Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Te'vil; Anlam ve Mâhiyeti

Te


Te'vil; Anlam ve Mâhiyeti



Te'vîl, ?evl? kökünden gelir. Evl, ?kaynağa
dönmek?, te'vîl ise, ?kaynağa döndürmek? demektir. Bir şeyi, kendisinden
kastedilen mânâya ve gâyeye döndürmek şeklinde de târif edilmiştir. ?Onun
te'vîlini mi gözetiyorlar, onun te'vili geldiği gün...? (7/A'râf, 53)
âyetinde te'vîl, ?sonuç, varacağı nokta, döneceği durum? mânâsındadır. Âyet,
dünya hayatıyla aldanan kâfirlerin, ?bakalım sonunda ne olacak?? şeklindeki
soruların cevabını vermektedir; ?sonunda Kitab'ın ve işlerin varacağı nokta,
Kıyâmet Gününde gelecek ve her şey ortaya çıkacaktır? denmektedir. Yine, aynı
konuda, ?Bu hayırdır ve en güzel te'vildir.? (17/İsrâ, 35) âyetinde de te'vil,
?amellerin karşılığının görülmesi? şeklinde yorumlanmıştır (Râgıb el-İsfehânî,
Müfredât, s. 31). Âyet, ölçüyü ve tartıyı tam yapmanın sonucunu açıklamaktadır.


Kur'an'ın te'vili konusuna geçmeden önce,
Kur'an'ın mânâ derinliği üzerinde biraz daha açıklamalarda bulunmak
gerekmektedir. Ebû Hayyan, bâtınî tefsirler hakkında şöyle der: Bâtınîler ve
aşırı sûfîler, İslâm milletinin içinde gizlenen zındıklardır. Allah'ın Kitabı
apaçık Arapça olarak gelmiştir; onda remz de bâtın da yoktur. Felsefecilerin ve
tabiatçıların bulmaya çalıştığı şeylere îma bile sözkonusu değildir. Merhum
Elmalılı Hamdi Yazır bu sözü naklettikten sonra, özetle şu güzel açıklamada
bulunur: Kuşkusuz, Allah'ın kelâmı apaçık Arapça ile inmiştir. Kur'an'ın dili
muammâ gibi simgeden ibâret sembolik bir ifâde değildir. Ve, yine kuşkusuz,
nasslarda aslolan, engel bir delil bulunmadıkça zâhir üzere olmaktır. Bununla
birlikte, şu da muhakkaktır ki, Kur'an'ın, Kitabın anası olan muhkem âyetlerinin
yanısıra, gizli, müşkil, mücmel ve müteşâbihâtı, gerçeği, mecâzı, açığı,
kinâyesi, benzetmesi, istiâresi, temsili, îması, belâğatinin nükteleri,
hatırlatmaları, remizleri de vardır. Bütün bunlar da, açık mânânın yanı sıra,
derece derece nice ifâdeler daha mevcuttur. Uslûl ilminde de bilindiği üzere,
zâhirin zâhir olması aynı zamanda te'vil, tahsis, mecaz ihtimallerini de kesmiş
olmayı gerektirmeyeceğinden, zâhirin zâhir olması aynı zamanda te'vil, tahsis,
mecaz ihtimallerini de kesmiş olmayı gerektirmeyeceğinden, zâhire aykırı
düşmeyecek birtakım ikinci derecedeki ihtimallerin de anlaşılması, muhkem
âyetlerin açıklanmasına aykırı olmayacağı gibi, tersine Arapçanın apaçık
olmasının gereklerindendir. Bu sebeple, ?Kur'an'da hiç bâtın, remz ve îma
yoktur? demek doğru olmaz. Sûre başlarındaki ?Elif-lâm-mîm, Nûn? gibi
ibâreler nasıl tefsir edilirse edilsin, rümuz olmaktan öte geçemez. Doğrusu,
bazı haberlerde de geldiği üzere, Kur'an'ın hem zâhiri vardır, hem de bâtını.
Fakat Kur'an, ihtilâftan ve çelişkiden uzaktır.

