesinlikle kabul edemez, içlerine sindiremezlerdi. Çünkü
Kur'an-ı Kerim, bu tür "melikî" düzenlere Firavun gibi kişileri örnek göstererek
onlardan nefret ettirdiği gibi; "Şüphesiz, melikler bir itlkeye girdiklerinde
oraya ifsâd ederler, o ülke halkının aziz olanlarını zelîl ederler. (Evet) onlar
böyle yaparlar..." (en-Neml, 27/34) ayetiyle de genel olarak melikler hakkındaki
olumsuz hükmünü belirtmektedir.

Kur'ân-ı Kerim melikî yönetimlerin
temelinin zulme dayalı olduğunu befirtir ve bazı, zâlim meliklerden de söz eder:

"Arkalarında her sağlam gemiyi zorla
alan bir melik vardı" (el-kehf, 18/79).

Görülüyor ki Kur'ân-ı Kerim,
Kisraların, Kayserlerin, Firavunların yönetim biçimini gayet açık bir dille
eleştirmekte ve reddetmektedir. Bu ruh ile yetişen ilk müslüman nesil bu tür
yönetim şekillerine karşı oldukça hassas idi; onlar İslâmî yönetimin melikliğe
dönüşmemesi için büyük bir özen gösteriyorlardı. (bk. M. Ziyauddin er-Reyyis,
en-Nazariyyatu's-Siyasiyyeti'l-İslâmiyye, Kahire 1979, s. 114 vd.).

Hz. Ömer (r.a) bir gün Selmân (r.a)'a:
"Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar. Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan
bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkı olmayan bir yere
harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der. Haksız tasarrufları
yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz. Ömer'e
etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (İbn Sa'd,
Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, a.g.e., I, 13; Kandehlevî, Hadislerle
Müslümanlık, II, 632). Abdullah b. Ömer (r.a) de ümmetin topluca bey'at etmediği
kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarih
Tercümesi, VII,175).

Hilafet ile saltanat arasındaki farka
gelince: Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife müslümanların istişâresi ve
seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur.
Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir.

İbn Hazm; hilâfetin verâsete
dayanmayacağını söyler ve İslâm'ın soya dayanan saltanatı tanımadığını şöyle
belirtir: "Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını Râfızîler
dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin İmam
olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler" (İbn Hazm,
el-Fisal, IV, 166'dan nakleden M. Ebu Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi,
IV, 73).

Buna göre halîfelik, her türlü
tasarruf ve adalet ölçüleri içerisinde yapılmalıdır; Meliklik öyle değildir.
Saltanatta başkanlık verasetle geçer, halifelik makamlarla ise şûra (seçim) ile
gelinir.


Hz. Peygamber (s.a.s), halifeliğin melikliğe dönüşmesi halinde kötü yönde pek
büyük olayların meydana geleceğini, kıyameti andıran büyük olayların
yaşanacağını anlatmıştır (Ebû Dâvûd, Cihâd, 35). Anlaşılan Hz. Peygamber (s.a.s)
bu hadisle Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında başlayan ve Muaviye'nin başa
geçmesiyle sonuçlanan olaylara işaret etmektedir.