Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

2. Israrla ve Azimle Çözülmesi Gereken İhtilâflar

2

2. Israrla ve
Azimle Çözülmesi Gereken İhtilâflar:


Müslümanların makul ve normal
karşılamayacakları, kesinlikle çözmeye çalışacakları ihtilâflar, dinimizin
aslî meselelerinde meydana gelebilecek olan ihtilâflardır. Çünkü İslâm dini,
tevhidi önceleyen İlâhî bir dindir. Şayet teslim olduğumuz bu din, beşer
kaynaklı bir din olsaydı, beşerden kaynaklanan bazı ihtilâfları makul
karşıladığımız gibi, her biri birer beşer olan hocaların ve şeyhlerin, üstad ve
ağabeylerin dine nisbet ettikleri ihtilâfları da makul karşılayabilirdik. Oysa
biliyoruz ki dinimizin esasını belirleyen bütün gerçekler, tüm müslümanlar
tarafından tartışılmadan kabul edilmesi gereken İlâhî gerçekler, mutlak
hakikatlerdir. Rabbimiz, dinimizin esasını belirleyen bu meselelerde en ufak bir
ayrılık ve ihtilâfın olmaması için, bu gibi temel konularda hüküm vazetme
yetkisini (peygamber dahi olsa) hiçbir beşere vermemiştir.

Dolayısıyla dinimizin temel meselelerinde
ihtilâfa yol açan beşer kaynaklı bütün görüşler, ne kadar çağdaş, ne kadar aklî
olursa olsun, hoşgörüyle karşılayacağımız görüşler değildir.
?İslâm dini, akıl dinidir? diyenler, belki bu sözlere karşı çıkabileceklerdir.
Dinimizin akla ve akletmeye ne kadar çok önem verdiği bir hakikattir. Bununla
birlikte ?dinimiz akıl dinidir? demekten yine Rabbimize sığınmak gerekir. Çünkü
severek teslim olduğumuz bu din, önemle ve öncelikle iman dinidir. Allah'a ve
Allah'ın hükümlerine, temiz bir kalp ile inanma, teslim olma dinidir. Bu dinin
tevhidî bir içerik kazanması ise, aklî yorumlarına değil; bu hakikatlerin İlâhî
aslına iman ve teslimiyetle mümkündür.

İnsanların ayrı ayrı mizaçlara, farklı
yeteneklere ve bazı konularda değişik görüşlere sahip olmalarına rağmen, ?müslüman?,
mizacı, yeteneği ve görüşleri ne olursa olsun, ortak bir dâvete iman eden,
müşterek bir çağrıya teslim olan insan demektir. İnsanlar standart yaratıklar
değildir ama, ?ben müslümanım? diyen insanların, İlâhî ölçüden kaynaklanan
birçok ortak standartları vardır. ?Biz müslümanlar? derken, kasdettiğimiz
gerçek, kişisel farlılıklarımızın üstündeki bu ortak değerlerimiz ve müşterek
kabullerimizdir.

Bu nedenledir ki, ?biz? tanımı, ortak
kabullerimizi ifadelendiren bir tanımdır. Dinimizin temel meselelerindeki bu
ortak kabullerimize de farklı yaklaşımlar, farklı değerlendirmeler ruhsatı
verdiğimiz zaman, ?biz? tanımının yerine ?ben? tanımı, ?bizim dinimiz? yerine;
?benim dinim? ifadesi gelmiş olur. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki, Rabbimiz
herkesin mizacına, yaklaşımına göre ayrı ayrı dinler göndermemiştir. İslâm'ın
bize muhayyerlik hakkı vermediği bütün temel meselelerdeki kabul ve redlerimizde
farklılıklar olmaması gerekir. Bu farklılıklarımızı giderecek olan yegâne unsur
ise, bu konularda beyan edilen İlâhî hakikatlerdir. İlâhî gerçeklere yaklaşım
konusunda makul karşılayabileceğimiz farklılıklar, bu mutlak doğrulara iman ve
teslimiyet noktasında değil; bu İlâhî gerçekleri öncelemek boyutunda kendini
gösterebilir. Bir kardeşimize göre oldukça önemli ve öncelikli olan İlâhî bir
doğru, diğer kardeşimize göre aynı önceliğe hâiz olmayabilir. Ancak her iki
kardeşimizin de kabul ve tasdik ettiği hakikatlerdir bunlar. Kaldı ki, bu
önemseme ve önceleme konusundaki farklılıkların da en asgariye indirilmesi
gerekir. Rabbimizin önemle vurguladığı ve nüzul sırasındaki hikmete binâen
öncelediği tüm gerçekler, bütün müslümanlarca önemsenip öncelenmesi gereken
hakikatlerdir.

Tevhid dininin esaslarını beyan eden İlâhî
doğrular, tüm müslümanların hiçbir ihtilâfa düşmeden kabul etmeleri ve
yaşamaları gereken gerçeklerdir. İlâhî kaynaklı olan bu mutlak doğruları, beşerî
gerekçelerle çatallandırmaya çalışmak ne kadar yanlış ise; İlâhî kaynaklı olan
bu doğruların yerine veya yanına, beşer kaynaklı görüşlerin konulmaya
çalışılması da o kadar yanlıştır. Falan hocanın veya filan imamın bir
görüşünü, İslâm'ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu
görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle
bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil;
tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri
vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla
gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya
getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü
oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî
bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile,
dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm
adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm'da tefrikaya
sebep olacaktır.

Netice olarak, müslümanların vahdetini ve bu
vahdeti sağlayan tevhidi ne kadar önemsiyorsak, İslâm'ın temel meselelerinde
vazedilen tevhidî gerçekleri de o kadar önemsememiz ve bu konularda en küçük bir
ihtilâfa yer vermememiz gerekir. Temel meselelerdeki ihtilâfları hoş
karşılamak, kesinlikle fitne ve fesadı hoş karşılamak olacaktır. Ve böyle bâtıl
yaklaşımlar, hak olan İslâm dinini, bir kuşku ve şüphe dini haline getirecektir.
Oysa tüm şüphelerden uzak olan İslâm dini, mü'min kalplere mutmainlik veren
müstakîm bir dindir. Bu huzuru ve dosdoğru yolu yaşayan müslümanlar, hiçbir
temel meselesinde ?Allah böyle buyuruyor, falan da böyle buyuruyor. Acaba hangi
hükmü esas alayım?? istifhâmına kapılmazlar. Bu konuda en ufak bir kuşku ve
ihtilâfa düşmezler. Çünkü bu dosdoğru müslümanların teslim oldukları hakikat,
tâbi oldukları hüküm bellidir: ?Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar?
Kesin bilgiyle iman eden bir topluluk için, hükmü Allah'tan daha güzel olan
kimdir?? (5/Mâide, 50) ?Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman
etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.? (33/Ahzâb,
36)