Yine, zâhir ve bâtın denizlerinin birleşmesiyle
beraber, birbirine tecâvüz edip karışmasını da önleyen engeli aşmamak şartıyla,
ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan doğuş ve ilhamlara da bir son
tasavvur olunamaz. Buna karşılık, gerek filozoflar ve hakîmler (bilgeler), gerek
astronom ve diğer bilim adamları, akıl erbâbı, edipler, seçkinleri ve avâmıyla
bütün insanların zihnine ve rûhuna temas eden ve edebilecek olan haller,
fikirler ve konular hakkında Kur'an'da îma yoktur demek ve Râzî gibi o yolda
fikirleri nurlandırmaya hizmet edenleri ayıplamak ve suçlamak doğru olmadığı
gibi, nassların ve muhkemlerin zâhirini iptal etmeyecek biçimde, Kur'an'ın rûhî
ve vicdânî zevklere doğabilen işaret ve te'villerinden sözedenlerin hepsini de,
Karamita ve Hurufiyye bâtınîleri gibi zındıklardan saymak da doğru değildir.
Zâhirî mânâları ve hükümleri açıklayıp tesbit ettikten sonra, bunlara ters
düşmeyecek şekilde birtakım işaret ve te'villerden söz eden kişilerden
yararlanmamak da mahrûmiyet olur. Çünkü Kur'an, bunda iman edenler için
âyetler vardır; bunda akleden bir kavim için âyetler vardır; bilen bir kavim
için, düşünen bir kavim için, zikreden bir kavim için, fıkheden bir kavim için,
lübb erbâbı için demektedir ki, kendilerine has kabiliyetleri içinde çeşitli
muhâtaplarına seslenmektedir. Herhalde, zâhirîlikte aşırı gitmek de, bâtınîlikte
aşırı gitmek kadar zararlıdır. Kur'an'da tefsir de vardır, te'vil de...?
(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 8, s. 561-563).


Merhum Elmalılı'nın kendine has üslûbuyla gâyet
güzel şekilde açıkladığı gibi, Kur'an'ı tek düze bir kitap saymak, onu inkâr
etmekle eş mânâlıdır. Bir defa, bütün insanlar anlayışta bir değildir. Bir
hadis-i şerifte: ?İnsanlar mâdenler gibidir? buyurulmuştur. Madenlerin
içinde bakır da vardır, demir de; krom da vardır, kömür de; gümüş de vardır,
altın da. Bunun gibi, insanlar da çeşit çeşittir. Kur'an, Allah'ın Kelâmıdır,
Allah'ın Kitabıdır; onda bütün bir kâinat vardır. İnsanlar da, anlayış
derecelerine göre Kur'an'dan paylarını alırlar. Kalplerini tathir eden, her
türlü kirden temizleyenler Kur'an'ın derinliklerine dalarlar.

Aynı konuda Seyyid Hüseyin Nasr'dan da birtakım
iktibaslar yapmak yerinde olacaktır: Kur'an'ın çeşitli türde sûreleri ve
âyetleri vardır; bunların bazıları öğretici ve açıklayıcıdır; diğerleri ise şiir
gibidir ve genellikle kısa ve özlüdür. Kur'an, bir ormandaki gibi birden
geometri, simetri, madenler topluluğu, ışığa tutulmuş bir kristal berraklığıyla
karışan iç içe gür bir bitki hayatından oluşur. İslâm san'atının anahtarı, işte
bu özelliğiyle Kur'an'ın ifade biçiminin ilham ettiği bitki ve maden şekilleri
bileşimidir. Bazı âyetler veya sûreler, Kur'an âyetleriyle bezeli câmi
süslemeleri halinde fizikî bir dünyada şekillendirilmiş arabeskler örneği
uzatılmıştır. Diğerleri ise, özellikle son sûrelerinde görüldüğü üzere, daha çok
geometrik ve simetrik bir dille ifâde edilmiş, oldukça açık ve keskin bir fikrin
ânî patlamalarıdır.

