Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Hicretin Hükmü.

Hicretin Hükmü



Hicretin Hükmü


Kur'ân'ın birçok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve
etmeyenlerden... söz eder. Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet
açık bir şekilde işaret etmektedir: "Öz nefislerinin zâlimleri olarak
canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz
yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler
de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya"
derler. İşte onlar böyle. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.
Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir
Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna"
(4/Nisâ, 97, 98)
Bu
âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a.) şunu nakletmektedir: "Peygamber
(s.a.s.) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların
sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan
bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine
bu ayetler nazil oldu. Yine İbn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım
Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir
savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları
bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman
idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler.
Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I,
542).

Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar
zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar
İslâm'ı tamamiyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve
böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek
durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.
Bu
âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi
kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi
nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri
icmâ ile kabul edilmiştir (İbn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyâmete kadar
bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği,
inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicret etmekten
alıkoymaz.

Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup
yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek
için Dârü'l-İslâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür
diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre
de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası
onunla Daru'l-İslâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü
böylelikle kendisinden başkalarının da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak
Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram
kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te
müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (eş-Şevkânî,
Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir
ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm
devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır (eş-Şevkânî,
a.g.e., VIII, 29).
Kişi
"ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir
yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği
bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi
bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir.
Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok
yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak
çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/100). Bu
bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten
geri kalamaz.

Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan
da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî
zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin
yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok
iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği
dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.

İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın
ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı
toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman
gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin fethinden sonra da
hicret, genel anlamda ve farklı durumlarda gündeme gelebilir; hicret tarihin
belirli dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyâmete
kadar geçerlidir.

Mekke'nin fethedildiği gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek,
Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artık hicret yoktur" diye cevap verir.
Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve
bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a.), Peygamber
(s.a.s.)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: "
Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur." Hadîsin
râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş
bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır (İbn
Mace, Keffâret).

Burada görüldüğü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü,
hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek
suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer
haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz
edilemeyecektir.

Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:
"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (eş-Şevkânî a.g.e.,
VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz.
İbrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardır." (Ebû Davûd, Cihad).
Bu
hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin
farz veya vâcib olması söz konusu değildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-İslâm'a
hicret etmenin vucûbu kıyamete kadardır. Ebu Bekr İbnü'l-Arabî: "Hicret,
Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan
herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra,
Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (eş-Şevkânî a.g.e., VIII, 29) der.

Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır.
Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler
de buna aymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan
bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin
direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.

Peygamber Efendimiz, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle
serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği
tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a dâvet et. Kabul
ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden
muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhâcirlerin
leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir.
Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı
olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri
uygulanacak, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten
pay alamayacaklardır." (İbn Kesîr, Tefsîr, III, 329).

Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna
göre hicretle ilgili birtakım düzenlemelere girişmek zorundadır. Bu gibi
istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan
istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir.
Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savaşçıya sahipti.
Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını
genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok
iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve
sular, yabancıları ve belki de İslâm düşmanları tarafından işgal edilecekti
(Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber
Efendimiz İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün
artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur.
Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.[1]








[1]
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 416-417.