Kur'an'ın gücü tarihî gerçekleri veya olayları
anlatmasından kaynaklanmaz; belli bir zamandaki belli bir olayla değil; eşyanın
tabiatındaki sonsuz gerçeklerle ilgilindiği için mânâsının her zaman geçerli bir
sembol oluşundan kaynaklanır. Bunun yanı sıra, Kur'an kuşkusuz, Tevrat'ta da
gördüğümüz üzere, bir kavmin Allah'a isyan edip Allah'ın da onları
cezalandırması gibi belli olaylardan da söz eder. Fakat bu olaylar bile
güçlerini, bizi her zaman var olan bir gerçeğin sembolleri olarak
ilgilendirmelerinden alırlar. Kur'an mûcizesi, insanların ruhlarını,
vahyedildikten on dört yüz yıl sonra bile, aynen yeryüzünde indiği ilk günkü
gibi hoplatmasında yatmaktadır. Bir müslüman, Kur'an'ın tek bir sesiyle harekete
geçer ve öyle ki, bir kişinin imanının, her gün okunan ezanların ve Kur'an'ın
kendisini harekete geçirip geçiremediğiyle ölçülebileceği söylenir.

Kur'an, İslâm'da bilginin kaynağıdır da,
yalnızca metafizik ve mânevî alanda değil; belli bilgi alanlarında da. Hatta
metafizik, ahlâk ve fıkıh bir yana, her ne kadar son zaman bilim adamlarınca göz
ardı ediliyorsa da, Kur'an'ın İslâm düşüncesi ve biliminin gelişmesindeki rolü
de küçümsenemez ölçülerdedir. Bütün İslâmî zihnî çabalara kaynaklık eden bir yol
gösterici ve temel yapıdır Kur'an.

Kur'an, insan için temelde mesaj ihtivâ eder.
Önce, akîdevî mesaj vardır Kur'an'da; hakikatin bilgisini ve insanın bu
bilgideki yerini açıklayan akîdeler takımı. Bu yönüyle Kur'an, her boyutuyla
insan hayatını ilgilendiren kutsal İslâm hukuku veya Şeriat'ın temelini
oluşturan bir dizi ahlâkî ve fıkhî hükümleri ihtivâ eder. Öte yandan, Kur'an'da,
Alah'ın sıfatlarıyla ilgili metafizikî âyetler, kâinatın yapısıyla ilgili bir
kâinat bilim ve varlığın sayısız durumlarıyla insanın sonu, sonrası ve âhiret
hakkında açıklamalar bulunur. İnsan hayatı hakkında, tarih hakkında, varlık ve
mânâsı hakkında akîdevî izahlar vardır. İkinci olarak, Kur'an, ilk bakışta bir
tarih kitabı izlenimini veren bir mesaj ihtivâ eder. Çağlar boyunca yaşayıp
gelmiş kavimlerin, kabilelerin, kralların, peygamberlerin ve bazı zâtların
kıssalarını, bunlar içinde bazılarının yargılanıp cezalandırılmalarını anlatır.
Bu mesaj tarihî terimlerle sunulmaktadır ama, insan ruhuna seslenmektedir.
Mânâlı ve çarpıcı terimlerle yükseliş ve düşüşleri, insan ruhunun zikzaklarını
ve kirliliklerini, geçmiş halkların hikâyeleri şeklinde tasvir eder. Üçüncü
olarak, Kur'an'ın, modern dilde anlatılması güç bir husûsiyeti vardır. İlâhî
büyü diyebilirsiniz ona; eğer bu deyimi metafizik mânâsıyla kavrayabilirseniz
tabii. Kur'anî kaidelerin, Allah'tan geldikleri için, bizim kendilerinden
yalnızca okuyarak aklî sahada öğrendiklerimizle özdeş olmayan bir gücü vardır.
Kur'an'ın kâğıtlardan oluşan maddî varlığının bile büyük bir ?bereket?e sahip
oluşu bundandır. Bir müslüman, herhangi bir darlığa düştüğünde bir miktar Kur'an
okur ve gerçekten rahatlar.

Kur'an'ı okuyan çokları, ondan, kelime kelime
verdiği mesajı dışında hiçbir şey anlamazlar. Bu, hiçbir kutsal metnin kendisini
insan aklına hemen açıvermemesinden ve gizlisini kolayca ortaya
çıkarıvermemesinden kaynaklanmaktadır. Kur'an, üzerinde varlıkların yaşadığı pek
çok gezegenleri ve mânâ tabaları olan kâinat gibidir. Mânâsına nüfuz edebilmek
için hazırlıklı olmak gerekmektedir.

Varlığımızın daha derin boyutlarına nüfuz
edinceye kadar ve Allah'ın lutfu da olmadan, Kur'an'ın iç mânâsına
ulaşamayacağımızı kavramak zorundayız. Eğer Kur'an'a sathî olarak yaklaşır,
kendimiz, varlığımızın sathında yüzen sathî varlıklar olmakta devam eder ve
derinlere uzanmış köklerimizden habersiz yaşarsak, Kur'an da bize yalnızca sathî
mânâsı olan bir kitapmış gibi görünür. Gizliliklerini bizden gizler ve ona nüfuz
edemeyiz. Rûhî sancılardır ki, nasıl tefsir Kur'an'ın zâhirini açıklıyorsa, onun
gibi, adına te'vil veya sembolik ve yorumlu tefsir denilen bir işlemle insanı
kutsal metnin bâtın mânâsına götürebilir.

Arapça te'vil kelimesi, etimolojik olarak,
ilgili işlemin asıl mânâsını ihtivâ eder. Kelime mânâsı, ?bir şeyi geri
başlangıcına veya kaynağına götürmek? demektir. Kur'an'ın iç gizliliklerine
nüfuz etmek, geri onun kaynağına ulaşmaktan başka bir şey değildir; çünkü,
kaynak bâtın olandır ve vahy veya kutsal metnin ortaya çıkışı ilk bakışta bir
iniş ve dışa vuruştur. (S. Hüseyin Nasr, Ideals and Realites of Islam, Londra,
1966, 2. baskı, ikinci bölüm)

Birtakım âlimler, ?... Onun te'vilini ancak
Allah bilir; ilimde râsih olanlar, ?ona inandık, hepsi Rabbimiz'in katındadır'
derler. (3/Âl-i İmrân, 7) âyetiyle ilgili olarak, te'vili ancak Allah'ın
bilebileceğini savunurken, bazıları da: ?...Onun te'vilini ancak Allah bilir
ve ilimde râsih olanlar da (bilir) ve ?ona inandık, hepsi Rabbimizin
katındandır' derler? şeklinde okuyarak, ilimde râsih olanların da te'vili
bilebileceğini kabul etmişlerdir.

Kur'an'da bu türden daha başka âyetler de
vardır. Meselâ, ?Allah'ın memleketler halkından Rasûlü'ne verdiği fey Allah
ve Rasûlü içindir... Yurtlarından çıkarılmış, mallarından edilmiş ve Allah'tan
fazl ve râzılık bekleyen muhâcirler içindir? dendikten sonra, ?onların
ardından gelenler ise, ?Rabbimiz bizi ve iman etmekte bizi geçen
kardeşlerimizi bağışla' derler.? (59/Haşr, 7, 8, 10) âyetlerinde gerek
?sonra gelenler?, gerekse 9'uncu âyetteki ?Onlardan önce o yurda yerleşip
imana sarılanlar? ibâresi kullanılmakta ve bununla Ensâr kastedilmekte,
fakat hiç biri için âidiyet belirten ?lâm? harf-i cerri kullanılmamaktadır.
Oysa, bütün rivâyetler ve müfessirler, feyin muhâcirlerin yanı sıra, ensara ve
sonradan gelenlere de verileceğinde ittifak etmiş ve ?ellezîne? ism-i
mevsulleri ?lillezîne? takdirinde kabul edilmiştir. Bunun gibi,
yukarıdaki âyette de Vav (ve) edatı hem ?te'vil?i bilmeye, hem de
?inandık? demeye mâtuftur. Elmalılı Hamdi Yazır, âyeti: ?Onun
te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez ve ilimde râsih olanlar (da Allah'ın
bildirdiği kadar bilir) ve ?ona inandık, hepsi Rabbimiz'in katındandır' derler.?
şeklinde tefsir ettikten sonra, âyetin bu şekilde gelmesinin, ilimde râsih
olanların Kitab'ın te'vilini Allah kadar bilmediklerini ve mutlak bilginin
Allah'a ait bulunduğunu belirtmeye yönelik olduğunu ifâde eder (Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1047).

?Ve mâ ya'lemu te'vîlehû ill'Allah?taki
?te'vîlehû?nun ?hû? zamirinin ?müteşâbih olan?a değil de, ?Kitab?a
gittiğinini bazı müfessirler vurgulamış ve müteşâbihlerin muhkemlere ircâsıyla
Kitab'ın bütününün muhkem olduğunu belirterek, te'vilin bütün Kitab'a şâmil
bulunduğunu ihtar etmişlerdir. Müteşâbihlere inanmak ve muhkemlere ircâ ile
muhkemlerle amel etmek gerekir. Ama, kalplerinde eğrilik olanlar müteşâbihlere
takılırlar, Kur'an'ın bir kısmını alıp kalan kısmını bırakırlar; âyeti âyete
tefsir ettirmeyerek, Kur'an'da ihtilâf varmış gibi ondan çeşit çeşit ve
birbirine zıt hükümler çıkarıp farklı sonuçlara varırlar. Oysa, Kur'an'ın
te'vilinin dayandığı hakikat birdir; te'vil, rastgele yorumlamak demek değildir.
İkinci olarak, ?Ve mâ ya'lemu te'vîlehû ill'Allah ve'r-râsihûne fi'l-ılmi
yekuulûne âmennâ bihî küllün min ındi R'abbinâ? ifâdesinde, ilimde râsih
olanların te'vili bilmediklerine dâir bir işaret yoktur. ?Ve mâ ya'lemu
te'vîlehû ill'Allah? ile ?ve'r-râsihûne fi'l-ılm? ibâreleri arasında
bir zıtlıktan çok, bir devam ve olumluluk görünmektedir. İlimde râsih olanlar
?Kitabın te'vilini bilir, müteşâbihlere inanır ve hepsinin Allah katından
olduğunu kabul eder ve muhkemlere ittibâ ederler.?

Üçüncü olarak, Kur'an'da sık sık gaybın
bilgisinin ancak Allah'a âit olduğu ısrarla vurgulanır. Bununla birlikte gaybı
Allah'ın bildirdiği bazı rasullerin (72/Cinn, 27) bilmesi, bu bilginin yalnızca
Allah'a âit olmasına zıtlık teşkil etmez. Bunun gibi, gayb ve te'vilin bilgisine
Allah'ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bazı rüsuh sahibi kulların da
sahip olmasıyla, bu bilgi yine mutlak mânâda Allah'a âittir ve O'ndandır. (1)


Te'vil, aslına dönmek, rücû etmek mânâsına
gelir. Te'vil; Bir şeyi ilmen veya fiilen kendisinden murâd edilen gâyeye
döndürmektir (el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 30). Niketim: "Âle'l-emru ilâ kezâ"
cümlesinde "âle", "sâra ileyhi", yani "iş şu şeye döndü" şeklinde açıklanmıştır.
Öte yandan, "evl" keşf ve izhar mânâsına da kullanılmıştır. A'râf sûresinin 53.
âyetinde geçen "te'vîl"in bu anlamda olduğu söylenmiştir. Tef'îl vezninde te'vîl
kelimesi ise, "takdir etmek, tedebbür ve tefsiretmek, açıklamak ve beyan etmek
anlamına gelmektedir.

Te'vil kelimesini, dinî bir ıstılah olarak
tanımlamak güçtür. Bu güçlük, kelimeye çok farklı anlamların verilmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Âlimlerimiz, selef ve halef bilginleri te'vili değişik
şekillerde yorumlamışlardır. Selefe göre te'vil, tefsir ve beyan etmektir. Bu
tefsir ve beyanın zâhire muvâfık olup olmaması önemli değildir. Tefsir ve
te'vil, birbirine yakın ve müterâdiftirler. Mücâhid (v. 104/722) ve İbn Cerîr
et-Taberî'nin (v. 310/922), iki kelimeyi birbirinin yerine kullanmaları bundan
dolayı olsa gerektir (İbn Teymiyye, Mecmeu Fetâvâ, 11/33). Gerçekten de İbn
Cerîr et-Taberî, ünlü tefsiri Câmiu'l-Beyan an Te'vîli'l-Kur'an'da, bir âyetin
tefsirine başlamadan önce, "el-kavlu fî te'vîli kavlihî Teâlâ" (Allah Teâlâ'nın
şu kavlinin te'vîli/yorumu şöyledir), veya "ihtelefe ehlu't-te'vîli fî
hâzihi'lâyeti" (Te'vil ehli şu âyet hakkında ihtilâf etmiştir) derken, te'vîli
tefsir anlamında kullanmıştır.

Her ne kadar anlam itibarıyla birbirine çok
benzeyen bu iki kelimeyi, selef âlimleri, İbn Teymiyye'nin (v. 728/1327)
ifâdesiyle, ashâb, tâbiûn, dört imam ve daha başkaları, yek diğerinin yerine
kullanmış ve aralarına fark koymamışlarsa da, daha sonra gelen âlimler, bu
kelimelere farklı mânâlar yüklemiş ve değişik anlamlarda kullanmışlardır.


Müteahhir fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir âlimleri
te'vili, "bitişik olan bir delilden dolayı, lafzın râcih ihtimalden mercuh
ihtimale döndürülmesi" (İbn Teymiyye, 13/289; Mehmet Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s.
340), "âyetin, zâhiren muhtemel olduğu mânâlardan birine rücû ettirilmesi"
(ez-Zebidî, Tâcu'l-Arûs, III/470, VII/215; ez-Zerkeşî, el-Burhan fî
Ulûmi'l-Kur'an, II/148; es-Süyûtî, el-İtkan, IV/167; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü,
214) şeklinde tarif edilmiştir.

Te'vil kelimesinin tanımı üzerindeki ihtilâftan
başka, kullanımı konusunda da ihtilâf çıkmış, bu yüzden bazı mezhep mensupları
arasında kavgaya kadar varan münakaşalar zuhur etmiştir (İbn Teymiyye,
13/286-287). Aslında, çok değişik yönlere çekildiği ve farklı anlamlara
hamledildiği için yavaş yavaş müstakil bir ilim haline gelmekte olan te'vilin,
herkesin mutâbık olduğu yeknesak bir tarifi yapılamamıştır. Bununla beraber,
Ehl-i sünnet âlimlerine ait çeşitli tarifler göz önünde bulundurularak, te'vil
şu şekilde izah edilebilir: "Meşrû bir sebep veya delilden dolayı, âyeti zâhirî
mânâsından alıp taşıdığı diğer mânâlardan, önündeki ve sonundaki âyete mutâbık,
Kitab ve Sünnete muvâfık olanında kullanmaktır."